Yaşadığımız hayat, aslında şimdiye kadar düşündüğümüz ve hissettiğimiz bir dünyanın pratiğe geçmesinden başka bir şey değil. Çünkü insan, düşünen ve hisseden bir varlık. Yaptığı işleri, düşünmeden yapması mümkün olmadığı için; yaptıkları da, düşünerek ve hissederek belli bir şuur ve değer dünyasının kabulü ile ortaya çıkması gerekmektedir.
Bu durumda, insan davranış ve tutumlarının mantıklı bir düzlemde cereyan ettiğini ve şuur ve duygu dünyasının toplamından meydana gelen bir hayat tarzıyla karşı karşıya olduğumuzu söyleyebilir miyiz? Bu sorunun cevabı, insanın karşı karşıya kaldığı düşünce, inanç, his ve ahlak gibi sistemler ile münasebetinin kesintiye uğramaması ve saptırılmaması şartıyla “evet” olabilir. Fakat, dünya hayatında, insanın sürekli etki altına alındığını ve yönlendirilerek tabii yapısının bozulmaya çalışıldığını belirtmemiz gerekiyor.
Bunun için, küçük bir çocuğun düşünme ve davranış yapısına baktığımızda onun ne kadar temiz, saf ve iyi niyetli olduğunu görebiliyoruz. Fakat, çocuğun ailesi veya çevresinin, ona tabii olmayan ve insanın özüne aykırı bazı bilgi ve anlayışlar vererek; ihtiraslı, faydacı, kıskanç ve kindar bir hale getirdiğini gözlemliyoruz. Bütün bu gibi özellik ve duygular, insanın eşya ve statü gibi imkanları elde etmek uğruna, kendi tabii özelliklerini terketmesi gibi ciddi bir ruhi ve fikri değişim ile mümkün oluyor. Bir manada, dünyevi hayatın nimetlerini elde etmek adına, yaratılıştan gelen nitelikler; yavaş yavaş terkedilerek kaybolmaya başlıyor. Halbuki insan, sorumluluk sahibi ve medeni bir varlık olarak, düşünce ve hissetme özelliği ile ön plana çıkan bir varlık.
Bu durumda, İslami literatürde dile getirilen insanın “nefs” tarafı hakim hale gelerek ruhi veya meleki özellikleri bastırılarak yanlışın ve kötülüğün temsilcisi olan “şeytan”i bir mantık alanına girilmektedir. Böyle bir pozisyonda, kişinin ruhi veya fiziki varlığına bağlı bir yaşama felsefesi ve kültürü ile hareket etme tercihi ile karşı karşıya kaldığı söylenebilir. Fakat, Batı ve Hint kültürlerindeki manayı veya maddeyi tercihteki bu iki zıt tutum, İslam düşüncesinde birini asıl, diğerini ise yardımcı mahiyette görme gibi bir derece farklılığına bizi götürüyor. Batı’daki maddeci, Hint’teki manacı veya ruhcu hayat tarzının baskınlığı, İslami anlayışta maddenin manaya bağlı olarak varlığını devam ettirebilmesi şeklinde birleşik, fakat ruhun üstünlüğüne bağlı bir yaşama tarzını ortaya çıkarmaktadır.
İnsanın yaşayışı, elbetteki maddi faktörler olmadan gerçekleşemiyor. Fakat madde bir ihtiyaç ve gereklilik olurken; mana ve değer, insanı insan yapan en önemli faktör olarak karşımıza çıkıyor. Herşeyi belirleyen ve maddenin de kullanma şekli ve sınırını koyan bir ruh ve düşünce birliği şeklinde gerçekleşiyor. Böyle bir durumda, insanın ihtiyaç ve zevkleri hem ölçülü bir şekilde karşılanmış oluyor, hem de insanın bu dünyadaki temel görev ve fonksiyonları olan düşünmek ve doğru işler yapmak olan hikmet’li varlığı gerçekleşebiliyor.
Günümüzde Hint felsefesinin temsil ettiği ruhçu bir anlayışın fazla yaygın olmadığını ve mevcut anlayışların ise, insanı dünya hayatında bazı çaba ve çalışmalardan mahrum ederek doğru bir hayat tarzı şekillenmiyor. Fakat, bu anlayışın dünyayı bir kaos veya çatışmalara götürdüğünü de söylemek mümkün değil. Bu arada, Batı’nın maddeci ve hakimiyet temelli faydacı düşünce ve anlayışının, dünyayı çatışma, huzursuzluk ve insanı binbir türlü mahrumiyet ve zulümler ile karşı karşıya getirdiğini çok açık bir şekilde görebiliyoruz. Çünkü, insanın ihtiyaç ve zevkleriyle insan olmaya çalıştığı batıcı felsefe, Yunan’dan beri görsel güzelliği, herşeye hakim olmayı, bedeni zevkleri ve eşyayı kutsallaştırması gibi hedeflerle kendini tek boyutlu bir dünyanın içine hapsetmesine şahid olduk.
Bu durum bir manada, insanın kendini tanıyamaması ve gerçek ihtiyaç ve sorumluluklarının farkına varmasını engelleyen düşünme ve hissetme özelliklerinden uzaklaşıp, bedeni ve cinsi ihtiyaçlarından oluşmuş bir yaşama anlayışı sebebiyle meydana gelmiştir. Günümüz toplumları, kendi basit ihtiyaç ve isteklerini hayat gayesi haline getirmiş olmanın buhranını ve sıkıntılarını yaşamaya devam ediyorlar. İnsan olmanın düşünce ve hissetme gibi önemli özellikler çerçevesinde gerçekleştiğini hala farkedememiş olmaları, ne hazin…
Gelişen Olaylara İslami Bakışın Adresi