Toplumların kendi varlıklarını sürdürme ve geliştirme konusunda kabaca maddi ve manevi iki temel dinamik bulunmaktadır.
Bunlardan manevi ve sosyal dinamikler, insan ve toplumun geleceğini etkileyecek derecede kazanımı ve seçimi önemli bir yaşama alanıdır. Maddi dinamikler ise, insanın ve hayatın sürdürülmesi için sağlanan gerekli şartlar ve imkanlardır. Dolayısıyla iki alan arasındaki bu büyük farkın iyi anlaşılması önem taşımaktadır.
Batı’da Rönesans ve Aydınlanma ile birlikte hayata ve kurumlara baskı ve engel çıkaran kiliise ile mücadele, onun temsil ettiği dini ve ahlaki değerlere karşı da bir afaroz dönemini başlattı. Bu durum çok onaylanan bir davranış olmamakla beraber, batı için bir ölçüde kabul edileblir tutum olabilecek şartlara sahipti. Fakat bu yaklaşımın, diğer din ve kültürlere ait geçerli bir tavır halini alması ve batıdaki gelişimin her toplum ve medeniyete uygulanmaya çalışalması, kabul edilemesi öümkün olmayan bir anlayıştır.
Böyle bir bakış açısına dayalı düşünce felsefesi, batı dışı dünyada maddeci ve faydacı bir mantığa yol açtı. İnsan ve toplum hayatının çok büyük bir bölümünü kaplayan sosyal ve ahlaki kültürü, bu tecrübeden dolayı gereksiz ve dolayı etkisiz hale getiren bir çığırın açılmasına sebep oldu.
Artık batının kavramları ve öncelikleri çerçevesinde düşünen müslüman, budist, taoist ve diğer dinlere mensup toplumlar oluştu. Dolayısıyla toplumların kendi inanç, ahlak değerleri ile düşünce ve eylemleri arasında büyük bir uçurumlar meydana geldi.
Bugün, kendini kültürüne bağlı ve muhafazakar kabul eden yetkili ve bilgili insanlar bile, batının “zihni şablonu” içinde düşünmekten kendini alamıyor. Bu haliyle de sahip olduğu değerlere ve yaşadığı hayata ters düştüğünün farkında olmuyor.
Bu durum kültürel sömürgeciliğin hala etki alanı içinde olduğumuzu gösteren son derece tipik bir durum olmaktadır.
Bu sosyolojik problem, kendi gerçeklerini dile getirdiği halde, onların mahiyeti ve uygulaması ile ilgili bilgi ve mantık felsefesi yürütememenin varlığı ile ilgilidir. Ülkemizin yetkili ağızlarından bu doğrultuda açıklamalar duyduğumuzda rahatsız olmakta ve kendi kültür ve medeniyet dünyamızın kavram ve felsefesinden siyaset camiasının haberdar olmadığını hayretle müşahade etmekteyiz. Ama kendileri, hala bilmedikleri, bildiğini zannetmenin rahatlığı içinde olmaktadırlar.
Bir toplum, ahlaki ve fikri değerleri doğrultusunda düşünmek, inanmak ve hareket etme şuurundan ve gücünden uzaklaştığı ölçüde; başka kültür dünyalarına hizmet etmek durumunda kalır. Bu yüzden Türkiye toplumu, kendi değerler dünyasına uygun bir yaşayış ve düşünüş seviyesine gelmediği müddetçe, batı’nın düşünce ve sistem kalıpları içinde hareket eder ve farkında olmadan o dünyaya hizmet mecburiyetinde olur. Halbuki, kendi kültür ve medeniyet değer ve hedefleriyle yaşalan bir toplum, bu tür yanıltıcı ve şaşırtıcı etkilerden kendini uzakta tutabilir. Böyle bir şuur ve aksiyon hali, kendi ihtiyaç ve gündemiyle yaşamaya imkan verecek ve başka dünyalara bağlı olmaktan bir toplumu kurtarabilecektir.
Umarız, ülkenin iktisadi ve teknik alanlarına gösterilen ilgi kadar; sosyal, ahlaki ve kültürel kavram ve değerlerine de ilgi gösterilir ve bu anlayış ve şuur, başkalarının gündemine ve güdümüne girmekten yönetimleri kurtarır.
Gelişen Olaylara İslami Bakışın Adresi