Gündelik hayat bilhassa 2000’lerden itibaren çok hızlı bir şekilde değişmiş görünmektedir. Hatta bu değişim o kadar hızlı bir şekilde gerçekleşti ki, bunların sonuçları gündelik hayata travma şeklinde yansımaları ile gündem olmaya devam etmektedir.
Bu değişimleri kendi içerisinde iki boyutlu olarak ele almak mümkündür. İlkin, giderek kendi doğallığından, hedeflerinden uzaklaşma anlamında bir değişim. Buna göre gittikçe gündelik hayatı daha fazla işgal eden “robotik” nitelikler insanı da mekanikleştiren bir seyir izlemektedir. İnsanın makinalarla ilişkisi, bugün gelinen noktada onu da yarı makine bir işleyişe doğru evriltmektedir.
Descartes’ın “makinalar düşünebilir mi?” sorusuna verdiği cevap olumsuz olsa da, böyle bir sorunun sorulması ve günümüzde artık yapay zekaya ile cevabın değişmesi yeni durumları konuşulur kılmaktadır. Beynin her bakımdan bir cevher değil de mekanizma ve işlevlere dönüşmesi insana bu imkanı veriyor görünmektedir. Her halükarda sinyallerini açık bir biçimde görmeye başladığımız mekanik insan artık tebellür etmeye başlamıştır. Bu aynı zamanda insanın doğası konusunu da yeniden tartışmaya açmıştır.
Fakat esas mesele insanın dünya ile irtibat kurma biçimidir. İnsan öyle veya böyle kendisini dünyaya atılmış olarak bulmaktadır. Kendisini bir şekilde içinde bulduğu dünya ile nasıl irtibat kuracağı anlamlılık sorusundan bağımsız değildir. Post/modern dünya bu soruya nihai cevap verme kapasitesinden yoksun olduğu için, bir yandan yaptığı edebiyatlarla derin bir aşkın kaybını dile getirerek, diğer yandan nihai amacı geçici hazlarla unutturarak yol almaya çalışmaktadır.
İkincisi, insan her anlamda gerçeklikten uzaklaşmaktadır. Felsefi tartışmalar bir yana, giderek “hakikat”a yönelik geliştirilen kuşkular, endişe ve kaygıları yükselttiği gibi, insanın tüm sabit tutamak noktalarını elinden almaktadır. Nihayetinde “hakikat”i yok etmenin en etkili yolu, onunla ilgili kuşkular uyandırmaktır. “Post-truth” hakikat ötesi ile insanlar yalanla hakikatin birbirine karıştırıldığı bir süreci yaşamaktadırlar.
Diğer yandan dünya ölçeğinde yaşanan sınıfsal keskinlikler daha da belirgin hale gelmiştir. Bu sınıfsal keskinlik, dünyayı zenginler ve fakirler gibi tamamen ikili bir yapı oluşturmaktadır. Burada insanlar bir yandan tüketime kışkırtılırken ve borçlanarak tüketmeye devam ederlerken kendi maddi gerçekliklerinden hareket ediyor değillerdir. Hatta yaşam tarzlarına baktığımız zaman, ciddi kaymalar görmekteyiz ki bu değişimler kişinin kendi gerçekliği ile arasındaki mesafeden kaynaklanmaktadır. Fakat tüm bunlar dünya insanına bir özgürlük alanı olarak sunulduğundan, öncelikle zihinsel dönüşümler gerçekleştirilmekte, sonra ise yaşananlar normalleştirilmektedir.
İşte tüm bu meşrulaştırma ve dönüşümlerin gerçekleştiği yer ise ekranlardır; televizyon ve internet ekranları. Bu bağlamda televizyon ve internet, insanın bu yeni varoluş biçiminin epistemik kanalları haline gelmişlerdir. İnsana hiç boşluk bırakmadan bu ekranlar sürekli neyin nasıl yeneceği, ne içileceği, nasıl giyileceği ve gündelik hayat tarzlarını sıkı bir şekilde belirlemektedirler. İnsanlar Tanrı’ya kendilerine müdahale ettiği ve özgürlük alanlarını yok ettiği gerekçesiyle eleştiri getirirlerken, küresel ölçekte dolaşımda olan pagan bir zihniyet tarafından sıkıca kuşatıldığının farkına varamamaktadırlar.
İnsanlar köleleşirken özgürleştiğini zannetmekte, ekranlardan maruz kaldığı epistemik propaganda ile dönüşen zihni, yaşadığı hayatı ve dünya ile irtibat kurma biçimini hiç sorgu konusu yapmadan ve hatta soru bile sormadan bir akıntının içinde sürüklenmektedir.
Prof. Dr. Mustafa TEKİN