Başa kakmak, eski edebiyatımızda “minnet” sözcüğü ile ifade edilirdi. Minnet; yapılan iyilik, lütuf ve ihsanı bir bir sayarak başa kakmak, yüze vurmak demektir.
“Hak Teâlâ kimseyi bir ferde muhtaç etmesin
Yoksa halkın ettiği ihsana değmez minneti” der.
Onun için “minnet çekilir bela değildir” denilmiştir.
Dinimizin yasakladığı kötü huy ve davranışlardan biri de, insanın, yapmış olduğu iyiliği yüze vurması, başa kakmasıdır.
Aslında yapılan iyilikleri başa kakmak, bir taraftan övünmek, diğer taraftan karşıdakini minnet altında bırakmak için olur. Müslüman yapmış olduğu iyiliği başkalarına karşı övünmek için değil, Allah için yapar, O’nun rızasını gözetir. Mert olan kimselere yaraşan da budur. Onlar, övünmek şöyle dursun, yaptıkları iyiliğin duyulmasından bile hoşlanmazlar, rahatsızlık duyarlar, utanırlar. Şair bu hususu ne güzel ifade etmiş:
Mert olan hiç kerem etmekle tefâhur mü eder
Hem verir, hem utanır ettiği ihsandan.
Yapılan iyiliği başa kakmak, ondan gelecek bütün sevabı yok eder, boşa çıkarır. Sanki o iyilik hiç yapılmamış gibi olur. Nitekim bu konuda yüce Allah Bakara sûresinin 264’ncü ayetinde şöyle buyuruyor:
“Ey iman edenler! Allah’a ve ahiret gününe inanmayıp da insanlara gösteriş için malını sarfeden kimse gibi vermiş olduğunuz sadakalarınızı minnet ve eziyet ederek /başa kakıp inciterek boşa çıkarmayın.”
Demek ki sadaka verdikten veya başka bir iyilik yaptıktan sonra başa kakıp incitmek, iyilik yaptığı kimseyi minnet altında bırakmaya çalışmak onun sevabını giderir, ecrini zayi eder, yok eder. Tıpkı Allah’a ve ahiret gününe inanmadığı halde sırf insanlara gösteriş için malını harcayan kimsenin durumu gibi.
İyilik yapıp da sonra başa kakmayanlara, incitmeyenlere ise yüce Rabbimiz kendi katından bol ecir ve mükâfat vereceğini vaat etmektedir:
“Mallarını Allah yolunda sarfedip, sonra sarfettikleri şeyin ardından minnet ve eziyet etmeyenler/ başa kakıp incitmeyenler var ya, onların Rableri katında has mükâfatları vardır. Onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir. Güzel bir söz ve bağışlama, peşinden ezâ/ incitme gelen bir sadakadan daha iyidir. Allah Müstağnî’dir/ hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, Halîm’dir/ suçluları cezalandırmada acele etmez.”[1]
Ayette, Allah Teâlâ yardım yaptıktan sonra başa kakanları kötülemiş, böyle davranmayanlara ise ahirette büyük ecir ve mükâfat vereceğini vaat etmiştir.
Peygamber Efendimiz de yapılan iyiliğin başa kakılmasından ashabını ve ümmetini sakındırırdı. Efendimiz bu konuda Ebû Zer (r.a.)’tan rivayet edilen bir hadis-i şeriflerinde:
“- Üç sınıf insan vardır ki Allah Teâlâ kıyamet gününde bunlara iltifat buyurmaz, yüzlerine bakmaz, onları tezkiye etmez/ temize çıkarmaz. Onlar için can yakıcı bir azap vardır” buyurmuş ve bunu üç defa söylemiştir. Ebû Zer:
“- Zarar ettiler, kaybettiler. Bunlar kim yâ Resûlellah?” diye sorunca, Efendimiz:
“- Bunlar; kibrini/farklı ve üstün olduğunu yansıtmak için giyinen, yaptığı iyiliği başa kakan ve satılık eşyasını yalan yeminle kıymetlendirmeye çalışan kimselerdir”[2] buyurmuştur.
Hz. Ebû Bekir (r.a.)’dan rivayet edilen bir hadis-i şeriflerinde Peygamber Efendimiz:
لاَ يَدْخُلُ الجَنَّةَ خِبٌّ وَلاَ مَنَّانٌ وَلاَ بَخِيلٌ.
“İşi gücü insanları aldatmak olan düzenbaz, cimri ve yaptığı iyiliği başa kakan kimse cennete giremeyecek (ilk girenlerden olmayacaktır)”[3] buyurmuştur.
Efendimiz başka bir hadis-i şeriflerinde de:
َثَلَاثَةٌ لَا يَدْخُلُونَ الْجَنَّةَ: الْعَاقُّ لِوَالِدَيْهِ، وَالْمُدْمِنُ عَلَى الْخَمْرِ، وَالْمَنَّانُ بِمَا أَعْطَى
“Üç grup insan vardır ki (cezalarını çekmedikçe veya affedilmedikçe) cennete giremezler. Bunlar: Ana-babalarına âsi olanlar, devamlı içki içenler ve verdiğini başa kakanlardır”[4] buyurmuştur.
Ayet-i kerimelerde olduğu gibi hadis-i şeriflerde de yapılan iyiliği başa kakmanın ne kadar kötü bir davranış olduğu, ahirette insanı Allah’ın rahmet ve inayetinden mahrum bırakıp elem verici bir azaba sürükleyeceği belirtilmektedir.
Kur’an-ı Kerim’den öğrendiğimize göre başa kakmak Firavun gibi azgın ve nankörlerin işidir. Hz. Musa (a.s.)’ın Firavn’la olan kıssası meşhurdur: Hz. Musa Allah’ın bir lütfu olarak Firavun’un sarayında yetişmiş, daha sonra Peygamber olarak gönderilince Allah’ın emri ile Firavun’dan, köle olarak kullandığı İsrail oğullarını serbest bırakmasını istemiş, Firavun da: “Sen yeni doğmuş bir çocukken alıp yanımızda/sarayımızda yetiştirmedik mi? Ömrünün pek çok yılını bizim aramızda geçirmedin mi? Ama bütün bunlara rağmen sen sonunda yapacağını yaptın ve nankörün biri olduğunu gösterdin[5] diyerek yapmış oldukları iyilikleri Hz. Musa’nın başına kakmış…
Hz. Musa da ona şöyle cevap vermiştir: “O başıma kaktığın iyiliğe gelince, o da, İsrâil oğullarını köle yapman yüzündendir.” [6] Onları köle diye kullanıp erkek çocuklarını kesmeseydin, senin eline düşmezdim, ailem beni yetiştirirdi. Binaenaleyh bu, bir iyilik değil, zulmün neticesidir.
Her şeyin bir afeti/tehlikesi vardır. Peygamber Efendimizin ifadesiyle
آفَةُ السَّمَاحَةِ الْمَنُّ
“Cömertliğin âfeti de başa kakmaktır.”[7]
Netice olarak İnsan diline sahip olmalı eliyle yapmış olduğu yardım ve iyilikleri diliyle boşa çıkarmamalı. Yoksa şairin:
“Bana zahm urduğun ağyâre vardın, eyledin, şâyi’,
Elinle ettiğin hayrı dilinle eyledin zâyi’.”
beytinde belirtmiş olduğu duruma düşer.
——————
[1] Bakara Sûresi, 2/262-263
[2] Müslim, İman, 171
[3] Tirmizî, Birr, 41
[4] Nesâî, Zekât, 69
[5] Şuarâ Sûresi, 26/18
[6] Şuarâ Sûresi, 26/22
[7] Nebhânî, el-Fethu’l-Kebîr, I, 24
Gelişen Olaylara İslami Bakışın Adresi