Emek ve Dayanışma Günü’nün üzerinden yaklaşık bir hafta geçti. Ancak konu ile ilgili ve tarihten de bağımsız birkaç söz söylemek isteriz. Söylemek istediklerimiz aslında dünyaya ve olaylara bakışı biraz da bizim gibi olanların yaşadıklarını kendi deneyimlerimiz üzerinden aktarmak arzusudur. Tam olarak hatırlamıyorum ama ya üniversiteye yeni başlamıştım ya da lise son sınıftaydım. Yaşadığım kentin en büyük fabrikasında çalışan yakınlarımın akşam çay sohbetlerindeki konuşmalarında geçen ‘grev’ kelimesini ilk kez duyuyordum. Neler olduğunu anlamaya çalışırken grevle birlikte yeni kelimeler de düşünce dünyama katılmaya devam ediyordu: Sendika, lokavt, işveren… Sonraki yıllarda bunların gündemimize daha sık geleceğini o zamanlar düşünmemiştim. Ancak çok konuşulur oldu sonraları. Yukarıdaki kelimeler başkaları ile birlikte de kullanılıyordu: İşçi, emek, hak, toplu sözleşme, tazminat…
Bu kavramlar üzerinde kafa yorup birtakım okumalar yaptıktan sonra konu ile ilgili aşağıda ifade ettiğimiz düşünceler oluştu. Avrupa’da özellikle sanayileşmenin bir sonucu olarak ortaya çıkan işçi sınıfının hak arayışları ile işverenlerin kazançlarını arttırarak koruma çabaları oluşan çatışma ortamı sonraki süreçlerde bir takım kanunlarla belli kurallara bağlanmış. Anlaşmazlıklar arttıkça ortaya yeni durumlar çıkmaya başlamış. İşçi sınıfının mücadelesine sahip çıkma iddiasında ve çabasında olan birtakım ideolojiler de insanların zihin dünyasında yer etmeye başlamış. Hak arama mücadelesi sanki bu ideolojilerin tekelindeymiş gibi algılanmış yıllar yılı. Özellikle de ülkemizde. Bir de ilginç bir durum oluştu ülkemizde. İşçilerin haklarını savunduğunu iddia eden ideoloji; bahsettiğimiz hak arama, emeğinin karşılığını isteme çabalarını devlete karşı bir örgütlenmeye ve onunla çatışmaya dönüştürme gayretine girişmiştir. Mevzuyu bir ideolojik çatışma içerisine çekerek taraftar oluşturma düşüncesi içinde olmuştur. Özellikle 1 Mayıslarda işçi olmayanların sahada görünmesi, işçi haklarından ziyade sistem/ düzen karşıtlığı söylemlerinin öne çıkması, yukarıdaki iddiamızı desteklemektedir. Söz hakkı olanların susup/ susturulup alakasız kişilerin konuşması/ konuşturulması bu durumu ortaya çıkarmıştır, diye düşünüyoruz. Yine bu durum, çalışanın devlet karşıtı, işverenin ise devletçi olarak algılanmasına sebep olmuştur. Her iki sınıftan bireylerin farklı tutumları, duruşları olabilir; onların sosyal statüleri, devlete yaklaşımlarını net olarak göstermez çünkü.
Daha sonra farklı siyasi eğilimleri olan emekçilerin bir araya gelerek oluşturduğu sendikalar yukarıda ifade ettiğimiz çatışmaların içinde olmamaya gayret etmiş, çalışma hayatının emekçiler lehine düzenlenmesini öncelemiş görünmektedirler. Ancak ülkemizde bu faaliyetleri başlatanların hakların teslim etmek lazımdır. Çünkü böyle bir mücadelenin varlığını onların mücadelesi ile tanımış olduk. Hangi eğilimin temsilcisi olurlarsa olsunlar emek mücadelesi verenlerin kazanımlarında ilk işaret fişeğini atanların çabalarının katkısı inkâr edilemeyecek kadar çoktur.
Ülkemizde emekçi örgüt yapılanmalarının Batı’ya göre daha geç başlamasında sanayileşmenin gecikmesinin yanında tarihimizde hem çalışanı hem de işvereni kontrol eden kendimize özgü oluşumların varlığıdır. Ahilik ve Lonca yapılanmaları kardeşlik hukuku ile oluşturulmuş, sağlam inanç temellerine ve en önemlisi de güvene dayalı olduklarından iki tarafı da kontrol eder ve haklarını korurlardı. Buralarda uygulanan kontrol ve işleyiş kurallarına kimse itiraz etmez, herkes onların esnafı ve halkı koruduğuna yürekten inanırdı. Bir çatışmadan ziyade bir uyumun varlığı söz konusuydu. Ancak sonraki süreçte kapitalizm virüsü toplumun hücrelerine yerleşti, herkeste daha çok kazanma hırsı arttı. Kanaat nerdeyse terk edildi. Bu da beraberinde çalışan ile çalıştıranın arasını açtı. Herkes kendi penceresinden mevzuya bakıp karşı tarafı anlama çabasından uzaklaşınca ahilik ve loncanın oluşturduğu kardeşlik ortamı yerini çatışmaya bıraktı maalesef.
Fıtrata göre bizim karşımızdakini de düşünmemiz gerekir. Hangi pozisyonda olursak olalım bu böyle olmalı. Ancak ayarlarımız bozulduğundan fıtrata uygun hareket etme neredeyse ortadan kalktı. Çalışanı ile işvereni arasında çatışmanın olmadığı yerlerde hem huzur hem başarı hem de güvenin oluştuğunu net bir şekilde gözlemleyebiliriz. Dilimize pelesenk ettiğimiz ‘’Topraktan geldik, ona döneceğiz.’’ sözünü konuşma limitimizi doldurmak için kullanır olduk. Her şeye bakışımız menfaat ölçeğinde oldu. Daha çok kazanmak önceliğimiz oldu. ‘’Toprak sevgisini rafa kaldıralı çok oldu. Kanaati bırakıp tüketime koşuverdik. Zenginlik ‘gönül zenginliği’ olmaktan çıktı. Refahın, kalkınmanın, makine ve modern teknolojinin sihrine kapıldık.” diyen Mustafa KUTLU ustamıza katılmamak elde mi?
“Çalışanın hakkını alın teri kurumadan veriniz.” ilkesini ortaya koyan düşüncenin ve inancın yeryüzüne hâkimiyeti söz konusu olduğunda emek ve emekçi gerçek saygıyı görecektir. İlkedeki ‘’hak ‘’ sözcüğünün içerdiği bütün anlamlarını da kast ediyoruz burada tabii ki. Kardeşliğin, adaletin, hukukun tesis edildiği yerde emek zayi olmaz vesselam.
EYYUP YÜKSEL
Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM), Gazze'de işlenen savaş suçları nedeniyle İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ve eski…
Bu video bize BELAM başlığı ile gönderildi. BEL’AM için Diyanet İslam Ansiklopedisine baktığımızda şu açıklamayı…
Seçilmiş Cumhurbaşkanımızın katıldığı merasimden sonra bir gurup teğmenin sonradan korsan yeminle Mustafa Kemal’in askerleriyiz diyerek…
İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) Meclisi’nde alınan kararla su fiyatlarına %17,5 zam yapıldı ve her ay…
İstanbul' da Şiddetli lodos, Marmara Bölgesi'nde deniz ulaşımını sekteye uğratmaya devam ediyor. İstanbul, Bursa ve…
Ebu Cehil deistti, diğer Mekkeli müşrikler de deistti, Allah’ın varlığına inanıyorlardı ama Hz. Muhammed’in Allah’ın…