Bir Şovmen, çevresindekilerin karşılaştıkları ölüm olayında şaşkınlık yaşadıklarından söz ederek; ‘sanki bunlar hiç ölmeyeceklermiş gibi bakıyorlar hayata. Yakınlarında ölen birisi olunca da bunun korkusunu yaşıyorlar”, ifadelerini kullanmıştı.
Hiçbir canlı doğarken, ‘Niye geldim ben hayata?’ deme şansına sahip değildir. Yine hiçbir canlı, ölürken; ‘ben niye ölüyorum?’ deme ayrıcalığını da kullanamaz. Niye? Çünkü Yüce Yaratıcımız, böyle bir imtiyaz şansını hiçbir canlıya vermemiş. İnsanlar bir gün Azrail’in kapısını çalacağını bildiği halde, hiç ölmeyecekmiş gibi yaşama hırınsa sarılıp durur.
“Kuran’da; “Size ecel (ölüm) geldiği zaman, onu ne bir saat öne alabiliriniz, ne de bir saat geciktirebilirsiniz”, buyrulur. Bu ifade, doğumumuza ruhsat veren Büyük Güç’ün ölümümüz için de tayin ettiği sınırın keyfiyetini bildirir bize.
Ölümden kaçamıyoruz, işin garip tarafı; ona doğru bir hızlı koşu içindeyiz de telaşımız bunu idrake fırsat vermemektedir bize.
Sanırım bunun farkına varan Necip Fazıl;
Mısralarıyla bize sonsuz gerçeği hatırlatmış olmaktadır!
Mevlana bu teslimiyet şuuru içerisinde, insanın ölüm vakıasını kendi hesabına ‘Şeb-i Arus (Düğün Günü)” olarak yorumlamış.
Din denge kurallarını koyarak insanın hayatına sağlıklı bir istikamet gösterir. Yüce Peygamber; bunun içindir ki, “Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya, hemen ölecekmiş gibi de ahrete hazırlanınız” buyurmaktadır. Yani birini diğerinin önüne almak gibi bir çelişkiye izin yoktur. Alanların halini sözü başında Şovmen’in çevresindekilerin ruh hallerini teşhir ettiği ifadelerinde görüyoruz.
İnsanlığın tarihi boyunca, milyarlarca canlı gelmiş yaşamış ve gitmiş. Bakın ibretlik bir olaydır, Makedonya’dan yola çıkıp etrafına topladığı insanlarla dünyayı fethe kalkan İskender denilen bir adama, Hocası Aristoteles sıkça uyarıda bulunup, ‘Bu kadar cana kıyma, bu kadar toprağı yönetemezsin, nihayet mezarın iki metrekare bir alandır, belki ona da sahip olamazsın’ şeklinde ihtirasını kontrole almaya çalışmış. Hocasını dinlemeyen bu maceraperest adam, Makedonya’dan Hindistan’a kadar olan bütün toprakları işgal edip imparatorluğuna katmış. Doyumsuzluğunun keyfini yaşamadan nihayet 32 yaşında iken de ölmüş. Arkasından etrafında toplanan ve bıraktığı mirasını paylaşan adamlar, anasını, karısını ve çocuklarını da zehirleterek ortadan kaldırmak suretiyle soyunu kurutmuşlar.
Ölüm değişmez kader de, ölüme gidiş acaba nedir? Günümüz insanın ecelindeki talan vahşetini anlatan bir dörtlüğüm bu sızımı dile getiririm:
“Doğmak bir imtiyaz, ölmek imtiyaz,
Harp ve kazaların talan devrinde.
İhtiyarlık dert mi, yaşayan için,
Bin kere ölen var şimdi bir günde!…”
İnanmış bir adam olmasına rağmen, Yahya Kemal bile ölümün ürpertisinden etkilenir ve şöyle der:
Ölüm en yakınımızdaki kaderimizdir. Gölge gibi bizi takip etmektedir. Talimatını aldığı günü bizi kundaklar ve tapınmaya çalıştığımız bu dünya imkânlarından koparıp götürür.
Hani Yunus’umuzun da bir ifadesi vardır:
‘Bu dünyaya konup konup göçenler,
Ne gelirler ne bir haber verirler.’ diye.
Göçenlerin haber vermesine gerek var mı? Onu zaten Yüce Yaratıcımız sürekli olarak bir ezeli uyarı şeklinde bize vermektedir. Şüphesi olan açsın Kuran’ı okusun.
MUHSİN İLYAS SUBAŞI
MİRATHABER.COM -YOUTUBE-
YAZARIN DİĞER YAZILARINA ULAŞMAK İÇİM BURAYA TIKLAYINIZ