Allah’ı birlemek, iman etmek, Müslüman olmak, kişiyi diğer insanlardan ayıran en önemli özelliktir. İman etmek, zaman, mekân ve algı olarak hayatın farklı bir boyutuna geçmekle eş değerdir. Aslında iman etmek fıtrata dönerek olması gereken yerde bulunmaktır. Düşünceniz, ilişkileriniz, hayata bakışınız-değerlendirişiniz, bir düzen kurma arayışınız ve kuruşunuz, bu yöndeki usul ve referanslarınız diğer insanlardan sizi ayrıştıran, başka türlü kılan boyutu içerir. Birini kazanmak için diğerinden vazgeçmenizi gerektirir.
Merhametsiz ve çarpık bir dünyada, yaşanan bunca olumsuzluklar elbette insanın kendi elleriyle yapıp-ettiklerinin sonucudur. Düzen bozulmuş, fıtrata aykırı gelişmeler sonucunda fitne-fesat yeryüzüne yayılmış durumdaysa, insanoğlunun yeni bir düzene, yeni bir hayat tasavvuruna ihtiyacı vardır. Bu gün için insanlığın yabancı olduğu, tanımadığı, bilmediği, bilenlerin de kurmaya gücünün yetmediği yeni bir düzene acilen ihtiyaç duyulmakta. Yani Allah’ın dini olan İslam’ın egemenliğinde, tevhid-vahdet-adalet-merhamet ilkelerince kurgulanmış bir düzene-iktidara-devlete ihtiyaç vardır. Sadece iman edenlerin değil, iman eden-etmeyen, Müslim-gayrimüslim, dinli-dinsiz bütün insanlar yeni bir dünya düzenine muhtaçlar.
Mekke’de cahiliye zulmü altında ezilenler, hakkı gasp edildiğinde kime gideceğini bilemeyenler, gittiği her kapıdan tekrar horlanmış olarak kovulanlar, Hz. Muhammed’in (as) tevhid-vahdet ve adalet çağrısıyla yeniden hayat bulmuştu. Bu çağrı en çok mazlumların, mustazafların, ezilmişlerin, kimsesizlerin, yalnızların, yoksulların dikkatini çekerken, en çokta o günün iktidar sahiplerinin tepkisine neden olmuştu. Peki neden?
Hz. Muhammed, (as) yaşanılan düzenin dışında, mevcut düzenin karşısında duran bir söylemle ortaya çıkmıştı. “Allah’ın yasaları”diyordu, “adalet”diyordu, “merhamet”, “hak-hukuk”diyordu. İnsandan bile sayılmayan kadınlara, kölelere, yetimlere, kimsesizlere “hakkını verin”,“kimseye haksızlık yapmayın” diyordu. Aslında kısacası demek istediği açıktı; “Bu düzeninizi değiştirin”, Allah’ın razı olacağı, referansının Allah’ın vahyi olan yeni bir düzen kurun diyordu. Birbirinize olan üstünlüğünüz, Allah’a karşı yerine getirdiğiniz sorumlulukla belli olur, üstünlüğün başka yolu yoktur diyordu.
Allah resulü, (as) geldiği toplumda, yeni bir düzen arayışına girmiş, bu düzen arayışında kendisine ve iman edenlere karşı yapılan insanlık dışı muamelelere karşı da, tevekkül odağı olarak sadece Allah’a ve Allah’ın vahyine sarılmıştır. Allah kendi nizamını, kendi düzenini kuracağı kullarından, kendi isteği doğrultusunda hareket etmelerini, gösterdiği usul üzerinde strateji geliştirmelerini istemektedir. Kendi usulü dışındaki usulleri kabul etmediği gibi, meyletmeyi de yasaklayarak sakındırmıştır. Bütün yeryüzünün yeni bir düzene kavuşması için, her şey o düzenin sahibi olan Allah’ın istediği gibi olmalıdır.
Müslümanların öncelikle tarihsel süreçte yaşadıkları, kendilerine ait olan tarihi, içtihatları, mezhepleri, alimleri, ne dini devletten ayırmış, ne de devleti dinden soyutlamıştır. Her daim ikisini bir bütün olarak değerlendirmiş, ikisini yalnız başına düşünmemiştir. Bunlar ifade edilirken de özellikle son Nebi Hz. Muhammed’in (as) Mekke ve Medine’deki davet ve davranışları, Mekke’de yaşanılanların ardından hicretle birlikte yeni bir yurt arayışından yola çıkılarak, Medine’de kurulan Peygamber Devleti örnek alınmıştır. İslam Dininin vecibelerini yerine getirmek için, yönetimlerinde hakkı ve adaleti sağlamak adına, her türlü gayreti göstermişlerdir.
İmam Maverdi, “Güç Devleti” ve “Güçlü Devlet” diyerek ikiye ayırdığı devlet olgusunu tanımlarken, bir güç devleti kurulduktan sonra, uyrukları ile olan ilişkisi bakımından yeni değerlendirmelere konu olmaktadır. Güç devleti, uyruklar ile kurduğu ilişkinin niteliğine göre ya “itaat devleti” veya “zorba devlet” haline dönüşmektedir. Eğer güç devleti, halka adil davranır ve güzel muamelede bulunursa “itaat devleti” haline gelmektedir. Buna karşılık eğer zulmeder ve haksızlık yaparsa, “zorba devlet” niteliğini kazanmaktadır. Mâverdî’ye göre, zulme dayanan güç devleti, yaptığı haksız uygulamaları nedeniyle kısa bir süre sonra yıkılmak zorunda kalmaktadır.
Peygamberden sonra gelen Raşit Halifeler, her biri birer misal teşkil edecek seçkin sahabeler, onlardan sonra gelen Peygamber varisi alimler sadece iman edenler için değil bütün insanlığa hakkı ve adaleti dağıtacak, referansını vahiyden alacak bir İslam Devletine ihtiyaç olduğu üzerinde ittifak etmişlerdir. Aynı ittifakla Allah’ın hükmünün, hâkimiyetinin, Kur’an’ın hükümlerinin ve Resulullah’ın (as) sünnetinin uygulanmasının gereği olarak ihtiyaç olduğu üzerinde görüş birliği yapmışlardır.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi insan için yaratılışından ihtiyaç duyduğu bir düzen arayışı ve düzeni sağlayacak belli bir organizasyona, kurum ve kuruluşa da ihtiyaç vardır. İnsanın bir düzen ve intizama ihtiyacı olduğunu ifade eden ulema bu konuda değerlendirmeler yaparken, insanın tek başına ihtiyaçlarını gideremeyeceği ve yaratılış gereği sosyal bir varlık olduğu üzerinde yoğunlaşmıştır.
İbni Haldun Mukaddimesinde bu noktaya işaret ederek geniş yer vermiştir. İnsan yaratılışının gereği olan imtihan sürecinde anne rahminden dünyaya gelişinde ve hayat boyunca ölümüne kadar hep kendisinden başkalarına ihtiyaç duyarak yaşamaktadır. Yani tek başına bir hayat ikame etmekten acizdir. İnsanın ise bu muhtaçlığı sadece bir topluluk olarak yaşarsa giderilebilecek türdendir. Yardımlaşma ve dayanışma, bulma-edinme ve paylaşma her türlü ihtiyacın adalet dairesi içerisinde giderilmesi için büyük ya da küçük bir topluluk içerisinde olmasıyla sağlanabilecek fıtri bir hakikattir.
Büyüklü-küçüklü de olsa başkalarıyla yaşamak belli teşkilatlanmayı, teşkilatlanma belli bir düzeni, düzen belli kurallar-kaideler manzumesinin bir araya toplanması anlamına gelir. Kurallar-kaideler manzumesi aynı zamanda bir yönetim idare, siyaset, hâkimiyet, hükümet, iktidar, devlet olmanın adıdır da. İşte insanlık tarihiyle birlikte başlayan fikirsel ve fiziksel çatışmanın merkezini de tam burası oluşturmakta, bahsedilen kurallar-kaidelerin meşruiyetini nereden kimden alacağı üzerinden yürütülmektedir. Otorite, devlet, krallık ya da adı ne olursa, itaat ve iktidar ilişkisinin sınırlarını belirleyecek referans kaynağı, otoritenin neye dayanacağı asıl çatışma merkezidir.
Resullerin hayatı, öne sürdükleri hayat tasavvuru, hangi dönem ve şartlarda olursa olsun aldıkları vahyin belirleyiciliğinde şahitlik bulmuştur. Fert ve kavim olarak vahyin emredici buyrukları çerçevesinde, hayatın nasıl tanzim edileceği, tanzimin esaslarının ne olacağı Peygamberler tarafından fiilen gösterilmiştir. Bu şahitlik esnasında hiçbir peygamber kendi döneminin iktidar sahiplerine, kapitalistlerine, mele takımına, belamlarına, hanedanına, kralına, kavmiyetçi asabiyesine itibar etmediği gibi itaat da etmemiştir. İtaat etmenin tam aksine, güç sahiplerinin karşısında aldıkları vahyi doğruların referansıyla kendi siyasetini oluşturup, o gün için toplumsal kabul gören itaat merkezini değiştirmiştir, değiştirmeye çalışmıştır.
Bu değişim aynı zamanda rububiyet, uluhiyet ve ubudiyet ilişkisinin de değişmesi anlamını taşımaktadır. Nebiler Allah’tan aldıkları vahyin doğrultusunda, hayatın bütün alanlarında Allah’ı tevhid etmeyi, bu tevhidin doğrultusunda bir düzen kurmayı teklif etmişlerdir. Bu teklifin sadece sözde kalmaması ve ameli boyuta taşınması, kurulacak düzende işe yaraması olmazsa olmazdır. Bu yönüyle de Allah’ı birlemenin pratik görüntülerinin her alanda kendisini göstermesi akidenin kurallarından kabul edilmiştir.
Gelişen Olaylara İslami Bakışın Adresi