Ebu Cehil deistti, diğer Mekkeli müşrikler de deistti, Allah’ın varlığına inanıyorlardı ama Hz. Muhammed’in Allah’ın elçisi olarak gönderildiğini kabullenmiyorlardı. Bunun tabii ki anlaşılır sebepleri vardı. Başta gelen sebebi, varlığına inandıkları Tanrı’nın gündelik hayatlarına karışmasını istemiyorlardı, O’nun ve elçisinin vaz’ettikleri ilkeler-hükümler, sosyo politik ve ekonomik hayat biçimlerinin değişmesini gerektiriyor ki, bu onların işine gelmiyordu.
Benzer durumda olan başka bir kişi Ebu Leheb idi; azgın, bencil, acımasız, istifçi ve inadi küfrün savunucusuydu, üstelik Hz. Peygamber’in amcasıydı. Ebu Cehil’de köle efendi eşitliğini reddetmesi yanında Nübuvveti kabullenmesi durumunda kendi aile ve aşiretinin maruz kalacağı onur kaybı söz konusu iken, ilk bakışta Ebu Leheb için kabile asabiyeti söz konusu görünmüyorsa da, gerçekte hidayeti reddetmesinde asabiyeti rol oynuyordu; nasıl ki, köle efendi eşitliği müşrik aristokratlar için bir problem idiyse, kabileler arası üstünlüğün kaldırılması da bir problemdi ve bu Muhammed yeğeni de olsa, Abduluzza bin Abdulmuttalib bin Haşim (Ebu Leheb)’in İslami tebliğe hasım kesilmesinde rol oynuyordu. Ebu Leheb’in Müslüman olması durumunda kayba uğrayacağı başka bir sebebi vardı, o da Mesed suresinin vurguladığı gibi gayrımeşru yollardan topladığı servetti.
Birçok tarihselcinin “1.400 sene önce ölmüş birinin (öl. H.2-M. 624) her gün kıyamete kadar ilahi mesaj sayılan bir Kitap’ta yer almasının manası nedir”, diye sorduklarına şahit olmuşum. Sonra şöyle devam ederler; “Adam/Ebu Leheb ne yapmışsa yapmış, hergün namazda okumak, onu ve karısını lanetlemek Kur’an’ın ne basit bir kitap olduğunu göstermez mi?”
Ebu Cehil’le ilgili söylediğimiz gibi Nemrut ve Firavun gibi Ebu Leheb de bir kişilik profilidir, 14 asır önceki Mekke’de görülüp orda kalmış değildir, evrensel bir profili temsil etmektedir. Bunun böyle olup olmadığına –hakkında inmiş bulunan Mesed Suresi üzerinden- yakından bakmaya çalışalım (x)
“1. Ebû Leheb’in iki eli kurusun; kurudu ya! 2. Malı ve kazandıkları kendisine bir yarar sağlamadı. 3. Alevi olan bir ateşe girecektir. 4. Eşi de; odun hamalı 5. (Ve) Boynuna bükülmüş bir ip (bağlanmış) olarak.” (111/Mesed, 1-5)
Bu kısa sûrede Peygamber Efendimiz (s.a.)’e aşırı düşmanlık gösteren Ebu Leheb ve karısının dünyada başına gelenler ve ahirette gelecekler anlatılır. Yüce Allah, bu karı kocanın yaptıklarından dolayı onları beddua ile kahretmektedir. “İki eli kurusun” şeklinde gelen beddua ifadesi Ebu Leheb denen önde gelen müşrikin kahrolması anlamına gelir. “Tebbe” ise haber cümlesidir. Yani olayın anlatıldığı gibi vuku bulduğu, ahirette de öyle vuku bulacağı haber verilmekte ve bu kesinlik dolayısıyla fiil dili geçmiş (mazi) gelmektedir. Ancak “iki el” metaforu Ebu Leheb ve benzerlerinin beyinleri ve bedenleri, düşünce ve eylemleriyle helâk olup cehenneme kendi ateşlerini taşıdıklarını da ima eder. İhbari olan bu surenin inişinden 15 sene sonra Ebu Leheb, sûrede anlatıldığı gibi ölmüş; malı mülkü, evlat ve itibarı ona herhangi bir fayda sağlamamıştır.
“Firavun’un hileli-düzeni, ‘yıkım ve kayıpta’ olmaktan (tebab) başka (bir şey) olmadı” (40/Mü’min, 37; 11/Hud, 101). “El’in kuruması”, insan eylemlerinin en önemli araçları olan ellerin bedeni, kişiliği, nefsi, öz varlığı simgeler. Burada mecaz-ı mürsel vardır yani parça zikredilip bütün kastedilmiştir. Araplar, “el (yed)”i özvarlık, zat anlamlarında kullanırlar: “(Ey insan) Bu, senin ellerinin önden takdim ettiklerindir. Şüphesiz Allah, kullar için zulmedici değildir” (22/Hac, 10).
Benzer bir ifade Ahd-i Atik’te de geçer. Hezekiel’den naklen “Bana 11. Senenin ilk ayının yedinci gününde gelen Allah’ın kelamı şöyle diyordu: ‘Ey İnsanoğlu! Mısır Firavun’un kolunu kırdım, iyileşmesin, kılıç tutacak kadar güçlenmesin, diye kimse onu sarmadı.’ Bu yüzden Rab şöyle diyor: ‘Mısır Firavun’na karşıyım. Her iki kolunu, sağlam olanı da, kırık olanı da kıracağım. Kılıcı elinden düşüreceğim.” (Hezekiel: 20-22.)
“Nizamu’l Kur’an ve Te’vili’l Furkan bi’l Furkan”ın sahibi Hamiduddin el Ferahi, sûrenin Ebu Leheb’e herhangi bir beddua ihtiva etmediğini söyler. Ferahi’ye göre söz konusu azılı müşrike yakıştırılacak en iyi sıfat “Arapların Firavunu”dur. Ebu Cehil ve Velid bin Muğire gibi mütegalibeden kişiler dururken, ona bu sıfatın yakıştırılmasının sebebi, onun ne din uğruna muhalefet etmesi ne Arap geleneğine göre Allah’a yakınlık kadar önem verilen akrabalık bağlarına değer vermesidir. Hayır, ikisi de değildir. Ebu Leheb, Kâ’be’nin koruyucusu ve emanetlerinden sorumlu kişiydi. Kâ’be’yi istismar ederek o kadar mal mülk sahibi olmuştu ki, bir türlü doymuyor, öyle ki Kâ’be’de bulunan altın ceylan bir heykeli çalmakla itham ediliyordu. Ezcümle Ebu Leheb’e zamanının “kutsalın veya dinin istismarcısı” denebilirdi. Ebu Leheb, Hz, Peygamber’in tebliğinin malını, servetini elinden almaya matuf olduğunu düşünüyor, bu yüzden belki de herkesten çok Tevhid dinine husumet gösteriyordu. Ebu Cehil kabile asabiyeti ve kibir, Ebu Süfyan liderliğin elinden alınması korkusuyla İslami davete muhalefet gösterirken, Ebu Leheb servetinin elinden alınmasından korkuyordu.
Ancak Ferahi’nin anlattıkları doğru olmakla beraber bu, sûrenin Ebu Leheb ve karısını ağır bir üslupla tahkir ettiği veya ona beddua ettiği fikrine halel getirmez. İbn-i Abbas’tan gelen rivayete göre, Hz. Peygamber, ilk defa Mekkelileri Safa tepesine toplayıp, “-Ben size Allah’tan gönderilen bir uyarıcı-korkutucuyum” diye hitap ettiği zaman, Ebu Leheb, kızgınlıkla “-Helak olasın, ziyan olasın (tebalek), bizi bunun için mi topladın?” diye karşı çıkmıştır. (Bkz. Buhari, Tefsir, 111; Müslim, İman, 355.
Ayetin de açıkça haber verdiği üzere (“kurudu ya” yani “kahroldu da”!) Ebu Lehep, müşriklerin ağır yenilgisiyle sonuçlanan Bedir savaşından yedi gün sonra üzüntüsünden hastalanıp Ades adı verilen veba veya çiçek hastalığından ölmüş, cesedi üç gün evinde kalmış, sıcakta kokmuş, etrafı rahatsız edecek hale gelince ücretle tutulan siyahi köleler tarafından sopalarla itilerek yüksek bir tepede kazılan çukura atılıp gömülmüştür. Üzerine taş atarak gömülmüştür ki, birine bu tarz taş atılması lanete maruz kaldığı anlamına gelir. Şüphesiz bu, kendi toplumunun aristokratı olan bir kişinin başına gelebilecek en büyük felakettir.
Ebu Leheb zengindi. Bir kantar altını olan dört kişiden biriydi. Diğer iktidar seçkinleriyle birlikte Mekke’ye bir şekilde akan gelirin önemli bölümüne el koyuyordu. Anlaşıldığı kadarıyla bu servetini kendisine kalan miras yanında bu şekilde –yolsuzluk yaparak, kutsalı sömürerek ve çalarak- kazanmış, elde etmişti. Başka bir ifadeyle bu, eşitsiz ve adaletsiz bir gelir bölüşümünün sonucu olan bir kazançtı. Yine de serveti, onu içine düştüğü trajik durumdan kurtarmaya yetmedi; ahirette uğrayacağı şiddetli azaptan kurtarmaya hiç yetmeyeceği ise kesin hakikattir.
Mekke’nin belli başlı zenginlerinden biri olan Ebu Leheb aynı zamanda çok cimriydi. Öyle ki, Bedir Savaşı’na Kureyş’in bütün ileri gelenleri gittiği halde, o, dört bin dirhem alacaklı olduğu As bin Hişam’ı göndermişti. Bu yolla, hem savaşa katılma riskinden kurtulmuş hem da alacağını tahsil etmişti.
İbn-i Abbas’a göre, buradaki “kazandı”dan kasıt Ebu Leheb’in çocuklarıdır. Bir keresinde şöyle demişti: “Eğer yeğenim (Muhammed) doğru söylüyor ise çoluk çocuğumu, malımı fidye verir kurtulurum!” Ayet, çocuk ve malın kurtuluş fidyesi olamayacağına işaret etmektedir. Suç şahsi olduğu gibi ceza da şahsidir(6/En’am, 164). Ayrıca Allah’ın çocuğa ve mala ihtiyacı yoktur. Dünya şartlarında çocuk, beşeri nüfuz, makam, statü, şöhret, yandaş, servet vb. birtakım kapıları açan anahtar olur ama Allah katında bunların bir değeri yoktur. (60/Mümtehine, 3-4.)
Benzer trajik bir akıbet karısı için de söz konusudur. Ebu Leheb’in karısı Mekke’nin önde gelen aristokrat kadınlardan olmasına rağmen, Kur’an, onu boynuna liften yapılmış urgan (ip) bağlanmış olarak odun taşıyan ikinci sınıf insanlar gibi tasvir etmektedir. Her ikisi de alev alev yanan, parladıkça parlayan ateş ehlindendir. İki insanın, İslamiyet’e ve Hz. Peygamber (s.a.)’e gösterdikleri düşmanlık ve nefretin şiddeti, cehennemde içinde yanacakları ateşin alevini ve şiddetini körüklemektedir.
Ebu Leheb’in künyesi Ebu Utbe’ydi. Hem ismi ile verdiği tepkileri, hem lakabı ile akıbeti arasında ilginç bir ilişki vardır. Hz. Peygamber, “Allah’ın birliği” inancını yaymaya başladığında “Uzza putunun kulu (Abduluzza)” olarak isim alan Ebu Leheb, bunu ağır bir çağrı olarak algılamış, muhtemelen yeni dini kabul etmesi durumunda ismini değiştirmek zorunda kalacağını düşünmüştür.
Hz. Peygamber (s.a.), ilke olarak isimlere karışmazdı ama mesela Abduluzza (Uzza’nın kulu) veya Abduşşems (Güneşin kulu) gibi şirk ve puta tapıcılık ifade eden isimleri değiştirir, genellikle Abdullah (Allah’ın kulu), Abdurrahman (Rahmanın kulu) türünden isimlerin verilmesini isterdi. Çocuklara da bu isimlerin verilmesini tavsiye ederdi. İsim önemlidir, çünkü kişinin ismiyle müsemma olması arzu edilir ve bazen isim gerçekten kişiliğin teşekkülünde, karakter üzerinde etkili olur. Kişinin ismi ile müsemma olması Ebu Leheb’in hayatında geçerli olmuştur. Bu açıdan çocuklara isim verirken, isimlerin anlamlarını, neye çağrışım yaptıklarını iyi düşünmek gerekir.
“Ebu Leheb”e “Alevin babası” künyesinin verilmiş olmasının sebebi Ebu Cehil’de olduğu gibi edebi bir sanatla onu küçük düşürmektir. Bir anlatıma göre de, Ebu Leheb yakışıklı bir adamdı, yüzü alev gibi parlıyordu, belli ki çok iyi besleniyordu, bu yüzden ona “Alevin babası” denmiştir. “Alevin babası” lakabı da, zamanla kişiliğinin ateşten elbise giymesine yol açmış, ne zaman İslam’ın hakikatleriyle karşılaşsa, öfkesinden yüzü alev gibi parlamıştır.
Onun kişilik profilini anlatan kaynaklar Ebu Leheb’in hemen kızan, sinirlenen, alev gibi parlayan yani ismiyle müsemma biri olduğunu kaydeder. Karısı bilinçli, sistemli ve amaçlı bir biçimde onu kışkırtır, parlamasını sağlar, provoke eder, deyim yerindeyse ateşe körükle giden biri olarak sahnedeki yerini alır. Bir kadın olarak yapmaya gücünün yetmediği her kötülüğü kocasına yaptırırdı.
Mesed Suresi, hem tarihsel hem evrensel boyutu olan bir olayı ve olayın içinde yer alan aktörlerin kişilik profillerinden söz etmektedir. Ebu Leheb her dönemde rastlanabilecek bir kişilik profilidir, bugün de yeryüzü Ebu Leheblerle dolu. Ebu Leheb’e deam edeceğiz.
(x) İki bölümde ele alacağımız bu kişilik profiliyle ilgili daha geniş bilgi için bkz. Ali Bulaç, Kur’an Dersleri/Tefsir, Çıra y. İstanbul-2016, VII, 553-562.)
ALİ BULAÇ
MİRATHABER.COM -YOUTUBE-
Çok güzel bir yazı olmuş üstadım. Elinize sağlık.