İngiltere’nin Koronavirüs Stratejisi: Topluma Yayarak Sürü Bağışıklığı Kazanmak
İngiltere, yeni tip koronavirüs Covid-19 ile mücadelede sürü bağışıklığı yöntemini denemeyi planlamaktadır. Sürü bağışıklığı ile risk grubu düşük olanların virüse yakalanması ve böylelikle virüse karşı toplumsal bağışıklığın artması amaçlanıyor. Yaşlı ve hastaların izole edildiği bir ortamda özgürlükleri kısıtlanmadan hareket edecek olan düşük risk grubundaki kişilerin en az yüzde 60’ına virüs bulaşması toplumsal bağışıklık için yeterli kabul ediliyor. Ağır vakalar haricinde virüs testinin yapılmaması politikası da uygulamada. Tüm bunların, İngiltere’de milyonlarca kişinin Covid-19’e yakalanma riskini arttırmasından endişe ediliyor.
Ey Koronavirüs! Sayende Batı’nın Sosyal Darvinizm Maskesini Görebildik
1910–1940 yılları arasında sosyal darvinizmin sözde bilimsel şekli olan öjenik görüşler, özellikle Almanya, Büyük Britanya ve ABD’de değişik isimler altında örgütlenebilmiştir. Öjenik hareket, başlangıcından beri beyaz ırkın ve özellikle Anglosakson kültürüne ait insan tipinin diğer ırklardan daha üstün olduğunu ileri sürmüştür. İngiltere’de öjenik görüşleri yayan darvinizmin kurucusu Charles Darvin’in yeğeni Sir Francis Galton’dur. Sir Galton, kendi aile soyunun çok üstün olduğuna dair araştırmalarda bulunmuştur.
ABD’de ise öjenik hareketin başında ise “Eugenics Record Office” kurucusu Charles B. Davenport bulunmuştur. ABD’de öjenik, bilimsel düşünce ve biyolojik-genetik araştırma faaliyetleri olmanın ötesinde kamuoyunu etkilemeye ve sosyal hukuk sistemini ırkî esaslara göre biçimlendirmeye uygun bir araç olarak kullanılmıştır. ABD’de 1911–1930 yılları arasında 24 Eyalette yaşlı ve engelli haklarına aykırı fakat öjenik ilkelere uygun değişik kanunlar kabul edilmiştir. Mesela marjinal gruplar olarak kabul edilen engelli, yaşlı, hasta ve suçluların kısırlaştırılması veya ötenazi ile öldürülmesi gündeme getirilmiştir. 1924 yılında öjenik taraftarlarının lobi baskılarıyla “Johnson Act” olarak anılan kanunla “temiz Amerikan ırkını zehirleyebilir” düşüncesiyle Doğu Avrupa ve Akdeniz Ülkelerinden gelen göçmenlerin ABD’ye girmeleri yasaklanmıştı.
O dönemlerde benzer ırkçı görüşler, Avrupa yakasında da baş göstermeye başlamıştır. Mesela Almanya’da Hitler’in önderliğinde Nasyonal-Sosyalist bir parti, seçimle iktidara gelmiş ve faşist bir rejim kurabilmiştir. Hitler Almanya’sında toplama kamplarında ırkî ve dinî yönden öteki olarak kabul edilen sadece Yahudiler topluca yakılmamıştır. Aynı zamanda, Alman ırkına mensup olduğu halde sağlıklı ve güçlü bir bedene sahip olmayan bunamış yaşlılar ve zihinsel engelliler de bu despotik rejimin kurbanı olmuştur. Hitler’in sağlıklı nesil oluşturma hayaline ters düşen yaşlı ve engelliler, temerküz kamplarında hekimler tarafından kobay olarak kullanıldıktan sonra bu sefer Ortaçağ’da olduğu gibi tek tek açık meydanlarda değil, daha az maliyetli olarak topluca fırınlarda yakılmıştır.
21. asırdayız. Ama korona virüsün meydana getirdiği bu olağanüstü dönemde Batı toplumların en zayıf halkası olan yaşlıların hayat hakkı yine tehlikeli bir raddeye gelmiştir. Bunda aslında sosyal darvinistçi/öjenik görüşlü olan ama bu sefer kendilerini Bio-Etikçi (Biyoloji-Etikçisi) olarak takdim eden pozitivist bilim insanlarının rolü büyüktür. Bunlardan birisi de Avustralyalı “tıp etikçisi” Peter Singer’dir. Yaşlıların ve hastaların yaşamalarına kanunî sınırlamalar getirilmesi gerektiğini savunan Singer, görüşlerini kabul ettirebilmek adına ahlâk ve toplum değerleri bakımından çok kaygı verici bir yaklaşımla, insan ve şahıs kavramlarını birbirinden ayırma gayretlerinde bulunmaktadır.
Ona göre, ağır derecede engelli ve bakıma muhtaç yaşlı bir insan, konumu ve fonksiyonu gereği şahsiyetten ve haysiyetten uzak bir hayat yaşamaktadır. Dolayısıyla normal insanî vasıflarını ve yeteneklerini yitirmiş böyle bir insan, yaşama hakkından da mahrum edilmelidir. Singer, bir yazısında açıkça şunları dile getirmektedir:
“Sakat olarak dünyaya gelen bebeklerin ötenazisi (kimseye danışılmadan aktif olarak öldürülmesi) burada yeterince müzakere edilmeyecek kadar girifttir. Ancak meselenin özü tabiî ki bellidir: Engelli bir bebeğin öldürülmesi, moral (değerler) açısından bir şahsın öldürülmesi ile kıyaslanamaz. Haddizatında bu öldürme işlemi, çoğu kez haksız bir eylem bile sayılmaz”.
Bu fikirler, ileri yaşlı ve hasta olanlar için de aynen geçerlidir. Bu düşüncelerin perde arkasında aslında maddeci, hedonist ve faydacı bir dünya görüşün sosyal hayata somut bir şekilde nasıl yansıdığını görmek mümkündür. Nitekim Singer, ekonomik rasyonaliteye dayanan pozitif dünya görüşünü, aşağıdaki beyanından da anlaşılacağı gibi hiçbir surette gizlememektedir:
“Eğer, sakat bir çocuğun öldürülmesi, sağlıklı olarak doğacak başka bir çocuğun mutluluğuna daha çok katkı sağlıyorsa, mutluluğun toplam değeri sakat çocuğun öldürülmesinden dolayı daha da artacaktır”.
Sağlık hizmetlerinin, öncelikli olarak engelli ve yaşlı olmayan sosyal gruplara ve özellikle genç insanlara götürülmesi gerektiğini savunan Singer’in görüşleri, ne yazık ki aile mefhumunun ve bununla birlikte sosyal dayanışmanın kaybolduğu çağdaş Batı toplumlarında revaç görmektedir. Nitekim Büyük Britanya, Singer’in sosyal darvinist görüş ve önerilerini, Koronavirüs sayesinde kendi ülkesinde uygulamaya koymaktadır.
Batı dünyasında temel ahlâkî, insanî ve manevî değerlerin materyalist düşüncelerin karşısında gittikçe erozyona uğraması neticesinde toplumun en zayıf kesimleri bundan en fazla zarar görmektedir. Hele hele, post-endüstriyel (sanayi sonrası) ve modern toplumların vazgeçilmez bir kültü haline getirilen yüksek performans beklentisinin karşısında sosyal darvinistçi kafalar tarafından yaşlılar, adeta “fayda sağlamayan” lüzumsuz varlıklar olarak görülmektedir.
Yaşlıların yaşama hakkının tartışılabilir olması, aslında Batı toplumları için yeni bir olgu olmadığını rahatlıkla söylemek mümkündür. Ortaçağda cehaletin ve bâtıl inançların gölgesi altında bunama hastalığına yakalanmış yaşlı insanlar, diri diri yakılmıştır. Yüz yıl evvel aynı teşebbüsler, sosyal darvinizm veya öjenik cereyanları aile hayatiyet bulmuşken, bugün de aynı girişimler, bu sefer daha masummuş gibi görünen Bio-Etik maskesi altında Koronavirüs üzerinden gerçekleştirilmek istenmektedir.
Bilindiği gibi, sosyal darvinizm, tabiatta olduğu gibi, toplumlarda da kıyasıya bir var olma mücadelesinin yapıldığını veya yapılması gerektiğini ileri sürer. Bu itibarla, sosyal mücadele bir tekâmül şeklinde cereyan ederken, bu süreçte tabiî ayıklanma yoluyla güçlüler hayatta kalır, zayıflar, acizler ve sisteme ayak uyduramayanlar yok olup gider. Bio-Etik ise, toplumun sağlıklı insanlardan oluşması için, gerektiğinde bu şartlara haiz olamayanların modern tıp teknolojisi sayesinde “insancıl” yöntemlerle öldürülmesini savunmaktadır.
Maddeci dünya görüşüne sahip tıp etikçileri “insancıl ölüm” gibi kulağa hoş gelen ifadeler kullanarak, birlikte dayanışma içinde yaşama ve yaşatma kültürü yerine “öldüren kültürü” benimsemelerini, insanlık adına sağlıklı bir gidişat olarak görmek mümkün değildir. Korona virüsün yaşlıları öldürmesine göz yummak, tıbbın “hayat verici” istikametinden vazgeçmek anlamına gelmektedir. Sevinsin pozitivist ve bio-etikçi tıpçılar ve siyasetçiler. Ötenaziye gerek kalmaksızın Koronavirüs sayesinde binlerce yaşlının ölümüne seyirci kalarak, sebebiyet vereceksiniz.
Ey Koronavirüs! Sayende Batı’nın medeniyetten ne kadar uzak olduğunu görebildik. Sayende Batı’nın sosyal darvinizm maskesini görebildik…
Prof. Dr. Ali SEYYAR
Gelişen Olaylara İslami Bakışın Adresi