Akıl almaz bir dönüşümün ve savrulmanın şiddetli fırtınaları esiyor. Daha dün denecek kadar yakın bir zamanda bize hakkı ve hakikati, batılı ve zulmü, beşeri ideolojilerin, dünyevi iktidarların taguti nizamlar olduğunu öğretenler, ne hikmete şimdi başka şeyler söylüyor. Sultanın sofrasının yakıcı rüzgârından alabildiğince kaçanlar, şimdi aynı sofradan balı kaymağı ekmeğine sürüp yiyorlar.
Durduğun yerde durabilmenin, hakikate yaslanmadan imkânsız olduğu malumdur. Zira hakikat hakikattir. Hakikatin vahiydir, verilidir. Sonradan üretilme, insan ürünü değildir. Fakat postmodern cahili dönemde her şeyi birbirine girdi. Artık üretilmiş değerler verili olanların önüne geçti. Hakikat itibarını kaybetti. Herkes durduğu yeri terk etti.
Terk etmenin her türlüsünü yaşıyoruz. Ekonomik olarak, sosyolojik olarak, siyasi olarak, aileler olarak, arkadaş eş-dost olarak, fikri düşünsel olarak. Akla gelebilecek ne türlüsü varsa, olduğun yerde durmanın imkânsızlığını en deruni şekilde hissediyoruz.
Aynı yerde olmak, aynı düzende istikrarı korumak bir zamanlar matah birşeydi, şimdi kerih görülemeye başlandı. “Hala sen orda mısın?” Olduğun yerde duramamanın en can yakıcı olanı, tarifinde yeterli ifadelerin bulunmadığı ideal değerlerin sürece uyarlanması, mevcut olanın kuşatıcı atmosferini derinlemesine teneffüs etmesidir. Hiçbir zaman ve mekânda asla değişmeyecek değerlerimizin olduğu düşüncesi makbul iken, şu yalan dünyada, her şeyin değiştiğine dair kanaat kanıksanmış oldu.
Yan yana durmaktan hicap ettiği kişilerle, önünden geçmeyi bile kerih gördüğü kurum ve kuruluşlarla, haşır-neşir olması, daha da ilerisine bile cevaz bulması, bu günlerinde gelip geçici olduğunu unutması, bir Müslümana dert olup da yetmez mi? Siyasi entrikalara sessiz kalması, saman altından su yürütmesi, hile-i şeriyye diyerek her türlü haltı yemesi neyle izah edilebilir? Artık ben anladım ki; daha iyi olmaktan önce, cesaretini kaybetmeden olduğun yerde sabitkadem durabilmek, başlı başına bir başarı. Neyimiz vardık ki kaybettik de, geri almak için her şeyimizle caiz olmayan usullerle seferber oluyoruz? Müslümanlığımızla bir hak ediş elde edemeyenler olarak, başımıza kakılarak verilenlerin kaybedilmesi gibi sıkıntı olabilir mi? Kazanılmışları (!) kaybetmeme (!), açılan alanları (!) daraltmama gibi temeli vesveseye dayanan önermeler, aslında neye tekabül ediyor hiç düşünmüyoruz.
Allah’ın nimetinin ne olduğunu bile derinlemesine düşünebilme melekemizi yitirdik. Ya da yitirmedik de işimize öyle geldi. Nimet olarak sadece bu dünyayı ve içindekileri görür olduk. Müslümanlar olarak bundan sadece, Allah’ın kendilerine verdiği özellikle maddi nimetleri en iyi şekilde taşımalarının mutlak emir olduğuna inanır olduk. Oysa Allah’ın kuluna lütfettiği en büyük nimet iman nimetiydi. Allah öncelikle kulunun üzerinde iman nimetinin şahitliğini görmek istiyordu. Esas görülmek istenen “Hakikatin şahitleri olmaktı.”
Lakin bu esas ıskalanınca, son dönemde nur topu gibi bir burjuvazi sınıfı türedi. Burjuvazi sınıfının geniş anlamlısını düşünün. Sadece maddi anlamda şekilsel olarak değil, düşünsel olarak da burjuvazinin temsil ettiklerini taşır olduk. “Ben kazanıyorum, istediğim gibi harcarım” moduna girerken, “senin gibi düşünmüyorum”lar, kestirmeden ihtilaflarımızı körükleyen kişisel tercihlerimiz haline geldi. Eskimeden bir başka pantolon gömlek almayı, evimizin eşyalarını değiştirmeyi idealist tasavvurumuzda ahlaki bulmazken, gardıroplarımız giyemeyeceğimiz kadar çaputla, eskitemeyeceğimiz kadar ayakkabıyla, marka tutkumuzu alenen ifşa eden etiketli tüketim ürünleriyle doldu. Başörtüsü reklamı vardı bir zamanlar; lüks arabadan inen çağdaş tesettürlü kadın, eşarbın reklamını “farlı dünyaların başörtüsü” diye yapıyordu.
Bu yönümüz böyle olduğu gibi, savunmacı refleksimiz amellerimizin yanlışlığını meşrulaştırmak için durmadan bizi ayartarak, dünyanın değiştiğinin, hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığının vesvesesi ile ilkeye sadakatten uzaklaştırdı. Kimimiz demokrat Müslüman, kimimiz, kemalist Müslüman, kimimiz milliyetçi Müslümanlar haline dönüştük. Hatta sosyal demokrat Müslümanlar bile ortaya çıkmaya başladı. Süreç biraz daha böyle giderse korkulur ki, ateist Müslümanlar bile çıkacak gibi görünüyor.
Kalem ve söz erbaplarında bunu görebiliyoruz. Cahili statükoya akıl veriyorlar, maslahatı getirip getirip bir meşrulaştırıcı argüman olarak insanların önüne koyuyorlar. Cahili düzen bizim (!) oldu. Yasirler, Sümeyyeler, Ebu Zerler, Ebu Hanifeler, Hasan Basriler, Bilaller tarihsel. Hz. Resulullah (as) Ebu Cehil’le neden savaşmıştı? Hz. Ömer devasa bir devleti yönetirken, neden hep aynı mintanı giymişti? İkinci Ömer neden bütün varlığını terk etmişti? Onlar hep oldukları yerde durabilmeyi, her şey değişse de, ideallerinde asla değişmemeyi başarabilmişti.
Müslümanların kendisinden başlayarak, şimdiki zihin yapımıza ütopya gibi gelen “dünyayı değiştirmek” gibi hedefleri vardı. Bu hedefe kendisini kilitleyen, beslendiği kaynakları vardı. Uleması, fakihleri, münevverleri, bir cemaati, birbirine sıkı sıkıya bağlı hukuku vardı. Bahçesi geniş evlere, geniş aile yapılarına, nine-dede-evlat-torun birlikteliğine, mahrem olan çıkmaz sokaklara, çocukların oynadığı geniş ovalara sahipti. Artık aydın-entelektüel öngörüleriyle hayatın manasına yeni bir yorum getirildi. Mütevazi evlerimizin yerine devasa apartmanlarla beton medeniyeti kurulurken, mahremiyetimizin saklandığı çıkmaz sokaklarımız bulvarlara bağlandı. Çocuklarımız için kreşler, yaşlılarımız için terk edilmişliğin yeri olan huzurevleri kuruldu.
İslam yoksa insan olmak nasıl mümkün? “Önce insan olacaksın sonra Müslüman” nasıl bir çarpık yaklaşımdır? İnsanı insan yapan İslam değil midir? Adaleti asli hüviyetine kavuşturan İslam değil midir? İslam’dan bağımsız adalet, İslam’dan bağımsız merhamet, İslam’dan bağımsız iktidar, İslam’dan bağımsız siyaset, İslam’dan bağımsız herhangi bir düşünce ve eylem neye tekabül eder? İslam, herhangi bir isimle ya da kavramla yan yana kullanıldığında, kendisinden sonra gelene anlam verir. Müslüman İslam’a teslim olandır. İslam’ın adaleti, adalete rengini İslam’ın verdiği adalettir. İslam ahlakı, ahlakın ne olduğunun tanımını İslam’ın yaptığı ahlaktır. Belirleyici olan, dönüştüren, yeniden tanımlayan, ıslah eden, ıslah olmayacaksa ret ederek yenisini inşa eden İslam’dır.
Hayatının geçmiş dönemlerinde Laik seküler taguti düzenlere sürekli eleştiri getirip, Müslümanın asıl muradını zikredenlerin, son dönemde sürekli adalet talepleri, insan ve ahlak tanımları, merhamet anlayışları nasılda dönüştü? İnsan elbette değişir, dönüşür. Lakin değişmeyen dönüşmeyen özünü koruyarak bunu gerçekleştirir. Hakikatin dönüşmeyen, şekil değiştirmeyen yüzü vardır ve hakikat kaybedildiğinde yeniden aranacaksa, kendi geleneği içinde aranır. Değişimin meşru zemini bulunamazsa, değişmekten öte ifsadın yolu açılır. Değişim arayışımız ve çağrımız, kabullerimizi kullanışlı hale getirdiğinde, insanlığa karşı rahmetin elçisi olmak idealimiz ikna ediciliğini yitireceği gibi, bizi de basitleştirecektir. Olduğun yerde durmak bu sebepten değişmeyen yönünü muhafazayı önceler.
YAKUP DÖĞER
MİRATHABER.COM -YOUTUBE-
Bu video bize BELAM başlığı ile gönderildi. BEL’AM için Diyanet İslam Ansiklopedisine baktığımızda şu açıklamayı…
Seçilmiş Cumhurbaşkanımızın katıldığı merasimden sonra bir gurup teğmenin sonradan korsan yeminle Mustafa Kemal’in askerleriyiz diyerek…
İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) Meclisi’nde alınan kararla su fiyatlarına %17,5 zam yapıldı ve her ay…
İstanbul' da Şiddetli lodos, Marmara Bölgesi'nde deniz ulaşımını sekteye uğratmaya devam ediyor. İstanbul, Bursa ve…
Ebu Cehil deistti, diğer Mekkeli müşrikler de deistti, Allah’ın varlığına inanıyorlardı ama Hz. Muhammed’in Allah’ın…
Önceki yazımızda Yûsuf 12/76 ayetini kısmen ele almıştık. Bu yazımızda ise ayetin ele almadığımız yönleri…
View Comments