Fakirlik, dinî hayatımızda yeterince anlaşılamayan kavramlardan biridir. Bunun da sebebi, fakirliğin Türkçedeki anlam içeriği ile Kur’an’daki anlam içeriğinin birbirine karıştırılmış olmasıdır. Türkçede fakir, yoksul, fakirlik ise “yoksulluk” anlamına gelirken; Kur’an’da fakir “muhtaç olan”[1]; fakirlik ise “muhtaç olma”[2] “anlamlarına gelmekte; gani -muhtaç olmama anlamının karşılığı olarak kullanılmaktadır. Nitekim aynı kökten türetilmiş olan müstağni kelimesinin anlamı da “Herhangi bir şeye ihtiyacı olmayan, elinde olanla yetinen, sahip olduğu şeylerle iktifa edip başkalarından bir şey beklemeyen” demektir.
Fakirlik, Allah’a ve Allah’ın haricindeki varlıklara muhtaç olma şeklinde ikiye ayrılır. “Allah’a muhtaç olma”,- insanlar ne kadar zengin olurlarsa olsunlar, ne kadar servetleri bulunursa bulunsun-, Allah’ın rahmetine, merhametine, lütfuna, affına muhtaç olma demektir. Nitekim “Ey insanlar, siz Allah’a muhtaçsınız, Allah ise size muhtaç değildir’’[3] ve “ Allah hiçbir şeye muhtaç değildir, ama siz O’na muhtaçsınız”[4] ayetlerinde geçen fakir kelimesi, bu anlamdadır. Bu anlamda fakr, her durumda Allah’a muhtaç olma demektir. “Rabbim, bana indireceğin her hayra muhtacım”[5] âyeti de bunu ifade eder.
Mahir İz Hoca “Tasavvuf” isimli kitabında, “Tarikatta bu kelime yanlış telakkilere uğramıştır. Sebebi de, fakr kelimesinin Türkçe ‘de kullanıldığı mânâ, Arapça’ da metinlere tatbikten ileri gelmiştir. Bu yüzden önce hadis olarak meşhur olan “ el-Fakru Fahrî/ Fakr ile iftihar ederim” cümlesindeki fakr, yoksul manasına alındığı için bu yanlışa düşülmüş, hatta edebiyat-ı sôfiyede öylece intikal etmiştir ”[6] diyerek bu konuya dikkatimizi çeker. Gerçekten de “züht” anlayışına bağlı olarak, belli dönemlerde “fakirlik”, hadis diye nakledilen “el-fakru fahrî/fakirlikle ile iftihar ederim” sözü, yoksul mânâsına alındığı için, böyle bir anlayışın gelişmesine yardımcı olmuştur. Allah’a muhtaç olma anlamında anlaşıldığı takdirde bu sözde bir sorun gözükmemektedir. Sorun bu sözün yoksulluk manasında anlaşılmış olmasındadır. Yoksulluğun övünülecek bir tarafı yoktur. Zira İslam, yoksulluğu değil, yoksulu destekler ve onun yoksulluktan kurtulmasını teşvik eder. Nitekim Hz. Peygamber, bu tür fakirliğin/ başkalarına muhtaç olmanın şerrinden Allah’a sığınmış,[7] fakirlikle küfrü birlikte zikrederek[8] fakirliğin insanı küfre düşürebileceğini imâ etmiştir
Allah Tealâ da Hz. Peygamber’e verdiği nimetleri sayarken, onu fakirlikten kurtarıp zengin ettiğini hatırlatarak, “Seni fakir bulup zenginleştirmedi mi?”[9] der. Bu ayetin de içinde yer aldığı Duha suresinin sonunda ise kendisine verdiği bu nimetlerin Hz. Peygamber tarafından anlatılmasını da ister. Dolayısıyla fakr, Allah’a muhtaç olma anlamında yerilen değil, övülen bir durumu ifade eder. Çünkü Allah, hiçbir şeye muhtaç değil, ama insan Allah’a muhtaçtır. Allah’tan kendisini müstağni sayanlar ve O’na bir ihtiyacının olmadığını düşünenler, hayatlarını kendilerine zehir eden insanlardır. Bu nedenle mutsuz ve huzursuzdurlar. Kur’an, böyle insanlar için, hayatın zor ve sıkıntılı olduğunu haber vererek, insanlardan böyle bir tavır ve tutum içinde olmamalarını özellikle talep eder.[10] Nitekim “Kim beni anmaktan yüz çevirirse, mutlaka sıkıntılı bir hayatı olacaktır”[11] ayeti bunu açıklar. Allah, kendisini unutanları unutur, [12] bu nedenle Allah’ı unuttuğu için Allah’ın da kendilerini unuttuğu kimselerden olmamamızı arzu eder.[13]
İnsanın Allah dışındaki varlıklara muhtaç olması ise övülen ve takdir edilen bir durum değildir. Nitekim Mehmet Akif,
“Kim kazanmazsa bu âlemde bir ekmek parası,
Dostunun yüz karası, düşmanının maskarası” diyerek bir başkasına muhtaç olmayı yerer. Ancak muhtaç olma, durumsal olduğu için süreklilik arz etmez. Çalışma ve gayret ile fakirliğin/muhtaç olmanın telafisi mümkündür. Bu nedenle İslam, insanın çalışmasını ve çalışarak ihtiyaçlarını gidermesini emretmektedir. Çalışmak ve kazanmak, İslam’ın en temel prensiplerinden biridir: “ İnsana ancak çalıştığının karşılığı vardır”[14] ayeti bunu açıklar.
İslâm, zekat, hac, sadaka ve karz-ı hasen’i emretmekle asgari hayat standartlarının altında kalmamayı, dolayısıyla bu ibadetleri yapabilecek bir servete sahip olmayı da onaylamış olmaktadır. Hz. Ömer’in “Hiçbiriniz; Allah’ım bana rızık ver, diyerek, çalışıp rızık aramaktan geri durmasın. Bilin ki, gökten ne altın yağar, ne gümüş. Allah Teâlâ’nın; “Cuma namazı kılınınca yeryüzüne dağılın, Allah’ın fazlından nasip arayın”[15] buyurduğunu görmüyor musunuz” dediği nakledilir. Allah Tealâ, bildiğimiz ve bilmediğimiz düşmanlarımıza karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet hazırlamamızı emreder.”[16] Hz. Peygamber de kuvveti “ atmak” olarak açıklar. O dönemde atmak, ok, mızrak ve mancınık gibi araçlar olsa da, günümüzde bunlar da ayetin anlamına dahil olmak üzere her türlü harp araç ve gereçlerini de kapsar. Bunları yapabilmek için önce onların bilgisine sahibi olmak, sonra da üretimine geçmek gerekir. Bu da ancak çalışmakla mümkündür.
İslam, zenginliğin karşısında da değildir. İslam’ın karşı olduğu, zenginliğin kötüye kullanılması, “mütreflik” yani zenginlik nedeniyle şımarma[17] ve mallarıyla öğünmedir[18]. Bazı hadislerde yer alan şükreden zengin ve sabreden fakirden maksat zenginin daha çok şükre, fakirin ise daha çok sabra ihtiyaç duyacağından dolayıdır. Zira hem zenginin hem de fakirin, sabra ve şükre ihtiyacı bulunmaktadır. Üstünlük ve fazilet, ne zenginlikte ne de fakirliktedir. Asıl üstünlük takvadadır.[19] Çünkü Allah, hem fakiri hem de zengini imtihan etmektedir. Fecr suresinin 15-17. âyetlerinde, insanların imtihan edildiği, ancak onların yetimleri korumadığı ve fakirleri yedirmede birbirlerini teşvik etmedikleri de anlatılmaktadır. Bu teşvikin temel amacı, insanları içinde bulundukları kötü durumdan kurtarmaktır. Dolayısıyla insanları, fakirlikten kurtarmak isteyen bir dinin, fakirliği teşvik ettiği söylenemez. Sadece fakirlerin Cennete gideceği anlayışı da doğru değildir ve gerçeği yansıtmamaktadır. Zira Cennetin yolu, ne fakirlik ne de zenginliktir. Cennette giden yol, iman, ahlak, amel-i salih, takva ve ihlastan geçmektedir.
Servet, İslam’a göre amaç değil, Allah’a götüren bir araçtır. Zira ne fakirlik ne de zenginlik Cennetin ön şartıdır. Kur’an, zengin olduğu halde servetini amaç edindiği için Cehenneme giden Karun’u; buna karşılık servetini Allah’a ulaştıran bir araç olarak gördüğü için O’nun rızasına nail olan Hz. Süleyman’ı örnek olarak gösterir. “ Süleyman: ‘Doğrusu ben bu malları, Rabbimi anmayı sağladıkları için severim’ demişti”[20] ayeti bunu açıklar.
Bu nedenle sufî anlayıştaki, “Malı cebine koy, ama kalbine koyma” anlayışı, İslam’ın servete bakış açısını da ifade eder. Servet helalinden kazanılacak ve aynı zamanda da paylaşılacaktır. Müslüman, ne cimri olacak ne de müsrif biri.[21] Bu nedenle insanı Cennete götüren davranışlardan biri de zekat vermek ve infak etmekten geçmektedir.
Zenginlik izafîdir, kişilere ve toplumlara göre ölçütü de değişebilmektedir. İslam’ın da kendine özgü bir zenginlik ölçütü vardır. İlmi-i hal kitaplarında bu ölçüt, ayrıntılı olarak açıklanmaktadır. Bu ölçütün altında kalanlara fakir, yani zekat ve sadaka almaya muhtaç olan kişiler denilmekte; bu seviyenin üstünde olanlar da zengin, yani zekat ve sadaka almaya muhtaç olmayan, bilakis bu ibadetleri yapabilecek durumda olan kişiler olarak açıklanmaktadır. Bu nedenledir ki, zengine/muhtaç olmayana zekat ve sadaka verilmesi yasaklanmıştır.[22]
Yoksulluk ve zenginlik bir madalyonun iki yüzü gibidir. Bir tarafı kadere, diğer tarafı sosyo-ekonomik düzene bağlıdır. Kadere bağlı olan yönü, insanın fıtratı/ genetik yapısı ile alakalıdır. Nitekim Allah Teâlâ, her insanın, sahip olduğu fıtrî yetiklerine göre iş yaptığını beyan etmektedir. “Herkes kendi fıtratına uygun iş yapar” [23] ayeti, bunu açıklar. İnsanın sahip olduğu her yeti, aynı zamanda onun bir kaderidir de. Zira insandaki yetileri yaratan ve genetik kotlama yoluyla aktarılmasını sağlayan Allah’tır. Ancak bu genetik yapı, yanlış tercihler sebebiyle bozulabilmekte ve gelecek nesillere aktarılabilmektedir. Bu nedenle her insanın zekası, aklı, bilgi elde etme kapasitesi aynı değildir. Buna bağlı olarak elde ettiği başarılar da aynı değildir. Yetilerini iyi kullanabilenler, doğru ve iyi tercih yapabilenler, başarılı; bunu yapamayanlar ise başarısız olmaktadır. “Başarmak için mükemmel olmak, zorunluluğu yoktur, ancak mükemmel olabilmek için başarmak zorunluluğu vardır”. Başarı ise ancak aklı iyi kullanmakla ve çalışmakla mümkündür. Akıl da kullanabileceği bilgiye muhtaçtır. Yeterli bilgi yoksa, akıl fonksiyonel olamamakta, bu gibi durumlarda duygular, insana yön vermektedir. Aklını duygularının peşine takan insanlar, ne kadar çalışsa ve çabalasa da başarılı olamamaktadır. Zira bilgisiz ve yöntemsiz eylemler, insanı doğru istikamete değil, yanlış yönlere sevk etmekte, bu da başarısızlığın ana ekenlerinden biri olmaktadır. Bunun içindir ki atalarımız, “Vusulsüzlüğümüz, usulsüzlümüzdendir” sözünü, söyleme ihtiyacı hissetmişlerdir.
Sosyo-ekonomik boyutu ise, insanın içinde doğup büyüdüğü sosyal, kültürel ve ekonomik düzenle ilgilidir. Şayet bir insan, tarım toplumu içinde doğmuş ve o ortamın şartları içinde kalmış ise, elde ettiği kazanç da bu şartlarda oluşur, mevcut şartlarda değişim ve gelişim olmadıkça da elde edilen kazançta da bir değişim olmaz. Şayet insan, yaşadığı ortamda veya yaşadığı ortamı terk edip başka mekanlarda yeni iş imkanları ve şartları arar veya oluşturursa, yaptığı işe ve üretime göre o insanın elde edeceği kazançta bu şartlara göre oluşur ve gelişir. Nitekim Hz. Peygamber, Medine’ye gelir gelmez sadece bir mescit inşa etmemiş, aynı zamanda mescit ile birlikte bir de pazar yeri de açmıştır. Dolayısıyla Hz. Peygamber, bize sadece ibadetlerde ve ahlakî davranışlarda değil, ticarî hayatta da örnek olmuştur. Genellikle bu konu ile ilgili yazılarda ve konuşmalarda Hz. Peygamber’in Medine’de bir mescit inşa edişine özel vurgu yapıldığı, fakat pazar yeri açmasına ise aynı ölçüde vurgu yapılmadığı görülüyor. Buna karşılık “İslam’ın Erken Döneminde Kapitalizmin Doğuşu” isimli eserinde Benedikt Koehler’in
“Medine’de Hz. Muhammed, her İslami şehirde şehir hayatının merkezi olan iki müessese kurdu: cami ve pazar. Hz. Muhammed bir dizi mali ve ticari hüküm çıkartarak birkaç on yıllık ticari tecrübeyi fiiliyata döktü. Medine pazarında yürütülen ticaretin, vergiden muaf olduğunu ilan etti ve sosyal güvenlik harcamalarını desteklemek için vergiler koydu. Ayrıca bir çok ticarî teşvik pirimi getirdi”[24] diyerek bu konuya dikkat çekmiş olması, bizim için düşündürücü olmalıdır. Ayrıca Koehler’in, “ İslam ve Hristiyanlık siyasette düşman, ticarette işbirlikçiydiler. Avrupalılar bu ustalık ve tekniği ithal edip İslamî müesseseleri kopyaladıklarında Avrupa’da kapitalizm filizlenmeye başladı”[25] sözü de önemli bir tespittir.
Yoksul iken zenginleşen insanların örneği, pek çoktur. Zira Allah, insana cevizi vermiş, kırmasını onun iradesine ve çabasına bırakmıştır. Nitekim Abdurrahman b. Avf, Hz. Peygamber’in kendisiyle kardeş ilan ettiği Ensardan Sa’d b. Rebi’in verdiği malı kabul etmemiş, Medine’deki bu pazarda ticaret yaparak zengin olmuştur. Onun Medine’ye geldiğinde hiçbir şeyi yoktu, öldüğünde ise terekesinin değeri 320 000 dinar olarak hesaplanmıştı.[26] Ayrıca pek çok sahabenin öldüklerinde geriye büyük servet bıraktıkları bilinmektedir.[27] Ganimetlerin taksimi ile ilgi ayetten, elde edilen ganimetlerin beşte birinin Hz. Peygambere, beşte dördünün ise savaşanlara verildiğini; Hz. Peygambere ayrılan beşte bir ganimetin ise yine beşe bölünüp bunlardan birinin Hz. Peygamber’e, diğer dördünün ise Hz. Peygamber’in yakın akrabalarına, yetimlere, düşkünlere ve yolculara verildiğini anlıyoruz.[28] Bu da Hz. Peygamber’in bir gelirinin olduğunu gösteriyor, fakat onun bu gelirini biriktirmeyip dağıttığını, hatta bu konuda eşleriyle bazı sorunlar yaşadığını da biliyoruz[29].
Hz. Osman döneminde Şam valisi Muaviye ile Ebu Zer el-Gıfârî arasında geçen bir konuşma, zenginliğe ve fakirliğe dair sahabenin bakış açısını gösteren dikkat çekici bir örnektir. Ebu Zer, “Ey îmân edenler hahamlardan ve rahiplerden bir çoğu insanların mallarını haksız yollardan yerler ve insanları Allah yolundan engeller. Altın ve gümüş yığıp da onları Allah yolunda harcamayanlara hemen acıklı azabı müjdele”[30] âyetinin, hem Yahudileri ve Hıristiyanları, hem de Müslümanları kapsadığını söylediğinde; Muaviye’nin bu görüşe karşı çıktığı, zira bu âyetin sadece Ehl-i Kitab’a ait olduğunu söylediği; daha sonra da Ebû Zer’i zenginliğe karşı çıkmak ve halk arasında fesat çıkartmakla itham ederek Hz. Osman’a ıslah için gönderdiği nakledilir. Hz. Osman’ın da onu hesaba çektiği, “Ben insanları mal kazanmaya teşvik ediyorum. Çalışmaya, iktisat etmeye çağırıyorum ve onları zâhitlikten menediyorum” diyerek, azarladığı ve çöle sürgüne gönderdiği rivayet edilir. [31]
Bu örnekte Ebû Zer, zühd anlayışının, Hz. Osman ise zenginlik tarafının sembol kişileridir. Kim haklı? Sorusunu sormaya gerek yoktur. Onun doğru cevabı Kur’an’da mevcuttur. Kur’an’da iki zengin insandan da söz edildiğini söylemiştik. Bunlardan Karun yerilirken, Hz. Süleyman övülmektedir. Allah katında birinin değerli, diğerinin değersiz oluşu, servet sahibi oluşları sebebiyle değil, servetlerini elde ediş biçimlerinden ve doğru amaçlar için kullanıp kullanmayışlarından dolayıdır. Daha öncede belirttiğimiz gibi Allah Teâlâ, Hz. Süleyman’ı şükrettiği ve zenginliği de kendisine ulaştıran bir araç olarak gördüğü için övmekte; [32] Karun’u ise nankörlük ettiği ve servetini amaç edindiği için kınamaktadır.[33] Zira Allah Teâlâ, bir çok mesajını, şahıslar üzerinden vermektedir. Bu bir Kur’an yöntemidir. Özellikle peygamber kıssalarının çokça zikrediliş amacı da budur. Ayrıca Lokman, Zülkarneyn, Karun gibi şahıslar ve Ashab-ı Kahf gibi bir grup üzerinden de bazı mesajların verilmiş olması da bu amaca yöneliktir. Bu nedenle Karun ve Hz. Süleyman üzerinden verilen mesajlardan, İslam’ın zenginliğe ve servete karşı olmadığını; zenginliğin ve servetin haram yollardan kazanılmasına, haram olan işlerde harcanmasına ve araç değer olmaktan çıkartılarak amaç değer haline getirilmesine karşı olduğu anlaşılır.
Son söz Mehmet Akif’in:
“Atalet fırtratın ahkâmına mâdâm ki isyandır;
Çalışsın, durmasın her kim ki dâvasında insandır”
(Tembellik, madem ki yaratılış ahkamına isyan etmektir, insanlık davasında bulunan kimse durmasın, çalışsın)
“Nihayet neyse idrak ettiğin şey ömr-ü fânîden;
O’nun bir aynıdır mutlak nasibin ömr-ü sânîden.
Hatadır ahiretten beklemek dünyada her hayrı:
Öbür dünya bu dünyadan değil, hem hiç değil ayrı.
Sen ey sersem ki “üç günlük hayatın hükmü yok!” der de,
Sanırsın umduğun âmâdedir ferday-i mahşerde;
Ne ekmiştin ki mahsul istiyorsun bir de ferdadan?
Senin meşru’ olan hakkın: bugün hüsran, yarın hüsran!
Eğer maksudu ancak âhiret olsaydı Yezdanın; Ne hikmet vardı ibdâında
Prof. Dr. Celal KIRCA
[1] Bakara,2/268; Al-i İmran,3/181;Hacc,22/28; Nisa,4/6, 135; Tevbe,9/60; Nur,24/32; Haşr,59/8.
[2] Kasas,28/24;Fâtır,35/15;Muhammed,47/38;
[3] Fatır,35/15.
[4] Muhammed,47/38.
[5] Kasas,28/24
[6] .Mahir İz, Tasavvuf, İstanbul 1969, s.96; Mahir İz, Din ve Cemiyet,İstanbul,1973,s.182-184.
[7] Ahmed b. Hanbel,6, 57.
[8] Ebû Davud, Edep, 101.
[9] Duha,93/8
[10] Leyl,92/10,
[11] Taha,20/124
[12] Tevbe,9/67
[13] Haşr,59/19
[14] Necm, 53/39.
[15] Cum’a, 62/10
[16] Enfal,8/60
[17] İsra,17/-16.
[18] Tekasür,102/1
[19] Hucurat, 49/13.
[20] Dâd,38/32
[21] İsra,17/26-29.
[22] Ebû Davud, Zekat, 25.
[23] İsra,17/84.
[24] Benedikt Koehler, İslam’ın Erken Döneminde Kapitalizmin Doğuşu, Ter. İsmail Kurun, Liberte Yayınları, İstanbul,2016, s.13
[25] Koehler, s.17
[26] Muhammed Âbid Câbirî, İslâm’da Siyasal Akıl, Ter. Vecdi Akyüz, İstanbul,1997, s.369.
[27] Geniş bilgi için bkz. Cabirî, İslam’da Siyasal Akıl, s. s. 367-370
[28] Enfal,8/41
[29] Ahzab,33/28-30.
[30] Tevbe,9/34.
[31] Ahmet Akbulut, Sahabe Devri Siyasi Hadiselerinin Kelamî Problemlere Etkileri, İstanbul,1992. s.172-173.
[32] Sâd, 38/30-40; Neml, 27/15-44; Seb’e, 34/ 12-22.
[33].Kasas,28/76-82.