İman-ahlak-erdem çizgisinde, sevgiyle kaynaşmış huzurlu bir toplum olabilmemiz için, bütün fertlerimize itikat, ibadet ve ahlak bilgisini kazandırmak zorundayız.
Musab Seyithan
İman-ahlak-erdem çizgisinde, sevgiyle kaynaşmış huzurlu bir toplum olabilmemiz için, bütün fertlerimize itikat, ibadet ve ahlak bilgisini kazandırmak zorundayız. Aynı zamanda toplum olarak her bir insanımızın zaruri ihtiyaçlarını da karşılamak mecburiyetindeyiz. Bu, İslamî bir sorumluluktur. Çünkü fakirlik, iman ve ahlak değerlerini zedeleyen, sosyal yapıyı bozan, kamplaşmalara sebep olan bir unsurdur. Fakirlik problemini çözmedikçe sıhhatli ve huzurlu bir toplum hayatı oluşturmak mümkün değildir.
İslam; fakirlik problemine gerçekçi bir gözle bakmış, bu sosyal problemin çözümü için mü’min fakirleri, zenginleri ve İslam idarecilerini görevlendirmiştir. Fakirlik, dinî hayat için de bir tehlikedir. İmanı sarsabilen bir afettir. Özellikle aşırı zenginliğin bulunduğu bir toplumda, bu tehlike daha da artmaktadır. Çok çalıştığı halde arzuladığını kazanamayan işçi, sanatkâr ve memur, az çalışan ve zeki de olmayan zenginin çokça kazandığını da gördükçe, Allah’ın adaletinden şüpheye düşerek ruhî isyana sürüklenebilir. Ancak dünyayı geçici, hayatı da bir imtihan olarak görebilecek çok sağlam bir iman sahibi olabilenlerin etkilenmeyeceği bu durum, iman hayatını kemiren korkunç bir kurt olarak itikatlarını zayıflatabilir.
Rasûlullah (sav), maddi imkânsızlıkların meydana gelmesine sebep olan fakirlikten Allah’a sığınmış, daima şöyle dua etmiştir: “Allahım! Açlıktan Sana sığınırım. O, insanı kuşatan ne kötü bir arkadaştır.” (Riyazü’s Salihin ve Terc., 3/75).
“Allah’ım! Kâfirlikten ve fakirlikten sana sığınırım. Allah’ım, fakirlikten, açlıktan, zilletten, zulmetmek ve zulme uğramaktan sana sığınırım.” (et-Tac, Ali Nasıf el-Hüseyni, 5/126).
İman ve akide için büyük bir tehlike olan fakirlik, ahlakî hayat ve davranışlar için de aynı derecede tehlike teşkil eder. Özellikle günümüzdeki gibi servetin ve paranın değer ölçüsü olduğu toplumlarda mahrumiyetler, insanları İslam ahlakının reddettiği yollara itebilir. Midenin sesi vicdanın sesini boğabilir.
Rüşvet, hırsızlık ve fuhuş gibi gayr-i ahlaki fiillerin mühim ölçüde ekonomik zaruretlere dayandığını ifade etmek içindir ki, Rasûlullah (sav), Rabbimiz’in kendisine bildirdiği şu olayı bize nakletmektedir: “Geçmiş ümmetlerden birinde yaşayan zengin bir mü’min, bir gece rastladığı bir fakire yardım eder. Sabahleyin o adamın bir hırsız olduğunu söylerler. İkinci gece bir kadına sadaka verir. Daha sonra kadının bir fahişe olduğu söylenir. Üçüncü gece verdiği sadaka da, sonradan anlaşılır ki, zengin bir adama verilmiştir. Yardımları yapan bu mü’min her defasında Allah’a şükreder ve neticede Allah o adamın kalbine şöyle ilham eder: “Sadakaların boşa gitti sanma. Hırsıza verdiğin sadaka belki onun hırsızlığına engel olur. Fahişeye yaptığın yardım umulur ki, onu fuhuştan alıkoyar. Zengine olan ikramın ise, olur ki ona bir ibret olur da o da yardım eder.” (Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Terc., 5/229).
Yüce Önderimiz (sav), ahlaksızlıkların fakirlikten kaynaklanabileceğine dikkatimizi çekmek için bu olayı bizlere naklettiği gibi aşağıda zikredeceğimiz üzere kendisine intikal eden bazı olayları değerlendirirken yaptığı açıklamalarla da aynı hususa dikkatimizi çekmek istemiştir. Medine’de, bir kıtlık senesinde Ubad isimli bir çocuk açlık sebebiyle bir sahabinin bağına girerek bir miktar meyve toplar. Bir kısmını yer ve diğer kısmını da götürürken bağın sahibi durumu öğrenir ve gelip Ubad’ın elbisesini alır. Çocuk Peygamberimize gelerek elbisesinin alındığından şikâyet edince Peygamberimiz bağın sahibini çağırır; zararını ödeyerek elbisenin iadesini emreder ve şöyle buyurur: “Bu çocuk cahillik etmiş. Sen ona nasihat etmeliydin. Fakat çocuk aç idi, onun karnını doyuracaktın.” (Ebu Davud’dan naklen Asr-ı Saadet, Ö.Rıza Doğrul, 2/881).
Özellikle çevresine karşı ilgisiz kalan, muhtaçlara yardım etmeyen zenginlerin, işçilerine karşı şefkatli ve adil olmayan işverenlerin cemiyetinde; rüşvetin revaç bulduğu ve maddi gücün değer ölçüsü olduğu topluluklarda fakirliğin; hased, kıskançlık ve nefret gibi gayr-i ahlaki hastalıkları geliştireceği her zaman beklenebilir ve beklenmelidir de…
Fakirlik, insan düşüncesine de zararlıdır. İlmî çalışmaları aksatan bir unsurdur. Kendisi ve çocukları için gereken kazancı sağlayamayan insan, ince ve derin boyutlu düşünemez, fikrî zindeliğini muhafaza edemez. Rasûlullah (sav): “Hayırlı işleri yapmakta acele ediniz. Yoksa siz iyi işler yapmak için her şeyi unutturan fakirliği mi bekliyorsunuz” (Sünen-i Tirmizi, Hadis no: 2307) buyurmakla fakirliğin doğurabileceği zihnî dağınıklığı ve fikrî düzensizliği bizlere hatırlatmaktadır.
Ayrıca fakirlik yüzünden nice kıymetlerin heba olduğu, nice zekâların söndüğü ve nice tahsillerin de yarım kaldığı bir gerçektir.
Fakirliğin, iman ve ahlak bakımından gelişmemiş bazı ailelerde derin yaralar açtığı da acı bir gerçektir. İslamî ilkelere dayanmadığı için, temelde bozuk olan toplumumuzda, mahrem olmayanlar içerisinde, ihtilat halinde çalışmaya mecbur eden maddi zaruretlerin, nice iffet goncalarını soldurduğu ve aile saadetini zedelediği de bir gerçektir.
Buraya kadar fakirlik afetinin tedavi edilmesi gereken sosyal bir hastalık olduğunu açıklamaya çalıştık. Burada şu önemli hususu da belirtmek gerekir: İslam Dini, maddi imkânlar bakımından fertler arası eşitliği emretmez. Mülkiyetin tavanını da sınırlamaz. Ancak herkes için havâic-i asliye/aslî ihtiyaçlar dediğimiz mesken, ev eşyası, yazlık-kışlık elbise ve nafakayı sağlayacak bir işi zaruri görür. Acizler, sakatlar ve yetimler için hayat garantisi sağlanmasını emreder. Bütün bunları da, İslam hukukuna göre oluşturulması gerekli olan İslam devletine yükler. İslam devleti yoksa Müslümanlar bu işin üstesinden gelmek zorundadır.
İslam kurallarına göre düzenlenmemiş bir toplum içinde olduğumuza göre, cemiyet bünyemizi kemiren fakirlik hastalığının tedavisi de; işveren-işçi, zengin-fakir ve üretici-tüketici olarak bizim üstümüze düşmektedir.
O halde fakirliği doğuran ve geliştiren sebepleri yok edecek İslamî görevlerimizi de ibadet bilmek zorundayız. Bunun için de; çalışkan olup tembelliğe savaş açılmalıdır.
Lüks üretim ve tüketime fikren ve fiilen karşı çıkılmalıdır.
Fakirliğin ana sebeplerinden olan faiz ve karaborsacılıktan şiddetle kaçınmalı, bunların sömürü ve zulüm vasıtaları oldukları haykırılmalıdır.
Adil müteşebbisler yatırıma teşvik edilmelidir. Böylece Müslümanlar ekonomiyi ellerine geçirerek helal kazanç elde edebilecek iş sahaları oluşturmalıdır.
Sıhhatimizi kemiren, üretim gücümüzü zaafa uğratan, toplum ahlakımızı çökerten ve lüzumsuz harcamalara sebep olan içki, kumar, zina ve müesseselerine soğuk harp ilan edilmelidir.
İşçilerimize karşı adil ve insancıl olunmalı, zekâtlar yerli yerince ödenmeli ve akrabalarımızdan aciz olanlara da nafaka verilmelidir.
Zengin-fakir, hasta-doktor, âlim-cahil ve bütün toplum fertleri olarak yardımlaşmak durumundayız. Hayır kurumlarında, vakıf hizmetlerinde vazife alınarak hizmetler yaygınlaştırılmalıdır.
İslamî emir ve yasakların özünden çıkardığımız bu ve buna benzer vazifelerimizi yerine getirmek suretiyle, fakirlikle mücadele etmek durumundayız. Toplumsal bir yara olan fakirlik problemi de ancak toplumsal gayret ve organizasyonlarla dindirilebilir. Çünkü İslam, sosyal bir varlık olan insanla ilgili problemlerin hallinde hem ferde hem de topluma birtakım sorumluluklar yüklemiştir. Bu sorumlulukların ihmali problem üretir, ifası ise problem çözer.