Denir ki “Firavun” ünvanını alan her Mısır kralını azdıran bir vasfı varmış. Hz. Musa’nın kendisine gönderildiği II Ramses’in firavunluğu beden sağlığıymış. Kızıldeniz sahilinde son nefesini verinceye kadar dişi bile ağrımamış, hastalık nedir bilmemişti.
“Firavun” kelimesi duçe, führer, başbuğ, şef, hakan gibi bir unvan ama zamanla bundan fiil türetilmiş ve her azana (fa’lan vezninden far’an/far’ana yani) “firavunlaştı” denmiştir.
Her dönemin veya her kişinin firavunlaşma tarzı farklıdır. II. Ramses, gelmiş geçmiş en azgın firavun idi; hem halkını kendine kul edinmişti hem bir kavmi/İsrailoğullarını esaret içinde tutuyordu. Hz. Musa ona dokuz büyük mucize gösterdi (17/İsra, 101), hiç biri onu durdurmaya çare olmadı. Bu da olağanüstü olayların yani mucizelerin insanları iman etmeye yeter bir sebep olmadıklarını gösterir. İnsanlar mucizeleri müşahede eder, yine de inanmaz; Firavun bunun tipik örneğidir. Mısır’ın mülk ve saltanatının kendisine ait olduğunu, Mısır halkının da en yüce tanrısı (rabbi) olduğunu iddia ediyor, halkın ezici çoğunluğu buna inanıyordu. Kurbağa baskını, Nil nehrinin kana boyanması, çekirge istilası vb. mucizeler tabiatla ilişkiliydi ama Firavun ve Ammon tapınaklarının rahipleri her seferinde bunların (bilimsel-pozitif) bir açıklamasını yapıyor, olağanüstü hadiselerin aşkın/müteal bir irade ile ilişkili olmadıklarını söylüyorlardı. Mesela Nil’in kana boyanması onlara göre, Musa’nın bir şekilde suya attığı civa sonucuydu, olağanüstü bir irade ve kudretle ilgili değildi. Musa aleyhisselamın asasının sihirbazların sopalarını yutan küçük bir ejderhaya dönüşmesi, aslında daha yüksek maharete sahip Musa’nın sihirbazlığının marifetiydi. Fakat büyü hilelerinin ne olduğunu çok iyi bilen usta büyücüler, Asay-ı Musa’nın bir hile veya illüzyon ürünü olmayıp melekut alemine ai bir yasasının mülk alemine müdahelesi olduğunu anladılar ve hemen o anda iman ettiler. Çünkü Musa’nın asası, onların zihinleri üzerindeki blokajı parçalamıştı. İbrahim aleyhisselam ise daha önce basit bir balta ile kavminin zihnini esir alan blokajı parçalamıştı. Son Peygamber, zihinleri balta veya asa ile değil, Kitap ile özgürleştirecekti.
Soununda Firavun ve orduları Kızıldeniz’de boğuldular, Firavun son nefesini verirken “inandığını söyledi”, ama bu literatüre işe yaramayan “Firavun’un imanı” olarak geçti. Firavun imanı, inkârcı son nefesini verirken ortaya çıkar. Ölüm “yakînin hasıl olması”dır. Mülk alemine ait inkâr ve ondan türeyen azgınlık o an sona erer, hakikat bütün ihtişmı ve haşyetiyle canı bedeninden ayrılana apaçık hale gelir. Artık inkâr mümkün olmaktan çıkar, muhal olur. Ölüm kendini ancak sonsuz sayıda cilve ve hadiselerle ifade eden hakikat üzerindeki perdenin kalkması; ilahi tabiatı dünyevi tabiatında içkin (mündemiç) olan insanın boyut değiştirmesidir. Diğer insanlardan farklı olarak Firavun, son nefesini verdikten sonra melekut aleminin hakikatine şahid olmadı, bir hikmete mebni olarak son nefesini verirken şahid oldu, ikisi arasında ince bir fark var. Onun işe yaramaz imanı, inanmayan herkese dramatik bir ders, uyarıcı bir ibret olsun.
Firavun’u tarhin en azgın zorbası, ahmağı ve narsisti yapan beşer olarak kendisine çizilmiş sınırları tanımaması, ikitdar hırsının kalp gözünü köreltmesiydi. Sınır tanımıyordu, Hz. Musa ona “Allah’tan kork!” diye sesleniyordu. Modern insanın da ana yöneliminin “sınırları aşma” hedefi olduğunu biliyoruz. Homo deus’un ölümsüzleşmek ve ışık hızını aşmak en büyük hedeftir. Cennette iken Şeytan onu bu tahrik edici arzu ile isyana teşvik etmişti: İnsan melekler gibi ışık hızını aşacak, ebedileşecek yani ölümsüz olacak ve sınırsız mülke yani mülk alemine sahip olacaktı. Eski Grek tanrıları insanlar gibiydi, aralarındaki tek fark tanrıların ölümsüz olmasıydı. ‘Tanrıların tanrısı Zeus’ten bilgiyi çalan insanın o günden beri yönelimi tanrılaşmaktır. Harari gelişen bilgi ve teknoloji sayesinde bundan sonraki aşamanın “tanrı insan” olacağını söylüyor.
Peki bu mümkün mü ve eğer mümkün ise arzuya şayan mı?
Yüce Allah, Hz. Musa’ya şu emri vermişti: “Firavun’a git, çünkü o azmış bulunuyor.” (20/Taha, 20.) İsrailoğullarını köleleştirmesinin ve halkını kendine tapınan kullar kılmasının sebebi azmış olmasıydı. Firavun için kullanılabilecek iki anahtar terim var: “İsti’bat” ve “istibdat”. Her ikisi birbirleriyle ilgilidir, ortak paydaları “tuğyan”dır. Başkalarını kendine kul ve köle edinenin fiili isti’bad, kulluk ve kölelik rejimini devam ettirmenin formu istibdattır. İstibdat (baskı, otoriter ve totaliter) ile yöneten, reddetse de, gerçekte yönettiklerini kendine ibadet eden kullara çevirir.
“Azgınlık” “tuğyan” kelimesiyle ifade edilmiş. Tuğyan sınırları aşmak, ölçüyü taşırmak demektir. Biz insanlar bize konumuş sınırları iki şekilde aşarız: Biri tabiatın fıtratıyla oynamak diğeri Münzel Şeriat’in dışına çıkmak. Kelime, ahlaki norm ve hukuki sınırların aşılması için kullanıldığı gibi, iktisadi hayatın hile, aldatma ve sömürüye dönüşmesi, ya da tabiatın hassas ekolojik dengesinin bozulması hali için de kullanılır:
“Güneş ve ay (belli) bir hesap iledir. Bitki ve ağaç (O’na) secde etmektedirler. Gökyüzü, onu da yükseltti ve mizanı koydu. Sakın mizanda ‘haksızlık ve taşkınlık yapmayın.’ Mizanı adaletle tutup-doğrultun ve mizanı noksan tutmayın.” (55/Rahman, 5-9.)
Kur’an’ın tuğyan terimini hem halkını ve İsrailoğullarını kul ve köle yapan Firavun, hem adalet terazisini bozan iktisadi faaliyet ve hem de tabiatın dengesine müdahale anlamında kullanması önemlidir. Bu demektir ki insanlar üzerinde zorbalık kurulacağı gibi, tabiat ve canlı hayat üzerinde de zorbalık kurulabilir. Tabiat üzerinde mutlak egemenlik kurmak, sömürmek, sorumsuzca kullanmak, ikame edilemez kaynakları doyumsuz açgözlülükle tüketmek ancak zorbalıkla mümkündür. Bilim ve teknoloji söz konusu zorbalığın gerçekleşmesinde iki önemli enstrümandır. Her önemli bilimsel sıçrama ve gelişmenin ancak savaş zamanlarında gerçekleşmesi, insanın azgınlaşarak hemcinslerini imha etmeye ve arkasından diğer canlı hayat üzerinde mutlak üstünlük kurmaya yeltenmesinin sonucudur.
Hal böyle iken bunun bir sonucunun olacağını beklemek kehanet değildir. Yani nasıl imkan ve fırsatını bulduklarında ezilen insanlar zorbalara baş kaldırıp, zorbaları iktidarlarından ediyorlarsa, bunun gibi tabiat da yeri gelince beşeri zorbalığa karşı başkaldırır, karşılık verir.
Bu perspektiften bugün küresel düzeyde beşer türünün yaşamakta olduğu Koranavirüs adı verilen ölümcül salgına bakmaya deneyelim. Virüs ve etkileriyle ilgili bilimsel açıklamaları öğrendik, olayın “nasıl” vuku bulduğuna dair herkesin üç aşağı beş yukarı bir fikri var ama “niçin” vuku bulduğu konusunda berrak bir fikre sahip değiliz, çünkü bu konuda zihnimiz berrak değil.
Geçen yazıda virüsün kitlesel ölümlere yol açıyor olmasının “kader” değil, “takdir” olduğunu yazmıştım. Malzemesi doğru, kullanımı yanlış her işlem kötü sonuç verir, bu sünnetüllah yani takdirdir. Virüs dolayısıyla vuku bulan salgın ve ölümleri “kader” kapsamına sokarsanız bundan Allah’ı sorumlu tutmuş olursunuz, oysa yüce Allah insanın kötülüğünü murad etmez. “Şüphesiz Allah, insanlara hiç bir şeyle zulmetmez. Ancak insanlar, kendi nefislerine zulmediyorlar.” (10/Yunus, 44.) İnsanların kendi kendilerine zulmetmesi; ahmakça ellerini ateşe sokması; malzemeden çalarak çürük zemin üzerinde 7-8 katlı bina inşa edip bir depremde yerle bir olması Allah’ın kaderi olabilir mi?
Bir musibete, kötülüğe maruz kalıyorsak, bu bizim tercihlerimiz ve eylemlerimizin sonucudur: “İnsanların bizzat kendi işledikleri yüzünden, karada ve denizde fesat çıktı (bozulma başladı). Allah da, (tuttukları kötü yoldan) dönmeleri için yaptıklarının bir kısmını kendilerine böylece tattırır.” (30/Rûm 41). “Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle işlediklerinizden ötürüdür.” (42/Şura 30.) İşte başa gelen bir felaketin yanlış yaptıklarımızdan vazgeçmemizi hedefleyerek vuku bulması Allah’ın takdiridir. İkaz şu: “Ey insan bu yanlıştan ve hatan dön, sana konulmuş sınırları aşmaya kalkışma!”
Maruz kaldığımız bu musibet eğer bizim kaderemiz değil de konulmuş temel yasaların ihlali, sınırların (Hududullah) aşılması manasında takdir ise, bu durumda bir takdiri bir başka takdirle aşmak mümkündür. Fakat bu, takdirin ne olduğunu iyi bilmeye bağlıdır. Ve insanları kaderle değil takdirle uyarıp korkutmak lazım. Kendini beyaz zanneden bir siyahi modernist yaşadığı din şatosundan “Aman insanları dinle, Allah’la korkutmayın” diye Hıristiyani bir teolojiyle uyarıyor. Ama insanlar minnacık, görünmez bir virüsten tir tir titreyip korkuyor, sokakları, işyerleri boşaltıp evlerine kapanıyor. “Hikmetin başı Allah korkusudur” ve Dostyoveski’nin dediği gibi “Tanrı yoksa herşey mübahtır.” Sokrat öncesi tabiat filozofları evren üzerinde tasarrufta bulunan titanları kovan mitolojik tanrıları evrenden kovmak üzere felsefe yapıyorlardı. Aydınlanma da, onlar gibi Tanrıyı ve melekleri tabiattan tecrit etmek üzere işe koyuldu. Lakin Tanrı her zaman var, ama O’ndan korkmayanların firavunlaşması küresel bir musibeti tetikleyebiliyorsa, onları Allah’tan korkanların hizaya getirmesi gerekmez mi?
Böylesi zamanlarda olaylardan gerekli dersi çıkarmayanlar krizden fırsat çıkarmaya çalışır. Şimdilik uc veren iki fırsatçı söylemden biri vahşi kapitalizmin ve küreselleşmenin bu musibete yol açtığını iddia edip yeniden devletçiliği, kamu otoriterizmini diriltmeye çalışmak.
Peki, içinde bulunduğumuz durumdan “Ya barbarlık ya sosyalizm” sloganıyla çıkabilir miyiz? Şimdilik vahşi kapitalizmin kültürü paramparça ettiğini, eninde sonunda günün birinde gezegenin başına bir musibet saracağını, işte koronavirüs salgınının o gün olduğunu düşünüyoruz. Bu sorunun cevabı, küresel kapitalizmin felsefi temel varsayımlarının sosyalizm tarafından hangi ölçeklerde paylaşılıp paylaşılmadığına bağlı. Sosyalizm kapitalizmden farklı ne getirecek? Lenin, burjuvazinin bütün başarılarından yararlanacağız demiyor muydu? Sovyet Rusya’nın sanayi ve savaş teknolojisi Amerikalılardan daha mı tabiat dostu mu? Çin, devlet komünizmi ile piyasa kapitalizmini bir arada yürütüyor, Çin yeryüzü cenneti mi,yoksa halkın çoğunluğu için cehennem mi?
Cevabını aramamız gereken ilk soru şu:
Bu evren başıboş mu? Maddi tabiatın ve canlı hayatın nihai sahipleri ve efendileri biz miyiz? Hiç tereddütsüz bir kapitalist ile bir sosyalist aynı cevabı verecektir: Evren kendi kendine vardır, bir varoluş halindeyiz ve yeryüzünün sahipleri biziz! Özünde, evrene bakışında kapitalizmden farklı söylemleri yoksa sosyalizm nasıl bir çıkış yolu olabilir?
Dikkatten kaçmaması gereken diğer husus, musibetin sebebi ve parçası olanların sözde “olan”ı tasvir etmeye çalışır gözükürlerken “olması gereken”e yaptıkları göndermelerdir. “Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” diyorlar ve olbilecek senaryoları sıralıyorlar:
a) Kağıt paranın yerini dijital para alacak,
b) Cep telefonları veya sağlık bahanesiyle insanların vücutlarının bir yerlerine yerleştirilecek ciplerle denetlenir hale gelecek,
c) Salgın dolayısıyla konan olağanüstü haller kalıcı hale getirilecek; ulusal ve otoriter rejimler güç kazanacak
d) Bugün denenmekte olan koronavirüsün kitlesel sonuçlar vermesi durumunda
a) Hayli kalabalılaşmış dünya nüfusu belli bir yaştan sonrakilerin öldürülmesiyle azaltılacak
b) Dünyanın belli başlı iktidar seçkinleri, sekiz milyar ve daha fzla insanı kaldırmaya güç yetiremeyeceğini düşündükleri gezegenin nüfusunu azaltmak için genç-ihtiyar milyarlarca insanı bu türden virüslerle azaltmaya çalışacak vs.
e) Bundan sonra beşeri hayatı yapay zeka denetleyecek, yönetecek.
Bunların hepsi olabilir. Olmayabilir de!
Şu an tehdidi altında bulunduğumuz bu küresel musibetten sonra çok şeylerin değişeceği muhakkak. Bazı değişimler öngörülebilir ama asıl öngörülemeyen bir geleceğin bilimsel kesitirimler, komplo teorileri veya sözüm ona objektif analizlerle şekillendirilmeye çalışılmasıdır. Bu bugünkü musibetin daha büyük musibetlerle tekrarından, tekerrüründen başka işe yaramayacak.
Dünyada iki tür insan var: İyiler ve kötüler.
Korona sonrası için kötüler şimdiden kolları sıvamış durumda, yukarıda birer öngörü veya komplo teorileri çerçevesinde dünyanın yeni düzenini kurmaya çalışacaklar, ama bunlara karşı iyiler de bir gelecek perspektifine, erdemli şehir modellerine; özgürlüğe, ahlaka, adalete-hukuka ve karşılıklı ihtiram içinde yaşamaya ayarlı bir gelecek tasavvuruna, yeni bir dünya tahayüllüne sahiptirler.
Bu alanda en önde ve en yüksek perdeden ses çıkarması gereken Müslümanlar olmalı. Çünkü İslam, iyi insan olmanın yolu, yöntemi ve öğretisidir. Kötüler yeni münker bir dünyanın hazırlığına girişiyor, bunun zihni altyapısını kurmaya çalışıyorlarken, müslümanlar da iyilik (birr) ve takva temelinde ma’rufa dayalı bir işbirliği ve dayanışmanın çağrıcıları olmalıdırlar. Dünyanın her yerinde Hilfu’l fudul içinde yer almaya hazır hanif ruhlu hıristiyanlar, yahudiler, budistler, şhintoistler, taoistler, atesitler, deistler vs. insanlar var. Dünyanın her yerinde Medine Sözleşmesi’ne taraf olmaya hazır temiz fıtrat/vicdan ve selim akıl sahipleri var. Beşeriyetin fıtratı tarlası bugün iyi tohumları yeşertmeye elverişli bir zaman diliminden geçiyor.
Kötüler kazanırsa firavunlar bir kere daha hem beşeriyet hem tabiat üzerinde istib’ad ve istibdat kurma fırsatını ele geçireceklerdir. İyiler, kötülere sınırlarını gösterip her türden kültürel, maddi, tabii ve ahlaki azgınlığa karşı bir araya gelmeli; her dönemde Firavuna karşı bir Musa’nın olacağını göstermelidirler.
Musibetler yeryüzünü pençeleri altına alınca Firavunlar da iman eder ama o imanın faydası olmaz. Beyinsiz firavunlar kitlesel helaklere sebep olur da, takdir-i ilahi onları da helak eder. Tek çıkış yolu iyilerin kötülere karşı küresel düzeyde işbirliği ve dayanışmasıdır. (alibulac.net/ 2 Nisan 2020.)
Ali BULAÇ
Gelişen Olaylara İslami Bakışın Adresi
Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM), Gazze'de işlenen savaş suçları nedeniyle İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ve eski…
Bu video bize BELAM başlığı ile gönderildi. BEL’AM için Diyanet İslam Ansiklopedisine baktığımızda şu açıklamayı…
Seçilmiş Cumhurbaşkanımızın katıldığı merasimden sonra bir gurup teğmenin sonradan korsan yeminle Mustafa Kemal’in askerleriyiz diyerek…
İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) Meclisi’nde alınan kararla su fiyatlarına %17,5 zam yapıldı ve her ay…
İstanbul' da Şiddetli lodos, Marmara Bölgesi'nde deniz ulaşımını sekteye uğratmaya devam ediyor. İstanbul, Bursa ve…
Ebu Cehil deistti, diğer Mekkeli müşrikler de deistti, Allah’ın varlığına inanıyorlardı ama Hz. Muhammed’in Allah’ın…