Şaban Çetin
Allı turnam bizim ele varırsan
Şeker söyle kaymak söyle bal söyle
Eğer bizi sual eden olursa
Boynu bükük benzi soluk yâr söyle
Ah gülüm gülüm kırıldı kolum
Tutmuyor elim turnalar hey
Ah gülüm gülüm yâr gülüm gülüm
Kız gülüm gülüm turnalar hey
Anonim
Bütün medya mecralarında bir haber geziniyor: Flamingolar ölüyor! Sesli haber spotlarını görüyor, yazılı spotları okuyorsunuz, ancak ilk elde sizinle, coğrafyanızla, ait olduğunuz topraklarla doğrudan ilgili değilmiş gibi bir intibaa kapılıyorsunuz. Zira adı zikredilen kuş türünün aşinası değilsiniz, muhtemelen, onun yaşadığı coğrafya da çok uzaklarda bir yerdedir, diye zihninizden geçiriyorsunuz. Fakat haberlerin sıklığı dikkatinizi çekiyor. İçinizde, meselenin künhüne vakıf olma arzusu uyandığında, karşınıza çıkan gerçekle sarsılıyorsunuz. Meğer bizim sömürge tıynetli medyanın “Flamingo” dediği kuşlar, şu bizim “Allı Turna”lardan başkası değilmiş.
Bizde medya, Batı tesiriyle neşet etti. Bidayetinden beri “medyamız” için Batı tesiri, kendisinin hususiyetlerini belirleyen genleri havi bir çekirdek mesabesinde olageldi. İlk gazetemiz olan Takvim-i Vekâyi’den beri 190 yıl geçti. Ancak medyamız/neşriyatımız Batıcı zaviyesinden bir türlü kurtulamadı. Bu topraklara, bu toprakların insanına, onun tabii mecrasındaki macerasına ve bu toprakların meselelerine hep yabancı gözle baktı, bakmaya devam ediyor.
Tuz Gölü’nde binlerce Allı Turna ölüyor. Adına türküler yaktığımız, yüzyıllardır kendisiyle gurbet elden sıladaki yârimize, gönlümüzün hasretle göynüyen köşelerinden selamlar yolladığımız “Allı Turnalar” telef oluyor. Ancak Allı Turna’nın adını anan yok. Sömürge karakterli medya, acı haberi sunuş şekliyle, felaketin bize ait olmadığı hissini telkin ediyor.
Hemen, “Başka coğrafyaların felaketine üzülmez misiniz, başka toprakların ölen kuşları sizi ilgilendirmez mi?” diyerek bir boşluk yakaladım hevesine kapılmayın. Zira hepimiz insanız ve dünyanın bir ucundaki, bölgemizdeki, ülkemizdeki, şehrimizdeki, mahallemizdeki ve nihayet kendi ocağımızdaki felaketin içimizdeki akisleri farklı derecelerdedir. Bunu atalarımız çok veciz bir şekilde ifade etmişlerdir: Ateş düştüğü yeri yakar!
Bir yangının haberini alıyorsunuz, ancak size haberi getirenlerin tavrından, yangının sizinle doğrudan ilgisi olmadığı intibaı ediniyorsunuz. Ancak nice zaman sonra anlıyorsunuz ki yangın meğer sizin ocağınızdaymış. Nice türkülerimizin esaslı karakteri olmuş turnalardan “Flamingo” diye söz etmek nasıl bir yabancılaşmanın eseridir? Bir milletin mensupları kendi mecrasını bu kadar şaşırır mı, kendi macerasını bu denli yok sayar mı? Ölen sanki bu toprakların dertli sakinlerinin hatırlı dostları değil de, Dünya’nın bizce meçhul bölgelerinde yaşayan belgesel kuşlarıdır. Ateş düşüyor da, düştüğü yerde yanacak bir yürek kaldı mı?
Oysa “Turnalar” o kadar bizden ki… “Gitme turnam vuracaklar/ Kanadını kıracaklar, “Telli turnam selam götür/ Sevdiğimin diyarına”, “Turnam gidersen Mardin’e/ Turnam yâre selam söyle”, ”Bağdat’ın Basra’nın telli turnası/ Turna yârdan haber geldi eylenme”, Allı turnam ne gezersin havada/ Kanadım kırıldı kaldım burada” gibi, içinde turnalı mısralar olan sayısız türküler yakmışız. Şimdi onların ölümünden yadların ölümünden söz eder gibi söz ediyoruz. Yangın bizim ocağı yakıp kül ediyor. Ancak biz mahallenin haylazlarıyla oyundan vazgeçemiyoruz.
Peki, dert ortağımız olan “Allı Turnalar” neden toplu olarak ölüyor? Bu sualin ardına düşüp biraz araştırdığımızda karşımıza hep aynı mesele çıkıyor: Emanete ihanet!
Bizler yeryüzünün sahipleri değiliz. Temel değerlerimiz bize “Mülk Allah’ındır![1]” der. Allah mülkünü, ilk insanla beraber arzda yaşayan ve yaşayacak olan bütün varlıklara tahsis etmiş, biz insanoğluna ise “ölçüyü bozmama, vezni ikame etme[2]” mesuliyeti yüklemiştir. Ancak ne yazık ki, bize emanet edilen yeryüzünde, muvazeneyi bozmak için adeta yarışıyoruz. Tabiatın dengesini bozmaktan dolayı hiçbir pervamız yok. Lakin bozduğumuz dengenin açığa çıkardığı felaketlere de şaşırmaktan geri durmuyoruz.
Geçtiğimiz yıllarda, Doğu Karadeniz’de bir vilayetimizde, yaz aylarından birinde, şiddetli yağışlardan dolayı dere yataklarındaki yerleşim yerlerini su basıyordu. Şehrin Belediye Başkanı ise “Allah’ım yardım et, batıyoruz!” şeklinde sosyal medyadan mesaj atıyordu. Oysa kendisi, şehrin yöneticisi olması hasebiyle, muvazeneyi koruma hususunda en çok mesuliyeti bulunan kişilerden birisiydi.
Tuz Gölünde ölen Allı turnalara gelecek olursak, burada da meselemiz aynıdır. Tabiatın mutlak maliki bizmişiz gibi davranıyoruz. Toprağın, göllerin, akarsuların, bitkilerin ve hayvanların bize emanet olduğunu hatırdan çıkardık. Bizimle beraber yaşayan diğer canlıların ve kıyamete kadar gelecek olanların da onlar üzerinde bir haklarının olduğu hakikatini unuttuk. Bu hayatta mühim olan bizdik, bizim çıkarımıza hizmet eden her şey ise mubahtı(!) Kulluğu Orta Çağ’da –neyin/nerenin ortası onu da bilmiyoruz- bıraktığına inanan insan, neredeyse kendisini, tabiat karşısında “tanrı” katında görmeye başladı. Elinde bulunan teknolojik alet ve edevat onun kapıldığı bu hissi besliyordu. Dağları delecek, yerin dibine inecek, göğün üzerine çıkacak vasıtalara sahipti: “Güç bende artık!” diyordu
Yanlış ve çarpık yapılaşma, yanlış tarım uygulamaları, gölleri ve nehirleri besleyen su kaynaklarının yanlış uygulamalarla yok edilmesi neticesinde, nehirlerimiz zayıflayıp kirlendi. Göllerimiz sürekli küçülerek yok oluyor. Bazı kaynaklara göre 1915 yılında 2.600 kilometre kare olan Tuz Gölü, şu anda 380 kilometre kareye gerilemiş bulunuyor. Bölgeyi inceleyen kimi uzmanlara göre, tahıl ambarı olan Konya Ovası’nda yanlış bir uygulama olarak sulu tarım yapılması, yeraltı sularının hesapsızca kullanılması bu durumun başlıca sebepleri arasında geliyor. Yetkililerin, Tuz Gölü’nde binlerce Allı Turnanın ölümünü, bir mevsimlik kuraklığa bağlayan açıklamaları, meseleyi kavramaktan da izahtan da ne yazık ki çok uzaktır. Mesele çok derin, çözüm ise zihinlerde başlayacak bir değişimle mümkün. Biz bu toprakların sahibi değil emanetçisiyiz. Emanete titizlikle sahip çıkmak varlık sebebimizle doğrudan ilgilidir.
Sömürge medyasının “Flamingo” tesmiye ederek, kendisi gibi yabancılaştırdığı Turnalar, bu toprakların sakinlerinin kadim dostudur. Ancak dostluğun sırrı bozulmuş araya tarifi yapılmamış bir husumet girmiştir. Bu tanımlanmamış husumet, her şeyi, saman destesine düşmüş kor gibi, yavaş yavaş tüketmektedir. Ölen sadece turnalar değildir. Ölen bir bakıma biziz, yüzyıllarca bu topraklarda tabiatla barışık yaşayan bizler, ona kastetmeye karar verdiğimizden beri yavaş yavaş ölüyoruz.
Ulu mecramızda, binlerce yıllık maceramızı, hisli yüreklerimizin ritmiyle ilmek ilmek işlediğimiz, içli türkülerimizin Allı Turnalarıyla beraber yok olup gidiyoruz. Hani demişti ya Veysel: “Türk’üz türkü çığırırız!” Son sözümüz de bir türkü olsun madem:
“İnme turnam inme sen bu pınara
Avcu tuzak kurmuş var yolun ara
Hepimizin işin Mevla’m onara
Katar katar olmuş gelir turnalar
Eğrim eğrim ne hoş gelir turnalar”
[1] Nur Suresi 42. Ayet
[2] Rahman Suresi 8 ve 9. ayetler