Yeni Şafak yazarı Gökhan Özcan’ın kaleme aldığı “Geri Alamamak” yazısını siz değerli okuyucularımıza sunuyoruz…
Bir taşı suya atmak gibi olup geçiveriyor bazı şeyler. Kısacık bir zaman halkalanıyor sanki suyun üstünde ve kaybolup gidiyor sonra. Ne suyun üstündeki izleri biraz daha orada tutmak mümkün, ne taşı geriye almak… Bazı şeyler diye söze başladım ama aslında her şey böyle hayatımızda… Hatta hayatın kendisi böyle… Suya atılmış bir taş, suyun yüzeyinde bıraktığı belli belirsiz izler ve…
“Mümkün olsa da elime bir silgi alsam ve geriye doğru yürüyüp hayatımın bütün yanlışlarını silsem…” diye geçirdi içinden. Geriye pek fazla bir şey kalmayacağını düşünerek bıraktı silgiyi hayalinin elinden.
Zaman içinde yolculuk yapmaya meraklı oldu hep insanlar… Romanlar yazıldı, filmler çekildi bununla ilgili… Acaba içimizdeki dayanılmaz geri alma arzusuyla bir ilgisi var mı bunun diye düşünüyorum bazen. Şöyle düşününce, kimin aklına milyon tane şey gelmez geri almak isteyeceği! Yapmayı ya da yapmamayı ya da başka türlü yapmayı isteyebileceğimiz şeylerle dolu kafamızın içi… Yapma konusunda hep tek hakkımız var, bir karar veriyoruz ve mecburen o kararın açtığı yoldan gidiyoruz. Her defasında doğruyu bulma kabiliyetimiz olmadığına göre bazen yanlışı seçiyor, yanılıyoruz. Geri alıp doğrusunu seçme hakkımız olsa bunu elbet yaparız. Ama yok! Tabiatı böyle değil hayatın, böyle yaratılmamış dünya. Suya attığımız taşı geriye alamıyoruz. Yaptığımız her şey, doğru ya da yanlış öylece kayda geçiyor, hükme bağlanıp geçmişe kayıtlanıyor. Yanlışlarımız ağacın üstüne atılan çentikler gibi bizimle birlikte yaşıyor. Zamanın yaraları… Pişmanlıkların takvim yaprakları gibi…
“Doğduğum günkü kadar bilge olamadığım için hep pişmanlık duymuşumdur” diyor Henry David Thoreau, ‘Walden’da. Yaşayıp bir şeyler biriktirdikçe olgunlaşacağımızı düşünüyoruz oysa biz. İnsan masumiyetiyle birlikte doğduğuna göre, yaşadıkça insanlığından, berraklığından, safiyetinden, kendiliğinden bir şeyleri kaybediyor aslında. Olgunluğu doğduğumuz günkü masumiyetimize geri dönmek olarak düşünmeliyiz belki de. Hayatın safralarını üstümüzden ata ata, yaşamanın kirinden, pasından arına arına, üstümüzdeki dünya ağırlıklarından kurtula kurtula… Albert Camus, ‘Yabancı’da şöyle işaret ediyor bu gerçeğe: “…hiç kimse Tanrı’nın bağışlamayacağı kadar günahkâr olamazmış ama bunun için insanın nedamet getirip ruhu bomboş, her şeyi kabullenmeye hazır bir çocuğa dönüşmesi gerekmiş”
Belki en çok yitirdiğimiz şey zaman, belki en fazla biriktirdiğimiz şey pişmanlık… Ama bir dakika! Zaman bir andır, dem bu demdir demiyor muyduk biz? O halde elimizden kayıp giden nedir? Madem ki vakit bu vakit, dem bu dem, her şeyi sıfırlayarak hayatı beyaz bir sayfaya dönüştürecek noktada değil miyiz daima? Zihnimizde kendini büyüten bütün eksikleri tamam kılacak karar anı değil mi aslında bu an? Pişmanlık libasını giymek, insanın bütün kılık ve kıyafetlerden soyunarak kendi tenine bürünmesiyle mümkün belki de… Masumiyetimizi doğduğumuz yerde bırakmadık mı? Çocuk üstüne dünyanın örtülerini sara sara kalınlaşıp adam haline gelmedi mi? Bize yakışsın diye değiştire değiştire üstümüze giyip kuşandığımız şeyler güzelleştirdi mi bizi? Belki bırakmalıyız dünyalıklarla giyinip kuşanmayı, belki çare çıkarıp atmaktır bizi dünyaya bulayan bütün bu kıyafetleri! Masumiyet insanın en yalın halindeyse, bunca eki niye alıp ekliyoruz o yalın halimizin üstüne?
“Söylemesi kolay!” dedi beyaz saçlı adam, “O kadar çok yürüdük ki, başladığımız yerin o kadar uzağına düştük ki, geri dönmek için de bir ömür ister gibi geliyor bize!”
yenisafak.com/ GÖKHAN ÖZCAN