Yanlış hatırlamıyorsam 1993 senesiydi. Ben o zaman lise ikinci sınıf talebesiydim; toydum. Bir akrabanın evindeydik. O an ev halkı nerede idi? Hatırlamıyorum ama salonda sadece dayım ve ben vardık. Televizyon açıktı. Şimdilerde, Hint dizileri oynatmaktan milleti bıktırmış olan Kanal 7 yeni kurulmuştu ve deneme yayınları yapıyordu. Ekranda beliren bir çınar ağacı resmi eşliğinde bağlamanın telleri konuşmaya başladı ilkin, bir müddet sonra Neşet Ertaş’ın sesi duyuldu:
“Gönül dağı yağmur yağmur boran olunca
Akar can özümde sel gizli gizli
Bir tenha da can cânânı bulunca
Sinemi yaralar yar oy yar oy dil gizli gizli”
Dayımın, his yoğunluğundan buğulanmış gözlerinin ekrana sabitlendiğini ve bütün benliğiyle türküye kulak kesildiğini fark ettim. Ben de kulağımı türküye, gözlerimi dayıma sabitledim. Bir müddet sonra dayımın gözlerinden sakallarına doğru gözyaşları süzülüyordu. O gün, bağlamanın tellerinin ve türkü sözlerinin onun hangi yaralarına dokunduğunu, gönül dağında hangi boranlara sebep olduğunu anlayabilecek çağda değildim. Benim yüzüm geleceğe, dayımın ki ise geçmişe dönüktü. Ama o an aklımdan çıkmadı hiçbir zaman. Ne zaman Gönül Dağı’nı duysam o ânı yeniden yaşarım.
Ülkemizde, televizyon yayıncılığının başladığı 1968’den 90’lı yılların başına kadar, TRT, yayın hayatına tekel olarak devam etti. Meşhur 24 Ocak Kararlarıyla başlayan yapısal dönüşüm, 90’lı yıllarda özel televizyonları hayatımıza soktu. Televizyon kanalları epey bir süre Yeşilçam yapımı filmlerle idare ederken zamanla dizi film sektörü de palazlanmaya başladı. TRT’Lİ yıllarda “Arkası Yarın” kuşağı ile başlayan dizi tutkunluğu, yine TRT’nin, o zamanlarda revaç bulmuş olan apartman yaşamı temelli yeni dizileri ile –“Bizimkiler” gibi- daha bir kökleşmişti.
Özel televizyonlarla beraber diziler içerik olarak oldukça değişip çeşitlendi. Her dönem farklı formda diziler gösterime girmeye başladı: Aile, okul, mafya, aşk, entrika gibi… Bu diziler, ağırlıklı olarak şehirli yaşamı enine boyuna işledi. Hedef kitle arasında kırsaldaki nüfusun olduğu da muhakkaktı. Belki ifademi çok iddialı bulanlar olacaktır. Ancak, televizyon dizileri özellikle kadınlar ve gençler üzerindeki tesirleri bakımından köyden kente göçün itici âmillerinden birisi olmuştur. Bu konuda akademik bir çalışma yapılmış mıdır, bilmiyorum? Eğer yapılmamışsa akademik çalışmayı hak eden bir mesele olduğunu ifade etmiş olayım.
Televizyon dizilerinin taarruzuna maruz kalmış kırsal nüfus, ekrandan kendine gösterilen cennete mukabil, içinde bulunduğu şartların kifayetsizliği konusunda çok çabuk ikna edilmiş ve bu ikna edilmişlik göçü tazyik eden bir unsura dönüşmüştür. Elbette salt tesir televizyon dizileri değildir. Ancak televizyonun ve dizilerinin payını küçümsememek gerekir.
Televizyon dizileri, aynı zamanda, büyükşehirlere yığılmış nüfus başta olmak üzere halk yığınlarını dönüştürmek için de bir vasıta olarak kullanılmıştır. Sıradan, eğlencelik televizyon dizisi zannettiğimiz yapımların altında ciddi/derinlikli toplum mühendisliği çalışmalarının olduğu ve külliyetli finans desteği ile hayata geçirildiklerinden emin olabilirsiniz.
Bu hususta, 2002’de gösterime giren ve hâlâ karakterlerin ve mekânın evrimi ile yayın hayatına devam eden “Çocuklar Duymasın” adlı diziyi örnek vermek istiyorum. Dizi seyri ve içeriği bakımından tam bir toplum mühendisliği çalışmasıdır. Dizi ile ilgili tespitlerim müstakil bir yazının konusu olacak kadar teferruatlıdır. Bu yazımızın konusu “Çocuklar Duymasın” dizisi değil, “Gönül Dağı” dizisidir. Şimdi konumuza gelelim.
Genel olarak televizyon yayıncılığı bir modernleştirme faaliyeti olduğu gibi, diziler de ortalama halk üzerinde büyük tesirleri olan, aynı amaca matuf özel çalışmalardır. Bu modernleştirme faaliyeti yapılırken, doğrudan telkin yöntemiyle değil de, mesaj, en kullanışlı yöntem olan “eğlence formu” kullanılarak topluma zerk edilmektedir.
Bu bağlamda mezkûr diziye gelecek olursak; “Gönül Dağı” dizisi “Bozkır’ın Kalemi(tabir TRT internet sitesinden alınma)” Mustafa Çiftçi’nin “Gün Yüzüne Çıkmamış Öykülerinden yola çıkılarak” yapılmış. Gün yüzüne çıkmamışlıktan ne anlaşılması gerektiği muğlak. Yayımlanmamış mı demek istiyorlar? Bilemedim. Mustafa Çiftçi’nin hikâyelerini okumadım. Dolayısıyla diziye ilham kaynağı olan hikâyeler hakkında bir şey söyleyemem. Mustafa Bey’in hikâyeleri, dizi ile ilgili yaptığım değerlendirmelerin konusu da hedefi de değildir.
Dizinin, TRT’nin internet sitesindeki tanıtım metni, diziyi değerlendirmek için önemli ipuçları veriyor. “Küçük dünyalarında büyük hayaller yeşerten Anadolu çocuklarının hikâyesidir.” Metni okuyunca, Anadolu mu Bozkır’da, yoksa Bozkır mı Anadolu da diye kafanız karışsa da, efsanenin masala, masalın hikâyeye sonra da televizyon dizisine dönüşmüş olduğunu anlamaya kendinizi biraz zorlamalısınız.
“İzleyenlerin memleket özlemini giderecek görsel bir şölen…” ifadesi dikkat çekiyor. Her yöresinde ayrı bir renk, desen, doku olan Anadolu, tek bir mekân üzerinden her hasreti gideren bir hap gibi sunulabiliyor demek ki(!) O yüzden de, araç plakaları ve yılkı at görüntüleriyle Abbas Sayar’ın “Yılkı Atı” romanına göndermeler yapılarak “Yozgat’mış” süsü verilen mekânın, Eskişehir’in Sivrihisar İlçesi’nin bir beldesi olması fark etmiyor anlaşılan. Dizide plakalar dışında Yozgat’a ait bir şey bulabilmeniz pek mümkün gözükmüyor. Ne ağız, ne aksan, ne örf, ne anane, ne kültür… Dizide hemen hemen Yozgat’a özgü hiçbir şey yok diyebiliriz.
“Küçük dünyalarında umutları ve hayalleri uğruna yaşam mücadelesi veren Anadolu insanının hikâyesi”ni “izleyenler için görsel bir şölene çevirebilmek” de dizi yapımcılarının mahareti olsa gerek. Bozkır’ın hayat mücadelesi bizim için görsel bir şölene dönüştürülüyor, ne kadar eğlencelik(!) değil mi?
Yazıyı yazmadan önce dizinin yayınlanan bölümlerini izledim. Dizide gözüken Türk Evleri dışında, Anadolu’ya ait hiçbir orijinal kültür unsuruna rastlayamadım. Yanılıyor muyum yoksa? Esas oğlan için, birisi çarşı pazarda her önüne gelene sormak suretiyle, diğeri sosyal medya fotoğraflarından gelinlik kız arayan iki amca tiplemesi var. Amcalardan birisi, düğün meydanında –düğün evi değil- başkasının düğününde, mikrofonu kapıp müstakbel gelini, kendisinden, yeğene istiyor. En temel evlen(dir)me kültürü unsurlarını bile atlayan aile büyüğü karakterleriyle, hem kutsalın hem kültür değerlerinin dışlandığı düğün seremonileri, ağıtçıları ve düğüncüleri ile tam manasıyla yozlaşmış bir toplum kesiti yansıtılıyor.
Dizinin hedef kitlesi belli: Kırsaldan büyükşehirlere akmış/akıtılmış, aradan geçen zamanda görece şehirlileşmiş kitleye nostaljik(özlemli) hazlar yaşatmak. Onların birer birer terk ettiği Anadolu’yu, geride kalanların – meselâ bin bir yoklukla, beş altı tane evlat yetiştirmiş, “gönül dağından kayalar koparak” onları büyükşehirlere uğurlamış ebeveynin, yılda bir kez kapılarını açmasını bekledikleri evladının yollarını fersiz gözleler bekleyişleri gibi – büyük trajedilerini hiçe sayarak, onlara “görsel bir eğlence” kıvamında sunmaktadır.
Son yıllarda kırsalı konu alan yapımlar oldukça artmakta ve hayli ilgi de görmektedir. Mekân olarak da orijinalliğini nispeten koruyabilmiş mekânlar tercih edilmektedir. Kırsalı/Anadolu’yu konu alan yapımlar, onu anlamaktan çok, kentli/kentlileşmiş nüfusa yeni eğlenceler sunabilmek bakımından bakir bir alan olarak görme eğilimi taşıyor. Neil Potsman’ın televizyon için yaptığı “Öldüren Eğlence” tanımlamasını dizi bağlamında düşündüğümüzde, 3’te 1’i üç büyükşehire istiflenmiş toplam nüfusun, hem kendi ölümünü hem de terk ettiği Anadolu’nun nostaljik bir değere indirgenerek katlini eğlenceye dönüştürmektedir diyebiliriz. Çünkü ölmek anlamsızlaşmaktır. Kendisi olmaktan uzaklaşmak ise anlamı yitirmektir.
Ülkemizde kır ve şehir dengesi hesapsızca bozulmuştur. Hakiki manada şehirlerin oluşumu ve var olması için kırsalın ihyası, eski dinamizmine kavuşturulması gerekmektedir. Ona nostaljik bir değer muamelesi yapmak, onun ölümünden çıkar devşirmektir. Tıpkı dizideki ağıtçı ve şürekâsı gibi…
Dayımın gözyaşları, köyden kente sürülmüş; hayallerini, hatıralarını terk etmek zorunda bırakılmış, bedeniyle metropollerde gönlüyle Anadolu’nun yüce dağlarında, yaylalarında, engin ovalarında yaşayan bir kuşağın gözyaşlarıydı. Şimdi o kuşağın gözyaşlarını eğlencemize malzeme yapmak hakkımız değildir.
Gönül’e dağ diyen sadece Neşet Ertaş değildi elbet. Gönül Anadolu irfanında dağlar gibi yüceydi her daim. O yüzden:
Âşıklara gurbet bülbüle firkat
Derdimi sorarsan dürülü kat kat
Ey gönül derdinden etme şikâyet
Yüce dağlar gurur duyar karından”
diyordu Âşık Veysel.
Anadolu’nun, Bozkırın büyük trajedisini sezemeyen, onu yeniden ihyayı hedeflemeyen ve onu popüler kültürün mezesi haline getiren her çalışma “Gönül Dağı’nı devirmektir. Vesselâm.
Şaban ÇETİN
Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM), Gazze'de işlenen savaş suçları nedeniyle İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ve eski…
Bu video bize BELAM başlığı ile gönderildi. BEL’AM için Diyanet İslam Ansiklopedisine baktığımızda şu açıklamayı…
Seçilmiş Cumhurbaşkanımızın katıldığı merasimden sonra bir gurup teğmenin sonradan korsan yeminle Mustafa Kemal’in askerleriyiz diyerek…
İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) Meclisi’nde alınan kararla su fiyatlarına %17,5 zam yapıldı ve her ay…
İstanbul' da Şiddetli lodos, Marmara Bölgesi'nde deniz ulaşımını sekteye uğratmaya devam ediyor. İstanbul, Bursa ve…
Ebu Cehil deistti, diğer Mekkeli müşrikler de deistti, Allah’ın varlığına inanıyorlardı ama Hz. Muhammed’in Allah’ın…