Müslümanlar bir yandan göçmenliğin getirdiği dezavantajlarla başa çıkmaya çalışırken bir yandan Avrupa’nın “biz” kavramı üzerinden uyguladığı ve birçok yasak ve sınırlamaya kaynaklık eden bir “öteki” inşasının mağdurları olmaktadırlar. Örneğin kamusal alanda başörtüsünün görünürlüğü üzerinden tartışılan laiklik adı altında, aslında kültürel değerler, Müslümanların entegrasyonu için kaçınılmaz bir koşul olarak sunulmaktadır. Bu tarz ihtilafların gösterdiği üzere, Avrupa’da Müslümanların kamusal alanda dinsel kimlikleriyle görünür olmaları, İslam karşıtı tepkilere yol açmaktadır. Müslümanlar egemen referans kültürünün değerlerini sorgusuz sualsiz benimsemedikleri sürece orada istenmemektedirler.
İslami konularda ortaya çıkan ihtilaflar İslamofobik hareketleri tetiklediği gibi Müslümanlar içinden karşıt bir söylem oluşmasına da zemin hazırlamıştır. Özellikle artık yeni kuşaklarla birlikte toplumun kalıplarına daha vakıf ve dil, eğitim gibi konularda daha iyi bir seviyede olan elit bir Müslüman zümrenin sesi duyulmaya başlamıştır. Bu kesim Batı’nın oryantalizmle İslam’a ve Doğu’ya dair oluşturdukları kalıpları sorgulamaya başlamış, bununla birlikte İslam’a dair de eleştirel bir tutum takınarak şeriatla bağlarını zayıflatmışlardır. Birçok Müslüman, kendisine sorulduğunda şeriata inanç tanımında yer vermemiştir. Bu durum, Müslümanların dinsel pratiklerinin köken ülkelerin aile geleneğiyle aktardıkları bilgilerle şekillenmediğini, klasik aktarım zincirinin kırıldığını göstermektedir.
Müslümanların hayatında namaz bireysel veya kolektif olarak varlığını sürdürmekte, bu da kamusal alana yansımaktadır. Okullar, sokaklar özellikle Cuma namazı vaktinde camilerin dışına taşmış kalabalıklara sahne olabilmektedir. Bu durum ise kamusal alanda yaşanan bir ihtilaf olarak homojenleştirme politikasına aykırı bir tablo çizmektedir. İslam karşıtı gruplar, bu duruma tahammülsüzlüklerini bazı ithamlarla dile getirmişler, Müslümanları, ibadetlerini samimi değil riyakârane yapmakla veya dini siyasi amaçlarına alet etmekle suçlamışlardır. bu minvalde cami inşaatı yasakları için eylemler düzenlemişlerdir. Ancak ilk kuşağın aksine bugünün Avrupalı Müslümanları, namazlarını gizli ve izbe yerlerde kılmak yerine kamusal alanda açıkça kılmayı tercih etmektedir.
Avrupa’da Müslümanların ihtiyacını karşılamak adına sayısız mescit bulunmasına rağmen kubbe ve minare gibi bu İslami yapıya has özelliklerin kullanıldığı inşaatlara izin verilmemektedir. Kamusal alandaki bu görünürlük talebinin reddi de göçmenlerin gelenekleri ile ev sahibi ülkelerin kültürel çevresi arasındaki gerilimi keskinleştirmektedir. Almanya’da birçok karşıt harekete rağmen kent merkezine inşa edilen Köln Camii, yeni bir kamusal alan oluşturmaya yapılacak katkıyı göstermesi bakımından çatışmaların aşılmasında rol oynamıştır.
Müslümanların yaşadığı diğer bir zorluk, kutsal anlayışında kendini göstermektedir. Batı toplumlarında sekülerleşmeyle birlikte din, hayatı tanzim eden bir kurucu unsur olmaktan uzaklaşmış, dini inanç kavramı sorgulandığı gibi mizah malzemesi de olabilir hale gelmiştir. Ancak durum Müslümanlarda bu şekilde cereyan etmemiştir. Onlar da her ne kadar sekülerleşmeye maruz kalsalar da kutsala hürmetlerini devam ettirmişlerdir. Bugün Batı’da kendi süreçleri örnek gösterilerek yüzyıllar içinde oluşturulan bir kutsal anlayışının reddi istenmekte, Müslümanlar bu konuda da bir entegrasyon sınavına tabi tutulmaktadır. Özellikle Danimarka’daki karikatür krizi, iki farklı anlayış arasındaki bu gerilimi tırmandırmıştır. Ancak Müslümanlar, artık kültürlerarası fikir alışverişiyle kendi imaj ve klişelerini yorumlayabilmekte, demokratik deneylere imkan tanıyan farklı bir siyasetin mümkün olduğunu göstermektedirler.
Avrupa’da çağdaş imanın ana sembollerinden biri olan başörtüsü sebebiyle Müslüman kadınların kamusal alanda bir hedef olduğunu söylemek mümkündür. Geleneksel kalıplara hapsedilerek cinsiyetçi bir yaklaşıma maruz bırakıldığı iddia edilen kadınlar dinlerini sadece yaşayan değil, belli biçimler altında sunan bir profilde yargılanmaktadırlar. Her ne kadar daha çok Fransa’da gündeme gelse de, aslında tüm Avrupa’da paylaşılan laiklik eksenli kaygılara, toplumların cinsel normlarına aykırılık da eşlik etmektedir.
Genel olarak Avrupa’da Müslümanların konumuna bakıldığında, göçle azınlık statüsünde dinlerini yaşayan Müslümanların ilerleyen kuşaklarla dinlerini daha çok sorguladıkları ve dinin normatif kıstaslarını yeniden tanımladıkları görülmektedir. Bu bakımdan şeriatın etkisini büyük ölçüde yitirdiği, birçok Müslümanın şer’i hükümlerden azade bir şekilde ve Batı’nın sunduğu hayat tarzından büyük bir tavizde bulunmadan yaşamayı seçtiği görülmüştür. Bununla birlikte tarihsel fetih arka planını çalıştırmaya devam eden Avrupa, dinlerine aidiyetlerini gördükleri Müslümanlara dair endişelerini devam ettirmektedirler. Tüm bunlara rağmen Avrupa’da bugün İslam ile birlikte kolektif bir dokunun inşa edildiği söylenebilir.
Kaynak: Nilüfer Göle, Gündelik Yaşamda Avrupalı Müslümanlar, Metis Yayınları, 2015.
Rumeysa Gündüz