Hutbelerini aktüeli yanı sıra mevsimsel konuları da takip ederek yazan bir imam hatibin, görevinde ilk yılını doldururken yazmış olması gereken konulardan biri de Hacdır.
Hac ile ilgili ilk yazım olan hutbemi yazma – sunma ve çevresinde oluşup gelişen hatıralarımı dile getirmeye başlamadan önce, sizi fikir ayaklarımızla yıllar sonrasına götürmek istiyorum.
Emir Turizmin Kuruluşu
1988 yılında Bülent Katkat kardeşimizle birlikte Emir Turizm’i kurduk. Amacımız Hac ve Umre turları düzenlemekti. Ama daha çok da İslâm memleketlerini, Müslümanların azınlıkta yaşadıkları ülke ve şehirleri ve de maddî ölçüler içerisinde gelişmiş olan dünya kentlerini gezmek ve gezdirmekti.
Hac ve Umre turlarında başarı sağladık. Bu sebeple ben 2017 yılına kadar yaklaşık 25 Hac yaptım. Umre için Mekke’ye gidişlerimin sayısının ise, çok çok daha fazla olduğunu söyleyebilirim.
Hac ile İlgili Çalışmalarım
Yıllar boyunca Hac’la ile ilgili çalışmalar yaptım. Peygamberimizin Veda Haccı’nı inceledim. Fıkhî boyutu ile de ele aldığım Menasik denilen Hac görevlerinin anlamları; niçin ve nedenleri üzerinde uzun uzun düşündüm. Hz. İbrahim’den beri 4000 yıldır devam eden Hac mucizesinin Müslümanlar için örneğin nasıl kültürel, siyasî ve iktisadî birliktelik ve kalkınma hamlesine dönüştürülebileceğini araştırdım. Sonunda 430 sayfalık bir eser vücuda geldi.
“Hac ve Umre Yüceliğe Çağrıdır “isimli altı kitapçığı içine alan bu eserimiz 2008 yılında Beyan Yayınları’ndan çıktı. Emir Turizm tarafından da bir çok defa basıldı. Hac ve Umre’yi tüm yönleriyle incelemek isteyen okuyucularımıza bu eserimizi tavsiye ederim.
Kader-i İlâhî Ağını Örüyordu
Kader, Peygamberlerin bile özünü kavrayamadığı ilâhî bir sırdır. Yanlış anlaşılmaları engellemek için ‘Bizim hür iradelerimizle yaptığımız işlerimizden sorumlu olduğumuz ’ kaydını koyarak devam edelim. Yukarıda, Emir Turizm ve Hac ve Umre Yüceliğe Çağrıdır kitabımla ilgili bilgileri sunmamın sebebi, bu iki olayın ilk haccımı yapma kararımla alakası olduğuna olan inancımdır. Bizim atılımlarımızla bağlantılı olarak Kader-i İlahî de ağını örüyordu.
Hac Hutbem İlk Beni Etkilemişti
Diğer hutbelerim gibi, bir hafta gece gündüz çalışarak Hac hutbemi yazmıştım. Alıntılayacağımız bölümlerde görüleceği üzere hutbem özgündü, farklılıklar içeriyordu.
Düşünme, ilim yapma ve yazma yeteneği Allah’ımızın bir ihsanıdır.
O’na hamdimizi ve şükrümüzü artırmalıyız.
Hac hutbemi okuyacağım cuma günü Saraçhaneye gelmiştim ki, yolda birden aklıma bir soru düşüverdi. Ben, bu hac hutbesini niçin yazmıştım? Gayem, cemaatimi bilgilendirmek ve bilgilenip bilinçlenen Müslümanların da hacca gitme kararı almasına katkı vermek değil miydi? Peki ben, niçin kendim için bu kararı almıyordum? Yazdığı ve okuyacağı hutbesinden, kendisi etkilenmeyecek olan hatip, insanlara nasıl tesir edebilirdi?
Hacca Gitme Kararı Aldım
Gelip minbere çıkmadan, o yıl hacca gitme kararını aldım. Alınca da hutbemi daha bir coşkulu sundum. Beni etkileyen hutbem kim bilir kaç mümini daha etkilemiş ve karar almasına vesile olmuştu. Süleymaniye Camii gibi merkezi bir camide imam-hatib olmanın yüceliği tam da buradaydı.
Peygamberimiz ‘ Bir hayrın yapılmasına aracı olan onu yapan gibidir/yapan gibi sevap alır.’ buyurur. Buradan hareketle, imam hatipliğin bana verilmiş en büyük nimetlerden biri olduğunu, hatiplik dönemimde de bilirdim ama şimdi çok daha iyi anlayabiliyorum.
Burada Rabbimizin yüklediği ‘nimeti dile getirme’ görevimi yapmak amacıyla ifade edeyim. (el-Duha 13) Öğrenilmesi ve öğretilmesi gereğine inanmadığım ve öncesinde yaşamadığım, hiçbir konuyu yazıp sunmadım. Kusurlarım elbette olmuştur. Onların da yüreğimde sızısını duymuşumdur.
Rabbime hamdederim: O’nun ‘ Ey îman edenler! Yapmayacaklarınızı niçin söylüyorsunuz? ’ şeklindeki uyarısına, gönül kulaklarımı daima açık tutmuşumdur.. (el-Saff 2)
Bu hatıraları okuyacak kardeşlerime tavsiyemdir. Hangi işi yapıyorsanız yapın ama Allah’a ve Onun kullarına karşı samimi olun. İçten davranın. Size yapılmasını istediklerinizi önce siz başkalarına yapın. O zaman Allah’ın ve de müminlerin yardımını yanı başınızda bulursunuz.
26 Yaşında ve Dört Çocuk Babasıydım
Hatipliğimin ikinci yılı olan 1971’in sonlarındaydık. 26 yaşında ve dört çocuk babasıydım ve resmi görevliydim. Az da olsa borç almam gerekiyordu.
Bir diğer anlatımla hacca gidebilmem için aşılması gereken engeller vardı.
15 gün içinde gidip dönmem gerektiği için hava yolunu tercih etmem gerekiyordu. İlk defa yurtdışına çıkacaktım. Yurt dışı için de, hac içinde tecrübesizdim. Endişelerim vardı. Çok daha sonraları merhum Ali Ulvi Kurucu’nun hatıralarından öğrenecektim: Allah rahmet eylesin, Ömer Nasuhi Efendi de yaşlı başlı ünlü bir hoca olmasına rağmen, haccında çevresindeki tecrübeli hocalardan yardım isteme ihtiyacını duymuştu.
Tekirdağ’da İl Müftülüğü de yapmış olan doğulu Ali Arslan Hocamızı tanırdım. Büyüğümüzdü ve dönemin şartları içinde iyi bir hocaydı. Benim şahid olabildiğim kadarıyla da samimi bir Şerîat
adamıydı. Beyazıt Beyaz Saray’daki kitapçı dükkanına giderdim. Beni yürekten sever ve değer verirdi. Hocamızın hacca gideceğini öğrenince, onun da içinde bulunduğu küçük kafileye katıldım. Yardımcımı bulmuştum.
6000 bin liram vardı. İhtiyacım olan 2000 lirayı da rahmetli kayınpederim Muhammed Erbaş’tan borç aldım. Resmi iznimi de almıştım. Ortada bir tek problem kalmıştı. O da, çok büyük gayretlerle oluşturabildiğim cemaatimi, özellikle de üniversiteli gençlerimizi bırakabileceğim kişiyi bulmaktı. Camiimizde İmam vardı. Vardı da yeterli değildi. Cemaatimizin dağılabileceği endişesiyle önlem almak ihtiyacını duymuştum. Bir ölçüde olsun beni aratmayacak bir arkadaşı bulmam gerekiyordu. Selefim Ömer Öztop bana örnek olmuştu.
Cemaatimi Kime Bırakacaktım?
Ben de geçici halefimi belirlerken bir dava adamı gibi hareket etmeliydim. Böyle de yaptım. Benimle aynı yaşta olup benim de hutbelerimi yayınlamaya başladığım Tohum Dergisinde yazılar yazan, kıraati ve üslûbu da düzgün olan, üstelik kendisi de resmi İmam- Hatip olan Kerim Aytekin arkadaşımı buldum. Buldum da çözümlenecek resmi problemler vardı.
Hakikaten ben ayrıntıları unutmuştum. Hatıralarımı yazmaya başladığımı Kerim kardeşe söyleyince O da bana ayrıntıları hatırlattı.
Kardeşimiz bayram namazını kıldıracak ve üç hafta kadar Cumalarda bana vekalet edecekti. Eminönü ve Beyoğlu müftülükleri arasında mekik dokumuş, resmi problemlerim çözümlemiştim.
Şimdilerde düşünüyordum da şahsiyeti henüz teşekkül edip kemal bulmakta olan 26 yaşında genç bir İmam-Hatibin dâvâ şuru ile hareket edebilmesi, saygı duyulması gereken bir erdemdir. Yüce Mevlamız kerem etmeseydi ben böylesi bir fazilete eremezdim. Beni nefsimin eline bırakmayan Allah’ımıza hamdederim.
Bir Güzel Tevafuk
Hatıratımın şu anda okumakta olduğunuz bölümünü 19 Mayıs 2019’da yazmaya başladım. Bir önceki gün İstanbul İmam Hatip Okulu mezunları olarak 50. mezuniyet yıldönümümüzü kutladık. Sekseni aşkın mezun arkadaşımızın onikisi Rahmet-i Rahman’a kavuşmuştu.
Arkadaşlarımızla kucaklaştık, herkes üç dört dakika söz aldı. Konuşma sırası bana gelince iftar vakti gelip çatmakta olduğu için çok çok kısa tuttuğum konuşmamı şöylece bir dua ile bitirdim:
Kur’ân-ı Kerîm’de Rabbimiz Cennet hayatını tasvir ederken Cennet’e girecek müminlerin Cennet hayatında bir araya gelip yüz yüze sohbet edeceklerini müjdelemektedir. Bizleri yetmişli yaşlarımızda, elli yıl sonra biraya getiren Mevlamız Firdevs Cennetlerinde de bir araya getiremez mi? Elbette getirir. Duaların müstecap olacağı bu anlarda Rahman ve Rahim olan Allah’ımızdan bunu diliyorum.
Görevimi Bir Diğer Arkadaşıma Bırakmam
İmam Hatip Okulu’nun Lise kısmında, üç yıl boyunca, arka sırada tam benim arkamda Metin Yurdagür otururdu. Yurdagür saftı, çalışkandı, saygılıydı. Marmara İlahiyat’tan Kelam profesörü olarak emekli oldu. Beni ağabey bilirdi. Ben de onu kardeşim gibi severdim.
Hatıratımı yazarken, yukarıda değindiğim mezuniyet toplantısında bir araya gelmiştik. İftar sonrasında ayakta sohbet ederken bana, benimle de ilgili olan bir hatırasını hatırlattı. Tam da tevafuk olmuştu. Çünkü hatıra Süleymaniye Camii imam hatipliğimle ilgiliydi. Ayağımdan tırnak aldıracağım hafta, minbere çıkamayacağım için Metin Yurdagür’ü, kendi yerime hutbe okuması için hazırlamışım. Metin kardeş de o gün hayatı boyunca unutamadığı bir olayı yaşamış; Süleymaniye Camiinin minberine çıkarak hutbe okumuş ve namazı da kıldırmıştı. Namazdan sonra elini öptüğü İstanbul Müftüsü Abdurrahman Şeref Güzelyazıcı Hocamız da, kendisini beğenip dua etmişti.
Hulasa minber benim göz bebeğim gibiydi. Onu layık olmayana bırakamazdım.
İlk Haccımdan Anılar
Bu ilk haccımla alakalı unutamadığım anılarım var. 1971 deki ilk haccımla 2017 deki son haccım arasında, Hac Menasiki’nin uygulandığı Kâbe ve çevresi, Mina, Müzdelife ve Arafat arasında öyle büyük farklar var ki anlatılmak istense inanınız hacimli birkaç ciltlik eser yazmak gerekir.
Ben anılarımın bir bölümünün geçtiği 1971 yılı Arafat’ından bazı çizgiler sunmadan önce anımızın daha bir anlam kazanabilmesi için Arafat’ın önemine kısaca değinmek istiyorum.
Arafât
Arafât, Mekke’nin 21 km. doğusunda yer alan ve Harem sınırları dışında kalan ova görünümlü bir alandır. Sınırları yaklaşık 4000 yıl önce Hz. İbrahim Peygamber tarafından çizilmiş ve Sevgili Peygamberimiz tarafından da pekiştirilmiştir.
Kuran-ı Kerîm Mekke’yi şehirlerin anası olarak vasıflandırır.
Kur’ân’ın açıklamasına göre, Hz. Âdem ilk insan ve Peygamber, Mekke ilk yerleşim merkezi ve Kâbe de ilk mabed olduğuna göre -en doğrusunu Allah bilir- insanlık hayatı Mekke’de Arafât çevresinde başlamıştır.
İnsanlık, Hz. Âdem ve Havva ile birlikte yeryüzü hayatını bu alanda bildiği, tanıdığı veya hacılar birbirini burada tanıdığı içindir ki, bu sınırları belirli bölgeye bilme tanıma anlamına Arafât denilmiştir.
Hz. İbrahim ile başlayan Hac ibâdeti için her yıl özel vaktinde dünyamızın değişik bölgelerinden insanlık temsilcileri olarak gelen dilleri ve renkleri farklı insanlar, insanlık kongresi için Arafat’ta toplanırlar. Arafât toplantısı, gerekliliğini Bakara Sûresi’nin 198. âyetinden alır. Peygamberimiz;“Hac Arafât’ta vakfedir.” buyurarak Kıyamet Günü ilâhi huzurda toplanışı sembolize eden bu toplantının farz bir görev olduğunu açıklamıştır.
Arafât, yeryüzünde pek çok Peygamberin iştiraki ile en azim toplulukların bir araya gelip ibâdet ettiği, duâlar yaptığı, en kutsal alandır. Arafât’ın bu mucizevi özelliği, milyonlarca insânın katılımı ile yapılan vakfelerle dönemimizde de devam etmektedir.
Açıklanan özellikleri sebebiyledir ki Kıyamet Günü’ne kadar her yıl arefe günü Arafât, duâların en ziyade kabul olunacağı ve hacıların bütün günahlarından arınabileceği bereketli bir alan olma hususiyetini koruyacaktır.
Arafat Anım/Tuvalet ve Işıklandırma Yoktu
1971’de Arafât’ın doğal görünümü Hz. İbrahim dönemi Arafat’ına daha yakındı. Arafât’ta tuvalet yoktu. Özellikle Afrika’dan gelen, tuvalet kültüründen yoksun hacıların, açıktan idrara ve büyük abdeste çıktıklarını görebilirdiniz. Işıklandırma da yoktu. Akşam çöküp karanlık bastığında Arafât’ın ürkütücü, ıssız ve hüzünlü bir vadiye dönüştüğüne bizzat tanık olmuştum. Arafât’ın, hacıların ayrılış hüznüne şahid olanlar var mıdır, bilmiyorum. Kuranımız, Sema’nın/Göğün ağladığını açıkladığına göre, Arafât’ın hüzünlenmiş olmasından doğal ne olabilir?
Arafât’a, Ali Arslan Hocamızın riyasetinde küçük grubumuzla birlikte çıkmıştık. Muhtemelen günümüzü zikir, dua ve sohbetle geçirmiştik. Bizim iptidaî çadırımızın yakınlarında olan Mısırlı bir hacı grubu tatlı tatlı ilâhiler söyleyip zikir yapıyorlardı.
Yanlarına gidip zikirlerine katıldım. Zamanın nasıl geçtiğini anlayamadım. Onlar Müzdelife’ye gitmek için ayaklanınca ben de toparlandım.
Grubumuzun yanına dönmek istediğimde ortada ne çadır vardı ne de arkadaşlarımız. Sağa baktım, sola baktım yok. Sırra kadem basmışlardı.
Karanlıkla birlikte içime korkutucu bir ürperti de sinmişti. Her yandan yarı dökük otobüsler yanımdan geçiyordu ama el kaldırdığım halde beni görüp de duran yoktu. Hz. Hacer’in Safa ile Merve arasındaki Hervele’si gibi sağa sola saldırırcasına koşuşturuyordum. Ama çabalarım sonuç vermiyordu. Karanlık beni ve Arafât’ı iyice kuşatmaya başlamıştı.
Nihayet kırık dökük bir kamyonun şoförü, hal-i pür melâlimi anlayıp yanımda yavaşlayınca, kamyonun arkasından kurtarıcı eller beni kamyona çekiverdi. Kendimi kamyona atınca nasıl rahatlayıp sevindiğimi anlatamam.
Aklım başıma gelince, kendimi Suudi Arabistan’da çalışan Pakistanlı işçilerle ve samanları önlerinde olan kurbanlık keçileri ile bir arada buldum. Onlar Arapça konuşamıyor, ben de onların dilini anlamıyordum. Ama Hac görevlerimiz aynıydı. Müzdelife’de konaklayıp akşam ve yatsı namazlarını yatsı vaktinde kılacak, istirahata çekildikten sonra sabah namazını erkence kılıp Müzdelife’den Mina’ya giderek Şeytan sembollerini taşlayacaktık.
Müzdelife’de durunca kendilerine lisan-ı hal ile kendimi tanıtmaya çalıştım. Onlara imam olup düzgün bir okuyuşla akşam, yatsı ve sabah namazlarını kıldırdım. Birbirimizle kaynaştık. Allah onları bana, beni de onlara karşı vazifelendirmişti. Bana da bir battaniye verdiler.
Ailemden uzaktaydım, Hac arkadaşlarımı da yitirmiştim. Hüzünlüydüm, yüreğim ve gözlerimle anlaşarak secdeye kapandım. Dualar ettim, ama ne feyizli dualar…
Mehmet Zahit Kotku bölümünde anlatmıştım. Kabul olunacak dualar etmeye muhtaçtım, arayış içindeydim. Mehmet Zahit Efendiden de dua istemiştim. Meğer Arafat’ta yaşadıklarım benim arayışlarıma Rabbimin ihsanıymış.
Pakistanlı kardeşlerimle birlikte Mina’da Büyük Şeytan sembolünü taşladık. Sonra onlara veda edip Türk hacılarının çadırlarının bulunduğu bölgeyi araştırdım. Arkadaşlarımın çadırlarından önce Mehmet Zahid Efendinin çadırını buldum. Çadırda her biri rahmetli olan Profesör Osman Çataklı, Gönenli Mehmet Efendi ve Mehmet Şevket Eygi’yi gördüm. Yanılmıyorsam öğle namazı vaktiydi. Namazı cemaatle kıldık. Hatm-i hâce yapıldı ve Mehmet Zahit Efendi bana Kur’ân okutturdu. Ben de Mina’da nazil olan Mürselat sûresini okudum.
Süleymaniye Cami Hatibi olduğum biliniyordu ama bir özelliğim daha vardı. Türk hacıların en gençlerinden biriydim.
15 günlük süreci kapsayan Haccımızdan İstanbul’a dönüşümüzde, Kadıköy tarafında bir okulda bizi bir gece karantinaya aldılar.
Sonraki Haclarım
Bu ilk haccımdan sonra Süleymaniye Camii İmam Hatipliğim döneminde 1979’da bir hac daha yaptım. Bu haccımda Mescid-i Nebi’nin yanı başında bulunan çadırlarda bir sabah namazı sonrasında Türk hacılara vaaz etmiştim.
1986’da eşimi ailesiyle birlikte hacca gönderince ve bir yıl sonra da 20 yaşlarında olan oğlum Ahmed Misbah’ı hacca götürünce Mevlâmız bize Emir Turizm’i kurma yolunu açtı. Emir Turizm aracılığıyla pek çok defa hacca gittim. Ailece Ramazan umrelerine gittik. Dokuz çocuğumun her birine de Hac ve Umre yaptırmak nasib oldu.
Amacım İslâm’ı Tebliğdi
Yıllarca Emir Turizm’in hacıları ile birlikte hacca gittim. Haclarımda ana amacım İslâm’ı tebliğ etmek olurdu. Hacılarımızı mutlaka Mina’ya götürürdük. Mina’da bir sene ‘Peygamberimizin Veda Haccı’nı,’ bir sene de
‘Haccı Nasıl Anlamalıyız?’ konularını işlemeyi gelenekselleştirdim.
Arafât’da da değişik yönleriyle “İnsanın Yüceliği ve İnsana Karşı Görevlerimiz” mevzuunu işlerdim. Sohbetlerimiz aynı başlıkları taşırsa da her yıl renklilik ve çeşitlilik arzederdi.
Arafat Duamızın Kanal 7’de Canlı Olarak Yayınlanması
Arafat’ta yapılan vakfe dularımız da çok canlı olurdu. Kanal 7 temsilcisi Sefer Turan’ın gayretleriyle Arafat dualarımızın ikisi, Kanal 7 tarafından telefon hattıyla canlı olarak yayınlandı. Hacda veya Umredeyken Mekke’den bir kaç televizyon programına da katıldım.
Diyanet merkez çadırından bütün Türk hacılarının ayağa kalkarak amin dediği dualar son dönemlerde başlatılmıştır.
Hacılarımız Genelde Bilgi ve Bilinç Yoksunudur
Bir Haccımızda Arafât’ta Peygamberimizin Arafât Hutbesini, cümle cümle açıklayıcı bir sohbet etmiştim. Doğal olarak da ret bağlamında Ülkemizdeki ırkçılık çalışmalarına ve faiz sömürüsüne yüklendim. Çok verimli bir sohbet oldu. Sohbet sonrasında konuşmamızı dikkatle izleyen bir hacımız gelip de bana şöyle söylemez mi?
– Hocam çok güzel konuştunuz ama keşke siyasete girmeseydiniz?
Hâlâ kültürel düzeyi son derece düşük olan bu gibi hacılarımızla ve onlardan pek de farklı olmayan Din Görevlilerimizle İslâm’ın amaçladığı Hac yapılabilir mi?
Rabbimi Şahit Kılardım
Haclarımın hemen hemen hepsinde Mina ve Arafat sohbetlerini bitirirken Peygamberimizin uygulaması çizgisinde şahitlik isterdim.
“Bugün burada size gücüm ölçüsünde Allah’ın dini olan İslâm’ın özellikleri ve güzelliklerini anlatmaya çalıştığıma şahitlik eder misiniz” diyerek soru yöneltir, aldığım “şahitlik ederiz” cevabından sonra sağ elimi kaldırıp şehadet parmağımı göğe çevirir ve “Şahit ol Rabbim” derdim.
Hac Hutbemizin Ruhundan Yansımalar
Hac ve Umre hatıralarımın bütünü için özel bir hatırat yazmak gerekir.
Bir kere yola çıktık, bakalım, Mevla görelim neyler, neylerse güzel eyler.
Sözü, ilk hac hutbemizden cümlelerle noktalayalım:
Hac; Yeryüzünde Allah’a ibâdet edilen ilk mabet olan ve günümüzde de yüz binlerce cami ve mescidin mihrapları ve milyonlarca mü’minin bedenleri ve ruhları ile yöneldiği Kâbe’mizin varlığı sebebiyle emredilen bir ibâdettir.
Hac, İslâm Dini’nin fiiliyatta en güçsüz devrini yaşarken bile en parlak istikbale namzet olduğunu, cihad neşesini mü’min ruhuna sindirerek anlatan bir ibâdettir. Çünkü hac bizatihi cihaddır.
Hac; çağlar üstü İslâm İnkılâbı’nın insanlık camiasına hediye ettiği en büyük eşitlik ve birlik müessesesidir. Zira hac, dünya mü’minleri arasında cihanşümul bir rabıta tesis eden, ırk, renk, dil ve coğrafya farklarını potasında eriterek mü’minleri eşitlik çizgisinde birleştiren ve Müslümanlar için inanç, gaye ve mekân birliğini gerçekleştiren bir ibâdettir.
Mü’minlerin, zencisi ile beyazını, Faslısı ile Alman’ını, Afgan’lısı ile İngiliz’ini ve Türk’ü ile Acem’ini, ruhlarını arındırarak ihramlar içerisinde birleştiren ve kaynaştıran hac müessesesinde insanlık, tasavvur bile edemeyeceği gerçek insanlık ve eşitliğin hakikat olduğunu görebilir.
Hac; İslâm ülkeleri arasında siyasî ve iktisadî birliğin gerçekleştirilmesine ve kültür birliğinin sağlanmasına vasat hazırlayacak mucizevî bir kurumdur.
Hiç şüphe edilmemelidir ki Hac vesilesi ile her yıl mukaddes belde Mekke’yi İslâm ülkeleri arası fabrikasyon mamulâtın teşhir ve mübadele olunabileceği bir fuar, İslâm milletlerinin kaderiyle alâkalı kararların alınabileceği siyasî bir merkez, dinî ve tecrübî ilimlerin her dalındaki yeni çalışmaların teati edilebileceği bir ilim şehri haline getiremeyen mü’minler, ilâhî rızaya erdirecek bir hac yapamazlar. Zira mezkûr faydaların sağlanılması Haccı farz kılan Allah’ın gösterdiği hedeftir.
Bu vesile ile ifade edelim ki, mukaddes Hac içtimaının dünya milletlerinin dikkatle izlediği bir ibâdet ve dünyamızın siyasî ve iktisadî yapısına tesir edebilecek dinî bir sosyal kurum olamayışı, İslâm Ülkeleri’nin emperyalist doğu ve batı kültürleri ile kuşatılmış olmaları sebebiyle Haccı değerlendirememelerinden kaynaklanmaktadır.
Müslümanlar için ulvî bir ibâdet, canlı bir aşk ve eşitlik panayırı, bir tarih şuuru ve zevki, içtimaî ve iktisâdi bir kongre ve bir cihâd olan Hac, İslâm Dini’nin asırlardır aralıksız devam eden ve Kıyamet Günü’ne kadar da devam edecek olan bir mucizesidir.
(DEVAM EDECEK)
ALİ RIZA DEMİRCAN