Hâricîlik, İslâm tarihinde ilk defa merkezî otoriteye başkaldıran ve kabilecilik rûhunu (bedeviliği) tekrar hâkim kılmak isteyen siyasî anlayışın dinî bir kisveye bürünerek ortaya çıkması ve kendini, yönetime sahip çıkan büyük kitleden ayırma hareketidir. Hâricî, kelime anlamı itibariyle hariçte olan, kendini dışlayan demektir. Hz. Ali ile Muaviye arasında meydana gelen Sıffin Savaşı esnasında savaşı sona erdirmek için hakeme başvurulması ve bu sebeple Hz. Ali taraftarı bir grubun hurûc hareketi, bu fırkanın nüvesini oluşturmuş ve bu adla anılmasına sebep olmuştur. Bu hurûc hareketini yapanlar, Allah’ın hükmüne uyulmadığını, tam aksine insanların hükmüne uyulduğunu, dolayısıyla tahkîmi kabul etmenin küfür ve bunu kabul edenlerin ise kâfir olduklarını ileri sürerek ana kitleye karşı çıkmışlardır.[1]
Şia, nasıl Hz. Ali sevgisine ve onun kişiliğine dayanan bir sistem kurmuş ise, Hâricîler de, Hz. Ali nefreti ve düşmanlığına dayanan ve buna birçok sahabîyi de katan bir sistem kurmuşlardır. Bir bakıma siyâseti din; hatâyı küfür, günahı ise Allah’a şirk koşma şeklinde anlamışlar ve insanlara bu ilkelere göre davranmışlardır. Bir anlamda Hâricîlik, davranış fırkası olmuştur. Reaksiyon bir hareket olduğu için de, müsbetten (olumluluklardan) ziyade, menfîler (olumsuzluklar) üzerinde durmuşlar; bir diğer ifade ile bardağın hep boş tarafını görmüşler, dolu tarafını görmek istememişlerdir. Karşı çıktıkları hareket siyasî olduğu için de zamanla dinîleşerek siyasî İslâmî bir akım haline gelmiş ve bunu temsil etme gibi bir misyona da sahip olmuşlardır.
Bu hareketi ilk başlatanlar ise Temim Kabilesi’ne mensuptular ve kabilecilik ruhuna da sıkı sıkıya bağlı idiler. Bu nedenle geleneksel alışkanlıklarını terk etmek istemedikleri için, şehirlilik demek olan medenileşmeye bir türlü alışamamışlar, hatta içten içe tepki de göstermişlerdir. Yeterli bir dinî eğitim alamadıkları için de olumsuz duyguları törpülenmemiş, dolayısıyla da Kur’ân’ı ve sünneti anlayacak ve yorumlayacak dinî kültürleri de sahip olamamışlardır. Buna karşılık fıtrî olarak güçlü bir din duygusuna sahip oldukları için de yaşanan hadiseleri, daha ziyade duygusal bir tepki ile çözme eğilimi içinde olmuşlardır. Sonuçta cahiliyye devri Araplarının zihinsel ve duygusal yönden bir uzantısı olan ve onların ferdî bağımsızlığını karakterize eden bu hareket, ilmî, fikrî ve dinî yetersizliği nedeniyle önce taassuba, daha sonra da şiddete baş vurmuştur. Hakem olayını, “Lâ hükme illâ Lillâh” (Allah’tan başka hüküm sahibi yoktur) prensibiyle yanlış anlamış ve yorumlamış; iyiliği emir ve kötülükten men etme emrini ise yanlış kullanmışlardır.
Aslında bu prensibin temelinde, Hz. Ali’nin sahip olduğu siyasî otoriteyi önce onun elinden alıp Allah’a havale etmek, daha sonra da Allah’a ait kıldıkları bu otoriteyi kendilerine aktararak siyasî alanda etkili ve yetkili olma arzusu ve düşüncesi yatmaktadır. Ancak Hz. Ali bunun farkında olmuş olacak ki, “Söz doğru ama bu sözle kast edilen şey, batıldır. Zira onlar Allah’ın hakimiyetini siyasete taşımak istiyorlar. Oysa ki hâkimiyet, uygulama alanına koymak için bir insanın gerekli olduğu yönetim işidir”[2] diyerek tepkisini göstermiştir.
Onlara göre iman, tasdik, ikrar ve amelden ibaret olduğu için, günah işleyeni kâfir saymışlardır.[3] Zira Hâricîlere göre, amel imândan bir parçadır, dolayısıyla da parçayı yapmayan, bütünü de yapmamış demektir. Bu nedenle günah işleyen bir kişi, onlara göre imânın bir parçasını yapmadığı için kâfir olmuştur. Sırf bu yüzden Hz. Ali ve hakem olayına iştirak edenleri kâfirlikle suçlamışlardır.
Hâricîler, Bâtinîlerin tam zıddına, kelime ve lâfızların zâhirine önem vermişler ve Kur’an’ın zâhirî anlamlarına sımsıkı sarılmışlar, dolayısıyla ayetlerin iç ve dış bağlamlarına ve bağlamsal anlamlarına önem vermemişlerdir. Bu nedenle Kur’ân’a yüzeysel yaklaşmışlar ve bu yüzeysellikten de kurtulamamışlardır. Kur’ân’ın özüne ve ruhuna inebilecek ilmî seviyeden ve bilgilerden yoksun oldukları için de fikrî bir hareket haline gelememişler; bunun bir sonucu olarak da düşünce ve tefekkür yerine insanların duygularına ve bu duyguları yansıtan sözlerine daha çok önem vermişlerdir. Bunun en canlı örneği de Abdullah b. Habbâb b. Eret’in öldürülüş hikayesinde görülür:
Abdullah, omuzunda Kur’ân-ı Kerim’i asılı olarak, hamile karısı ile birlikte yolda giderken Haricîlerden bir grup da önlerinden gelmektedir. Haricîler, Abdullah’ın yanına geldiklerinde ona: “Boynunda asılı duran o kitap, bize seni öldürmemizi emrediyor” diyerek söze başlarlar. Daha sonra aralarında şöyle bir konuşma geçer:
Haricîler: “Ebû Bekir ve Ömer hakkında kanaatin nedir?”
Abdullah: “Ben onları ancak hayırla yâd ederim.”
Haricîler: “Hakem Olayı’nı kabul etmeden önceki Ali ile, hilâfetin ilk altı senesindeki Osman hakkında ne dersin?”
Abdullah:” Keza onların her ikisi hakkında da hayırdan başka bir şey diyemem”.
Haricîler: “Peki, Hakem Olayı’na ne dersin?”
Abdullah: “Hz. Ali, Allah’ın Kitabı’nı sizden çok daha iyi bilir. Dine karşı sizden çok daha muttaki ve daha derinliğine bir görüşe sahiptir.”
Haricîler: “Şurası kesin ki, sen Hakk’a uymuyorsun da, isimlerine bakıp şahıslara uyuyorsun” derler.
Bu konuşmalardan sonra Haricîler, Abdullah’ı boğazlayarak öldürmüşler; hanımını ve karnındaki çocuğunu da parçalamışlardır. Ne hazindir ki bu Haricîler “Ali kafirdir” demediği için Abdullah’ı ve hanımını hiçbir kaygı hissetmeden öldürürlerken, bir Hristiyan’ın yere düşen hurmasını parasız almaktan da çekinmişlerdir.[4]
İdeolojik din anlayışının ve mutlak doğru zihniyetinin varacağı son nokta işte burasıdır. Tek doğru anlayışına sahip olan bu zihniyete, Türkçede bağnazlık deniliyor. “Bir düşünceye, bir inanışa aşırı ölçüde bağlanıp ondan başka bir düşünce ve inanışı kabul etmeyen, mutaassıp, fanatik”[5] kişiye de bağnaz deniliyor. Maalesef bu tür bir taassubun yansımaları ise günümüzde daha sık görülüyor ve gittikçe de gelişme istidadı gösteriyor. Bunun bir sonucu olarak da farklı düşünceler, fikirler ve yorumlar, bu zihniyete sahip kişilerin egosantrik duygularına esir oluyor. Bu nedenle de onlar, İslâm’ı kendileri gibi anlamayan ve kedileri gibi düşünmeyen Müslümanları horlamaktan, aşağılamaktan itibarsızlaştırmaktan da geri kalmıyorlar, hatta kâfir olarak da tanımlıyorlar.
Daha açık bir ifade ile Haricî zihniyetten etkilenen ve beslenen bu neoharicî tiplerin, kendileri gibi inanmayan ve düşünmeyen Müslümanları tekfir ettikleri, onların onurlarını ve şahsiyetlerini rencide edecek söz ve davranışlarda bulundukları görülüyor. Bu da onların dinî düşünlerini ve yorumlarını “Din” olarak algıladıklarını gösteriyor. Oysa hiçbir dinî düşünce veya yorum, “Din” değildir, ama dinîdir. Dinî demek dine uygun bulunan veya uygun görülen demektir. Zira bir anlayışın, dine uygun gördüğü bir yorumu, bir başka anlayış uygun görmemektedir. Bu da bakış açılarına ve yöntemlere göre dinî düşüncelerin ve yorumların farkı olabildiğini/olabileceğini göstermektedir. İtikadî ve amelî mezheplerdeki görüş ve yorum farklılıkları da bunu ifade etmektedir. Bu nedenle dinî anlayışlar, mutlak doğruyu değil, izafî doğruyu temsil ederler. Bunun aksi bir iddia, kendi dinî düşüncelerini ve yorumlarını “Din” olarak görme demektir ki, bundan daha vahim bir hata olamaz. Çünkü dinî görüşler ve yorumlar, sadece dinîdirler. Bu nedenledir ki geçmiş alimlerimiz yaptıkları yorumların ve ileri sürdükleri görüşlerin sonun da “Allah en iyisini bilir” deme ihtiyacını hissetmişlerdir.
Sonuç olarak Haricî zihniyet, bu tür bir din anlayışı ile İslâm kardeşliğini yaralamakta; birlik ve beraberliği zedelemekte; fikir ve düşünce hürriyetini baskı altına almakta; tefrikayı körüklemekte; merhamet, şefkat ve hoşgörü duygularını zedelemekte daha da önemlisi güven duygularını yok etmektedir. Sorun ciddîdir ve bir zihniyet değişimi olmadan da mevcut sorunları çözmek, mümkün gözükmemektedir. Bu değişimin yolu da parçacı ve alansal olan ideolojik anlamalardan ve anlamlandırmalardan vaz geçilerek bütüncül bir Kur’an anlayışına ve metodolojik anlama yöntemlerine sahip olmaktan geçmektedir.
Prof. Dr. Celal Kırca
[1] Şehristânî, el-Milel,ve’n Nihal, Kahire 1968; 1/58; Muhammed Ebu Zehra, İslâm’da Şiyasîve İtikâdî Mezhepler Tarihi, Ter. Ethem Ruhi Fığlalı, Osamn Eskicioğlu. İstanbul 1970, 2/301-33.
[2] Muhammed Ammâra, İslâm Devleti, Ter. A. Karababa-S. Barlak, İstanbul 1991, s. 77.
[3] Şehristânî, el-Milel, 1/155.
[4] Ali Bardakoğlu ve diğerleri, Sahabîler Ansiklopedisi, Tercüman Gazetesi, İstanbul1989,s.28-29.
[5] TDK Türkçe Sözlük Ankara 2005, s.182.