islami haberdini haberortadoğu haberleriislam coğrafyası
DOLAR
34,5031
EURO
36,4292
ALTIN
2.955,81
BIST
9.302,94
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul
Parçalı Bulutlu
18°C
İstanbul
18°C
Parçalı Bulutlu
Cuma Yağmurlu
18°C
Cumartesi Parçalı Bulutlu
9°C
Pazar Çok Bulutlu
10°C
Pazartesi Parçalı Bulutlu
11°C

HARİCİLİĞİN ÇAĞDAŞ YANSIMALARI

HARİCİLİĞİN ÇAĞDAŞ YANSIMALARI
16 Eylül 2023 09:24
A+
A-

Hâricîlik, İslâm tarihinde ilk defa merkezî otoriteye başkaldıran ve kabilecilik rûhunu (bedeviliği) tekrar hâkim kılmak isteyen siyasî anlayışın dinî bir kisveye bürünerek ortaya çıkma­sı ve kendini, yönetime sahip çıkan büyük kitleden ayırma hareketidir. Hâricî, kelime anlamı itibariyle hariçte olan, kendini dışlayan demektir. Hz. Ali ile Muaviye arasında meydana ge­len Sıffin Savaşı esnasında savaşı sona erdirmek için hakeme başvurulması ve bu sebeple Hz. Ali taraftarı bir grubun hurûc hare­keti, bu fırkanın nüvesini oluşturmuş ve bu adla anılmasına sebep olmuştur. Bu hurûc hareketini yapanlar, Allah’ın hükmüne uyul­madığını, tam aksine insanların hükmüne uyulduğunu, dolayısıy­la tahkîmi kabul etmenin küfür ve bunu kabul edenlerin ise kâfir olduklarını ileri sürerek ana kitleye karşı çıkmışlardır.[1]

Şia, nasıl Hz. Ali sevgisine ve onun kişiliğine dayanan bir sistem kurmuş ise, Hâricîler de, Hz. Ali nefreti ve düşmanlığına dayanan ve buna birçok sahabîyi de katan bir sistem kurmuşlardır. Bir bakıma siyâseti din; hatâyı küfür, günahı ise Allah’a şirk koşma şeklinde anlamışlar ve insanlara bu ilkelere göre davranmışlardır. Bir anlamda Hâricîlik, davranış fırkası olmuştur. Reaksiyon bir hareket olduğu için de, müsbetten (olumluluklardan) ziyade, menfîler (olumsuzluklar) üzerinde durmuş­lar; bir  diğer ifade ile bardağın hep boş tarafını  görmüşler, dolu tarafını görmek istememişlerdir.   Karşı çıktıkları hareket siyasî olduğu için de  zamanla dinîle­şerek  siyasî İslâmî bir akım haline gelmiş ve   bunu tem­sil etme gibi bir misyona  da sahip olmuşlardır.

Bu hareketi ilk başlatanlar ise Temim Kabilesi’ne mensuptular ve   kabilecilik ruhuna   da sıkı sıkıya bağlı idiler.  Bu nedenle geleneksel alışkanlıklarını terk etmek istemedikleri için,  şehirlilik demek olan medenileşmeye bir türlü alışamamışlar,  hatta içten içe  tepki  de göstermişlerdir. Yeterli bir dinî eğitim  alamadıkları için de olumsuz duyguları törpülenmemiş, dolayısıyla da  Kur’ân’ı ve sünneti anlayacak ve yorumlayacak dinî kültürleri de  sahip olamamışlardır. Buna karşılık fıtrî olarak güç­lü bir din duygusuna sahip oldukları için de  yaşanan  hadiseleri,  daha ziyade duygusal bir tepki ile çözme eğilimi içinde olmuşlardır. Sonuçta  cahiliyye devri Araplarının zihinsel ve duygusal yönden bir uzantısı olan ve onların ferdî bağımsızlığını karakterize eden bu hareket, ilmî, fikrî ve dinî yetersizliği nedeniyle önce taassuba, daha sonra da şiddete baş vurmuştur. Hakem olayını, “Lâ hükme illâ Lillâh” (Allah’tan başka hüküm sahibi yoktur) prensibiyle yanlış anla­mış ve yorumlamış; iyiliği emir ve kötülükten men etme emrini ise yanlış kullanmışlardır.

Aslında bu prensibin temelinde, Hz. Ali’nin sahip olduğu siyasî otoriteyi önce onun elinden alıp Allah’a havale etmek, daha sonra da Allah’a ait kıldıkları bu otoriteyi kendilerine aktararak siyasî alanda etkili ve yetkili olma arzusu ve düşüncesi yatmaktadır. Ancak Hz. Ali bunun farkında olmuş olacak ki, “Söz doğru ama bu sözle kast edilen şey, batıldır. Zira onlar Allah’ın hakimiyetini siyasete taşımak istiyorlar. Oysa ki hâkimiyet, uygulama alanına koymak için bir insanın gerekli olduğu yönetim işidir[2] diyerek tepkisini göstermiştir.

Onlara göre iman, tasdik, ikrar ve amelden ibaret olduğu için, günah işleyeni kâfir  saymışlardır.[3] Zira Hâricîlere göre, amel imândan bir parçadır, dolayısıyla da   parçayı yapmayan, bütünü  de yapmamış demektir. Bu nedenle günah işleyen bir kişi,  onlara göre imânın bir parçasını yapmadığı için kâfir olmuştur. Sırf bu yüzden Hz. Ali ve hakem olayına iştirak edenleri kâfirlikle suçlamışlardır.

Hâricîler, Bâtinîlerin tam zıd­dına, kelime ve lâfızların zâhirine önem vermişler ve  Kur’an’ın zâhirî an­lamlarına  sımsıkı sarılmışlar, dolayısıyla ayetlerin iç ve dış bağlamlarına ve bağlamsal anlamlarına önem vermemişlerdir. Bu nedenle Kur’ân’a yüzeysel yaklaşmışlar ve bu yüzeysellikten de kurtulamamışlardır. Kur’ân’ın özüne ve ruhuna inebilecek ilmî seviyeden ve bilgilerden yoksun oldukları için de fikrî bir hareket haline gelememişler; bunun bir sonucu olarak da düşünce ve tefekkür yerine insanların duygularına  ve  bu duyguları yansıtan sözlerine daha çok önem vermişlerdir.  Bunun  en  canlı örneği de Abdullah b. Habbâb b. Eret’in öldürülüş hikayesinde  görülür:

Abdullah, omuzunda Kur’ân-ı Kerim’i asılı olarak, hamile karısı ile birlikte yolda giderken Haricîlerden bir grup da önlerinden gelmektedir. Haricîler, Abdullah’ın yanına geldiklerinde ona: “Boynunda asılı duran o kitap, bize seni öldürmemizi emrediyor” diyerek söze başlarlar. Daha sonra aralarında şöyle bir  konuşma geçer:

Haricîler: “Ebû Bekir ve Ömer hakkında kanaatin nedir?”

Abdullah: “Ben onları ancak hayırla yâd ederim.”

Haricîler: “Hakem Olayı’nı kabul etmeden önceki Ali ile, hilâfetin ilk altı senesindeki Osman hakkında ne dersin?”

Abdullah:” Keza onların her ikisi hakkında da hayırdan başka bir şey diyemem”.

Haricîler: “Peki, Hakem Olayı’na ne dersin?”

Abdullah:  “Hz. Ali, Allah’ın Kitabı’nı sizden çok daha iyi bilir. Dine karşı sizden çok daha muttaki ve daha derinliğine bir görüşe sahiptir.”

Haricîler: “Şurası kesin ki, sen Hakk’a uymuyorsun da, isimlerine bakıp şahıslara uyuyorsun” derler.

Bu konuşmalardan sonra Haricîler, Abdullah’ı boğazlayarak öldürmüşler; hanımını ve karnındaki çocuğunu da parçalamışlardır. Ne hazindir ki bu Haricîler “Ali  kafirdir”  demediği için Abdullah’ı  ve hanımını   hiçbir  kaygı hissetmeden öldürürlerken, bir Hristiyan’ın  yere düşen hurmasını parasız almaktan da çekinmişlerdir.[4]

İdeolojik  din anlayışının ve mutlak doğru  zihniyetinin  varacağı  son nokta işte burasıdır. Tek doğru anlayışına sahip olan bu zihniyete, Türkçede bağnazlık  deniliyor. “Bir düşünceye, bir inanışa aşırı ölçüde bağlanıp ondan başka bir düşünce ve inanışı kabul etmeyen, mutaassıp, fanatik”[5]  kişiye de bağnaz deniliyor. Maalesef bu tür bir taassubun yansımaları ise günümüzde  daha sık görülüyor ve gittikçe de gelişme istidadı gösteriyor. Bunun bir sonucu olarak da farklı düşünceler, fikirler ve yorumlar, bu zihniyete sahip kişilerin egosantrik duygularına esir  oluyor. Bu nedenle  de onlar, İslâm’ı kendileri gibi anlamayan  ve kedileri gibi düşünmeyen Müslümanları horlamaktan, aşağılamaktan itibarsızlaştırmaktan da  geri kalmıyorlar, hatta kâfir olarak  da tanımlıyorlar.

Daha açık bir ifade ile Haricî zihniyetten etkilenen ve  beslenen  bu neoharicî tiplerin, kendileri gibi inanmayan ve düşünmeyen Müslümanları tekfir ettikleri, onların onurlarını ve şahsiyetlerini rencide edecek söz ve davranışlarda bulundukları görülüyor.  Bu da onların dinî düşünlerini ve yorumlarını “Din” olarak  algıladıklarını gösteriyor. Oysa hiçbir dinî düşünce  veya yorum, “Din” değildir, ama dinîdir.  Dinî demek dine uygun  bulunan  veya uygun görülen demektir. Zira bir anlayışın, dine  uygun gördüğü bir yorumu, bir  başka anlayış  uygun görmemektedir.  Bu da  bakış açılarına ve yöntemlere göre  dinî düşüncelerin ve yorumların  farkı olabildiğini/olabileceğini  göstermektedir.  İtikadî ve amelî mezheplerdeki  görüş ve yorum  farklılıkları da  bunu ifade etmektedir. Bu nedenle dinî anlayışlar, mutlak doğruyu değil, izafî doğruyu temsil ederler.  Bunun aksi bir  iddia, kendi dinî düşüncelerini ve yorumlarını  “Din” olarak görme demektir ki, bundan daha vahim bir hata olamaz. Çünkü dinî görüşler ve yorumlar, sadece dinîdirler.  Bu nedenledir ki geçmiş alimlerimiz yaptıkları yorumların ve ileri sürdükleri görüşlerin sonun da “Allah en iyisini bilir”  deme ihtiyacını hissetmişlerdir.

Sonuç olarak Haricî zihniyet, bu tür bir din anlayışı ile İslâm kardeşliğini yaralamakta; birlik ve beraberliği zedelemekte; fikir ve düşünce hürriyetini baskı altına almakta; tefrikayı körüklemekte;  merhamet, şefkat ve hoşgörü duygularını zedelemekte daha da  önemlisi  güven duygularını yok etmektedir. Sorun ciddîdir ve bir zihniyet değişimi olmadan da mevcut sorunları çözmek, mümkün gözükmemektedir. Bu değişimin yolu da parçacı ve alansal olan ideolojik anlamalardan  ve anlamlandırmalardan vaz geçilerek bütüncül bir Kur’an anlayışına   ve metodolojik anlama  yöntemlerine sahip  olmaktan geçmektedir.

Prof. Dr. Celal Kırca

 

[1] Şehristânî, el-Milel,ve’n Nihal, Kahire 1968; 1/58; Muhammed Ebu Zehra,  İslâm’da  Şiyasîve İtikâdî Mezhepler Tarihi, Ter. Ethem  Ruhi Fığlalı, Osamn Eskicioğlu. İstanbul 1970, 2/301-33.

[2] Muhammed Ammâra, İslâm Devleti,  Ter. A. Karababa-S. Barlak, İstanbul 1991, s. 77.

[3] Şehristânî, el-Milel, 1/155.

[4] Ali Bardakoğlu ve diğerleri, Sahabîler Ansiklopedisi, Tercüman Gazetesi, İstanbul1989,s.28-29.

[5] TDK  Türkçe Sözlük  Ankara 2005, s.182.

ETİKETLER: ÜSTMANŞET, yazarlar
Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.