islami haberdini haberortadoğu haberleriislam coğrafyası
DOLAR
34,5424
EURO
36,0063
ALTIN
3.006,41
BIST
9.549,89
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul
Parçalı Bulutlu
9°C
İstanbul
9°C
Parçalı Bulutlu
Pazar Az Bulutlu
10°C
Pazartesi Parçalı Bulutlu
11°C
Salı Çok Bulutlu
11°C
Çarşamba Az Bulutlu
13°C

HAYAT TARZIMIZ İSLAM’I NE KADAR YANSITIYOR?

HAYAT TARZIMIZ İSLAM’I NE KADAR YANSITIYOR?
10 Haziran 2023 09:52
A+
A-

İslâm, müntesiplerinden koyduğu kurallara uyulmasını ister. Bu nedenle de her Müslüman, sahip olduğu bilgi birikimi ölçüsünde  bu kurallara  uyduğunu ve İslâm’ı yaşadığını düşünür. Ancak bu  düşünce  ne kadar doğrudur?  Kur’an’da  yer alan ilkeleri ölçüt  aldığımızda,  acaba yaşadığımız İslâm’ın ne kadarı  bu ölçütlerle uyumludur?  Mesela  bir Müslüman, namaz kılıyor, oruç tutuyor, hacca gidiyor, kurban kesiyor fakat yalan söyleyerek ve çalarak bir kazanç elde ediyorsa, kişisel çıkarları için hak-hukuk tanımıyor ve bundan dolayı da becerikli ve açıkgözlü olmakla övünüyorsa, bu kişinin  Kur’an’ın öngördüğü ilkelere  uygun bir hayat   yaşadığı  söylenebilir mi?   Böyle bir durumda bu kişi, Peygamberimizin “Kim yalan söylemeyi, yalanla iş görmeyi ve cehaleti terk etmezse, Allah’ın, onun yemesini ve içmesini bırakmasına (oruç tutmasına) ihtiyacı yoktur[1] sözüne  muhatap olmuş  olmaz mı?  Nitekim  Allah Teala da “Namaz fuhşiyâttan ve  çirkin şeylerden  insanı men eder[2]  buyurarak namazın  kötü ve iğ­renç şeylerden Müslümanı   alıkoyan bir  ibadet türü  olduğunu  açıklıyor. Dolayısıyla namaz, bazı Müslümanları, fuhşiyattan ve  çirkin şeylerden  alıkoyduğu halde, neden  bazı  Müslümanları fuhşiyattan ve çirkin şeylerden alıkoymuyor?   Bu konuda söylenecek ilk söz, Müslümanı haramlardan ve kötülükten alıkoyan namazın, mutlak anlamdaki namaz olduğudur. Yoksa gerçek anlamda kılınmayan ve­ya değişik duygular veya düşünceler  içinde kılınan ve  ihlastan uzak olan namaz değildir.[3]   Zira  ihlastan yoksun  olan bir  namazın, fonksiyonları da eksik olur. Daha fazla bilgi,  namaz psikolojisi ve sosyolojisini araştıran, ya da araştıracak olan  bilim insanlarına aittir

Nitekim hem  geçmişte, hem de günümüzde bazı Müslümanların, Kur’an’ın ve Hz. Peygamberin önerdiği kriterlere  uygun düzgün bir hayat yaşadıkları bilinse de, bazı  Müslümanların bu kurallara uygun bir hayat yaşamadıkları, hatta İslâm’ı kompartımanlaştırarak yaşadıkları, özellikle kendilerini diğer Müslümanlardan ayırt etmek için bazı simgeleri ve sloganları kullandıkları ve bunların da  “görünür” olmasına özen gösterdikleri biliniyor. Hiç şüphesiz  bu anlayışın ve  böyle hayat tarzının bir çok sebebi olabilir. Ancak bu sebepler  arasında  kapsayıcı ve kuşatıcı bir Kur’an bilgisine sahip olunmaması;  sahip olunan dinî bilgilerin ise  derinlikten ve nitelikten yoksun  oluşu;  daha da önemlisi “görünür” olma tavrının, dinin araç değerleri üzerinden yapılması, dolayısıyla  amaç değerlere yeterince özen gösterilmemesi, en dikkat çekici  olanlarıdır.  Dolayısıyla İslam, bir kimlik olarak sosyal ve kamusal alanda “görünür” olsa da, muhtevasının kapsayıcılığı, kuşatıcılığı, derinliği ve kişilik yaratıcı niteliği ile yaşamamaktadır. Nitekim bu tür bir hayat tarzının, hem geçmişte hem de günümüzde pek çok örneği  mevcuttur.

Mesela Fuzulî’nin, Kanunî döneminde  maaşını alamayınca bürokrasiyi, rüşvetçiliği ve yozlaşmayı yeren  Şikâyetnâme’ sini   yazdığı ve  buna da  “Selam verdim rüşvet değüldür deyu almadılar, hüküm gösterdim faidesüzdür deyu mültefit olmadılar!”  sözü  ile başladığı  bilinmekte; Koçi Bey’in de   4. Murat’a sunduğu rapor mahiyetindeki  o meşhur Risalesinde açıktan açığa devlet dairelerinde nasıl rüşvet alındığını ve önemli makamlara gelebilmek için  nasıl rüşvet verildiğini  yana yakıla anlattığı  görülmektedir.[4]

Filibeli  Ahmet Hilmi ise “İslam Tarihi” isimli eserinde, Hâl-i Hâzır’da İslâm  başlığı altındaki yazısında 1883 de vefat eden  amasız bir İslâm düşmanı Dozy’den şunları  nakletmektedir:

“Dozy diyor ki: Türkler gayet mükemmel namaz kılan bir kavimdir…..Türklerde namaz günlük vazifelerdendir. Kendiliğinden anlaşılır ki, bu vazife elbise giymek, işini yapmak, yemek yemek ve uyumak vazifeleri gibi  ifâ olunur.  Eski an’ane takip edilir. Ne halde bulunulursa bulunsun ve hal ne kadar  müsâid  olmazsa olmasın, namaz kılınır.

Bir şahıs az nâzik bir hikaye nakleder. O sırada müezzin ezan okumaya başlar, hikayeyi anlatan  susar. Namazını kılar, hikayesine kaldığı yerden  başlar. Bir tacir yalan söyler; aldatır; sonra namaz kılar. Sonra  ise yalan  ve  kandırmasına devam eder. Bir paşa bazı vahşî  zulümler icrasına, yahut bir  cinayet  icrasına emirler vermekle  meşgul bulunur.  Ezan okunduğunu işitir; gayet huzurla seccadesini yayar, sakalını sıvazlar,  âsûde olduğu kadar muhteşem bir sima ile namazına başlar. Namaz kılındıktan sonra zâlim talimatını vermeye devam eder. Çünkü namazı ile vicdanının hiçbir alakası yoktur ve hiç  bir kimse bunda hayreti mûcip  bir şey görmez, hiç  bir kimse arlanmaz. Herkes istediği zamanlarda   namazını kılar ve bununla her şey olmuş bitmiş olur.”[5]

1914 yılında Almanya’ya  giden  Mehmet Akif’in  yurda döndüğünde  “Dinleri var işimiz gibi, işleri var dinimiz gibi…”  sözü de Müslümanların bu ahlakî  zaafını  resmetmesi açısından önemli bir tespittir.

Nurettin Topçu ise  yaşadığı bir olay üzerine Orhan Okay’a   gönderdiği 11 Nisan 1965 tarihli mektubunda  şunları  yazmıştır:

 “Hizmetine ömrümü harcadığım memlekette dostlarım kalmadı gibi bir şey. Adeta yapayalnızım, boşlukta ve adeta etrafımdakilerden başka bir dünyadayım. İnsanın düşkünlüğünü, sefaletini bilirdim ama ruh sefaletinin bu kadar karanlığını görmemiştim. İnsan diye emek verdiklerimin hemen hepsi de ruh ve mana mefhumuna yabancı, menfaat kölesi bir takım haşerelermiş. Ahlaksızlığın ummanı olan bu Şark’ı yaşadıkça tanıyorum. Burada insanı fenerle arayanlar yanılmamışlar. ‘Müslümanız diyen insan yığını’ yok mu? Onlar Şark’ın en aşağı tabakasını teşkil ediyor. Müslümanlık, yaşanan şekliyle Müslümanlık Şark’ı bitirmiş. Buraya artık ne ilim girer, ne ahlak, ne de Allah uzanır bunlara. Bunların önce her şeyi bırakıp, insanlık devrine girmeleri lazım.”[6]  

Nurettin Topçu’nun bu mektubunu, içeriğinden de anlaşılacağı üzere  çok güvendiği  ve inandığı üç beş dostunun bir konuda kendisini sukut-u hayale uğratan  davranışları  üzerine yazdığı; çok güvendiği dostlarından gördüğü kötü muamelenin de onu ziyadesiyle  üzdüğü ve bu ruh haliyle  bu mektubu yazdığı   bilinmektedir.

Güven, insanlar arası ilişkilerde olması gereken en temel ilkelerden biridir. Daha açık bir ifade ile insanlar arasında esas olan, insanların birbirlerine güvenmeleri, ihanet etmemeleri, iftira etmemeleri,verdikleri sözde durmaları ve asla yalan konuşmamalarıdır.  Gel gör ki  teorik açıdan doğru olan bu ilkelerin, insanların çıkarları söz konusu olduğunda maalesef  uygulanmadığı; bu nedenle de güvenin gittikçe azaldığı ve  yerini güvensizliğe  bıraktığı müşahede edilmektedir. Nitekim “Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı (TEPAV)”nın yaptığı bir araştırmada[7] Türkiye, düşük düzeyde güvenenler arasında yer almakta ve birbirlerine güvenenlerin oranı, yüzde 8 olarak açıklanmaktadır. Bu kategoride Gana ve Peru, yüzde yedi; Malezya ve Kolombiya, yüzde dokuzla 29 ülke arasında en sonlarda yer alıyor. Rusya, Hindistan, yüzde yirmi alt oranı ile orta düzeyde; Yeni Zelanda, yüzde elli iki; Çin, yüzde elli beş; İsveç ise yüzde altmış üç oranıyla yüksek düzeyde güvenenler arasında bulunuyor. Nitekim  toplum hayatında, özellikle de ticaret ve ikili ilişkilerde doğruluk ve dürüstlük ilkelerine gereği gibi riayet edilmediği, kimi insanların menfaatlerini, doğruluğun ve dürüstlüğün önüne koyduğu; yalan söylemeyi meşru ve tabii bir davranış olarak algıladığı  gözlemleniyor. Bu iç karartıcı durum, sadece kişisel bir tespitten ibaret değildir. Anket sonuçları da bu tespiti doğrulamaktadır.

ABD’de bulunan George Washington Üniversitesi’nden  başkanlığını İran’lı  bilim adamının  yaptığı   bir grup, “Kur’ân-ı Kerîm’de yer alan İslâmî ölçüleri bir endekse tabi tutarsak, Müslim-gayr-i Müslim dünyadaki bütün ülkelerin sıralaması nasıl olur?”  diye  düşünmüşler ve “İslam’ın emirlerine uygun toplum yapısı oluşturabilen ülkeler” i belirleyen bir  araştırma yapmışlar. 208 ülkede yapılan bu araştırmaya göre hiçbir İslam ülkesinin ilk yüze  giremediği görülüyor. Türkiye 208 ülke arasında 103.; Suudi Arabistan 131. sırada yer alıyor.  Şaşırtıcı bir şekilde Yeni Zelanda, Lüksemburg ve İrlanda ilk üç sırayı paylaşırken; İsveç, Danimarka, İngiltere, Norveç gibi Batılı ülkeler, İslâmîlik konusunda Müslüman ülkelere fark atıyorlar.[8]

Bu durumda  Müslümanlar olarak ‘İslâm’ı  ne  kadar temsil  ettiğimizi ve  hayatımıza  ne ölçüde yansıttığımızı sorgulamamız gerekmiyor  mu? Buna “nefis muhasebesi” de deniliyor.   Dolayısıyla nefis muhasebesi; her Müslümanın bütün işlerini, tutum ve davranışını,  helal-haram;  temiz-pis; iyi-kötü; doğru-yanlış, dengeli-dengesiz ilkelerine göre gözden geçirmesi;  hatalarını, kusurlarını ve eksikliklerini tespit edip Allah’tan af, insanlardan da özür dilemesi, daha sonra da geleceğe helal, temiz, iyi, doğru ve dengeli  bir hayat  yaşama anlayışı ile yönelmesi denektir.

                 

Prof. Dr. Celal Kırca

 

[1]Buharî,  Savm,8.

[2] An­kebut, 29/45

[3] Mâ’ûn, 107/4-6.

[4] Koçi Bey Risalesi, İstanbul 1972, s. 28-30.

[5] Filibeli Ahmet Hilmi, Rıza Nur,  İslâm Tarihi, Ötüken  Neşriyat,  İstanbul 1982, s. 634.

[6] M. Orhan Okay, Anadolu’dan Hatıralarla Nurettin Topçu’nun Mektupları, Cümle Yayınları, Ankara 2015, s. 139.

[7] HYPERLINK “http://www.tepav.org.tr.”

[8] Diyanet Haber, 9 Aralık 2014.

 

ETİKETLER: ÜSTMANŞET, yazarlar
Yorumlar
  1. Kemal Mete dedi ki:

    Acı bir tablo. Güven ve dürüstlük altın madeni gibi bulunmaz ve değerli oldu.