İslâm, müntesiplerinden koyduğu kurallara uyulmasını ister. Bu nedenle de her Müslüman, sahip olduğu bilgi birikimi ölçüsünde bu kurallara uyduğunu ve İslâm’ı yaşadığını düşünür. Ancak bu düşünce ne kadar doğrudur? Kur’an’da yer alan ilkeleri ölçüt aldığımızda, acaba yaşadığımız İslâm’ın ne kadarı bu ölçütlerle uyumludur? Mesela bir Müslüman, namaz kılıyor, oruç tutuyor, hacca gidiyor, kurban kesiyor fakat yalan söyleyerek ve çalarak bir kazanç elde ediyorsa, kişisel çıkarları için hak-hukuk tanımıyor ve bundan dolayı da becerikli ve açıkgözlü olmakla övünüyorsa, bu kişinin Kur’an’ın öngördüğü ilkelere uygun bir hayat yaşadığı söylenebilir mi? Böyle bir durumda bu kişi, Peygamberimizin “Kim yalan söylemeyi, yalanla iş görmeyi ve cehaleti terk etmezse, Allah’ın, onun yemesini ve içmesini bırakmasına (oruç tutmasına) ihtiyacı yoktur” [1] sözüne muhatap olmuş olmaz mı? Nitekim Allah Teala da “Namaz fuhşiyâttan ve çirkin şeylerden insanı men eder” [2] buyurarak namazın kötü ve iğrenç şeylerden Müslümanı alıkoyan bir ibadet türü olduğunu açıklıyor. Dolayısıyla namaz, bazı Müslümanları, fuhşiyattan ve çirkin şeylerden alıkoyduğu halde, neden bazı Müslümanları fuhşiyattan ve çirkin şeylerden alıkoymuyor? Bu konuda söylenecek ilk söz, Müslümanı haramlardan ve kötülükten alıkoyan namazın, mutlak anlamdaki namaz olduğudur. Yoksa gerçek anlamda kılınmayan veya değişik duygular veya düşünceler içinde kılınan ve ihlastan uzak olan namaz değildir.[3] Zira ihlastan yoksun olan bir namazın, fonksiyonları da eksik olur. Daha fazla bilgi, namaz psikolojisi ve sosyolojisini araştıran, ya da araştıracak olan bilim insanlarına aittir
Nitekim hem geçmişte, hem de günümüzde bazı Müslümanların, Kur’an’ın ve Hz. Peygamberin önerdiği kriterlere uygun düzgün bir hayat yaşadıkları bilinse de, bazı Müslümanların bu kurallara uygun bir hayat yaşamadıkları, hatta İslâm’ı kompartımanlaştırarak yaşadıkları, özellikle kendilerini diğer Müslümanlardan ayırt etmek için bazı simgeleri ve sloganları kullandıkları ve bunların da “görünür” olmasına özen gösterdikleri biliniyor. Hiç şüphesiz bu anlayışın ve böyle hayat tarzının bir çok sebebi olabilir. Ancak bu sebepler arasında kapsayıcı ve kuşatıcı bir Kur’an bilgisine sahip olunmaması; sahip olunan dinî bilgilerin ise derinlikten ve nitelikten yoksun oluşu; daha da önemlisi “görünür” olma tavrının, dinin araç değerleri üzerinden yapılması, dolayısıyla amaç değerlere yeterince özen gösterilmemesi, en dikkat çekici olanlarıdır. Dolayısıyla İslam, bir kimlik olarak sosyal ve kamusal alanda “görünür” olsa da, muhtevasının kapsayıcılığı, kuşatıcılığı, derinliği ve kişilik yaratıcı niteliği ile yaşamamaktadır. Nitekim bu tür bir hayat tarzının, hem geçmişte hem de günümüzde pek çok örneği mevcuttur.
Mesela Fuzulî’nin, Kanunî döneminde maaşını alamayınca bürokrasiyi, rüşvetçiliği ve yozlaşmayı yeren Şikâyetnâme’ sini yazdığı ve buna da “Selam verdim rüşvet değüldür deyu almadılar, hüküm gösterdim faidesüzdür deyu mültefit olmadılar!” sözü ile başladığı bilinmekte; Koçi Bey’in de 4. Murat’a sunduğu rapor mahiyetindeki o meşhur Risalesinde açıktan açığa devlet dairelerinde nasıl rüşvet alındığını ve önemli makamlara gelebilmek için nasıl rüşvet verildiğini yana yakıla anlattığı görülmektedir.[4]
Filibeli Ahmet Hilmi ise “İslam Tarihi” isimli eserinde, Hâl-i Hâzır’da İslâm başlığı altındaki yazısında 1883 de vefat eden amasız bir İslâm düşmanı Dozy’den şunları nakletmektedir:
“Dozy diyor ki: Türkler gayet mükemmel namaz kılan bir kavimdir…..Türklerde namaz günlük vazifelerdendir. Kendiliğinden anlaşılır ki, bu vazife elbise giymek, işini yapmak, yemek yemek ve uyumak vazifeleri gibi ifâ olunur. Eski an’ane takip edilir. Ne halde bulunulursa bulunsun ve hal ne kadar müsâid olmazsa olmasın, namaz kılınır.
Bir şahıs az nâzik bir hikaye nakleder. O sırada müezzin ezan okumaya başlar, hikayeyi anlatan susar. Namazını kılar, hikayesine kaldığı yerden başlar. Bir tacir yalan söyler; aldatır; sonra namaz kılar. Sonra ise yalan ve kandırmasına devam eder. Bir paşa bazı vahşî zulümler icrasına, yahut bir cinayet icrasına emirler vermekle meşgul bulunur. Ezan okunduğunu işitir; gayet huzurla seccadesini yayar, sakalını sıvazlar, âsûde olduğu kadar muhteşem bir sima ile namazına başlar. Namaz kılındıktan sonra zâlim talimatını vermeye devam eder. Çünkü namazı ile vicdanının hiçbir alakası yoktur ve hiç bir kimse bunda hayreti mûcip bir şey görmez, hiç bir kimse arlanmaz. Herkes istediği zamanlarda namazını kılar ve bununla her şey olmuş bitmiş olur.”[5]
1914 yılında Almanya’ya giden Mehmet Akif’in yurda döndüğünde “Dinleri var işimiz gibi, işleri var dinimiz gibi…” sözü de Müslümanların bu ahlakî zaafını resmetmesi açısından önemli bir tespittir.
Nurettin Topçu ise yaşadığı bir olay üzerine Orhan Okay’a gönderdiği 11 Nisan 1965 tarihli mektubunda şunları yazmıştır:
“Hizmetine ömrümü harcadığım memlekette dostlarım kalmadı gibi bir şey. Adeta yapayalnızım, boşlukta ve adeta etrafımdakilerden başka bir dünyadayım. İnsanın düşkünlüğünü, sefaletini bilirdim ama ruh sefaletinin bu kadar karanlığını görmemiştim. İnsan diye emek verdiklerimin hemen hepsi de ruh ve mana mefhumuna yabancı, menfaat kölesi bir takım haşerelermiş. Ahlaksızlığın ummanı olan bu Şark’ı yaşadıkça tanıyorum. Burada insanı fenerle arayanlar yanılmamışlar. ‘Müslümanız diyen insan yığını’ yok mu? Onlar Şark’ın en aşağı tabakasını teşkil ediyor. Müslümanlık, yaşanan şekliyle Müslümanlık Şark’ı bitirmiş. Buraya artık ne ilim girer, ne ahlak, ne de Allah uzanır bunlara. Bunların önce her şeyi bırakıp, insanlık devrine girmeleri lazım.”[6]
Nurettin Topçu’nun bu mektubunu, içeriğinden de anlaşılacağı üzere çok güvendiği ve inandığı üç beş dostunun bir konuda kendisini sukut-u hayale uğratan davranışları üzerine yazdığı; çok güvendiği dostlarından gördüğü kötü muamelenin de onu ziyadesiyle üzdüğü ve bu ruh haliyle bu mektubu yazdığı bilinmektedir.
Güven, insanlar arası ilişkilerde olması gereken en temel ilkelerden biridir. Daha açık bir ifade ile insanlar arasında esas olan, insanların birbirlerine güvenmeleri, ihanet etmemeleri, iftira etmemeleri,verdikleri sözde durmaları ve asla yalan konuşmamalarıdır. Gel gör ki teorik açıdan doğru olan bu ilkelerin, insanların çıkarları söz konusu olduğunda maalesef uygulanmadığı; bu nedenle de güvenin gittikçe azaldığı ve yerini güvensizliğe bıraktığı müşahede edilmektedir. Nitekim “Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı (TEPAV)”nın yaptığı bir araştırmada[7] Türkiye, düşük düzeyde güvenenler arasında yer almakta ve birbirlerine güvenenlerin oranı, yüzde 8 olarak açıklanmaktadır. Bu kategoride Gana ve Peru, yüzde yedi; Malezya ve Kolombiya, yüzde dokuzla 29 ülke arasında en sonlarda yer alıyor. Rusya, Hindistan, yüzde yirmi alt oranı ile orta düzeyde; Yeni Zelanda, yüzde elli iki; Çin, yüzde elli beş; İsveç ise yüzde altmış üç oranıyla yüksek düzeyde güvenenler arasında bulunuyor. Nitekim toplum hayatında, özellikle de ticaret ve ikili ilişkilerde doğruluk ve dürüstlük ilkelerine gereği gibi riayet edilmediği, kimi insanların menfaatlerini, doğruluğun ve dürüstlüğün önüne koyduğu; yalan söylemeyi meşru ve tabii bir davranış olarak algıladığı gözlemleniyor. Bu iç karartıcı durum, sadece kişisel bir tespitten ibaret değildir. Anket sonuçları da bu tespiti doğrulamaktadır.
ABD’de bulunan George Washington Üniversitesi’nden başkanlığını İran’lı bilim adamının yaptığı bir grup, “Kur’ân-ı Kerîm’de yer alan İslâmî ölçüleri bir endekse tabi tutarsak, Müslim-gayr-i Müslim dünyadaki bütün ülkelerin sıralaması nasıl olur?” diye düşünmüşler ve “İslam’ın emirlerine uygun toplum yapısı oluşturabilen ülkeler” i belirleyen bir araştırma yapmışlar. 208 ülkede yapılan bu araştırmaya göre hiçbir İslam ülkesinin ilk yüze giremediği görülüyor. Türkiye 208 ülke arasında 103.; Suudi Arabistan 131. sırada yer alıyor. Şaşırtıcı bir şekilde Yeni Zelanda, Lüksemburg ve İrlanda ilk üç sırayı paylaşırken; İsveç, Danimarka, İngiltere, Norveç gibi Batılı ülkeler, İslâmîlik konusunda Müslüman ülkelere fark atıyorlar.[8]
Bu durumda Müslümanlar olarak ‘İslâm’ı ne kadar temsil ettiğimizi ve hayatımıza ne ölçüde yansıttığımızı sorgulamamız gerekmiyor mu? Buna “nefis muhasebesi” de deniliyor. Dolayısıyla nefis muhasebesi; her Müslümanın bütün işlerini, tutum ve davranışını, helal-haram; temiz-pis; iyi-kötü; doğru-yanlış, dengeli-dengesiz ilkelerine göre gözden geçirmesi; hatalarını, kusurlarını ve eksikliklerini tespit edip Allah’tan af, insanlardan da özür dilemesi, daha sonra da geleceğe helal, temiz, iyi, doğru ve dengeli bir hayat yaşama anlayışı ile yönelmesi denektir.
Prof. Dr. Celal Kırca
[1]Buharî, Savm,8.
[2] Ankebut, 29/45
[3] Mâ’ûn, 107/4-6.
[4] Koçi Bey Risalesi, İstanbul 1972, s. 28-30.
[5] Filibeli Ahmet Hilmi, Rıza Nur, İslâm Tarihi, Ötüken Neşriyat, İstanbul 1982, s. 634.
[6] M. Orhan Okay, Anadolu’dan Hatıralarla Nurettin Topçu’nun Mektupları, Cümle Yayınları, Ankara 2015, s. 139.
[7] HYPERLINK “http://www.tepav.org.tr.”
[8] Diyanet Haber, 9 Aralık 2014.
Acı bir tablo. Güven ve dürüstlük altın madeni gibi bulunmaz ve değerli oldu.