islami haberdini haberortadoğu haberleriislam coğrafyası
DOLAR
34,4768
EURO
36,3253
ALTIN
2.957,23
BIST
9.367,77
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul
Parçalı Bulutlu
18°C
İstanbul
18°C
Parçalı Bulutlu
Cuma Yağmurlu
18°C
Cumartesi Parçalı Bulutlu
9°C
Pazar Çok Bulutlu
10°C
Pazartesi Parçalı Bulutlu
10°C

HAYATIMIN İLK 25 YILI

HAYATIMIN İLK 25 YILI
21 Haziran 2023 13:00
A+
A-

Bismillah…

Haziran 1945’de İstanbul Kasımpaşa Kadımehmet Mahallesi İbadullah Sokak 20 numarada doğdum. Babam Rauf-Fatma oğlu 1908 doğumlu Faik Efendidir. Annem ise Mustafa –Sakine kızı 1910 doğumlu Hamdiye Hanımdır. Allah her ikisine de rahmet eylesin. Annem 1964 Ocak ayında, Babam ise 1969 Nisan’ında vefat etmiştir. He ikisi de dindar olup helâl haram bilir secdeli insanlardı. Özellikle annemin genç sayılabilecek bir yaşta; 54 yaşına girerken vefat etmesi içimde hep bir sızı olarak kalmıştır.

Çocukluk Anılarım

Şimdi, on yaş altı torunlarımın onlarca resmi var ama benim bir tek çocukluk resmim yok; elimde olan ilk resmim 15 yaşlarında iken ilkokulu bitirme imtihanı için çektirdiğim resim.

İlkokul öncesi ve birinci sınıf dönemimle ilgili dört anım var. İlki Sünnet oluşumla ilgili. Sünnetçiyi görünce kaçtım ve ablam Emine arkamdan koşarak beni yakaladı. Küçük bir el feneri ile beni etkilediler. Diğeri teyzemin oğlu ve benden bir yaş küçük olan süt kardeşim Şükrü Kandemir’in beni evimizin yakınındaki inşaatın kireç kuyusuna iteklemesi. Rabbim korudu. Üçüncü anım, annemle İstanbul’a gelirken Rize limanında büyük bir kayıkla açıkta olan yolcu gemisine yanaşmıştık, bu sırada kayıktan sarkan elimi yanaşmakta olan diğer bir kayık ezip parçalamak üzereyken, kayıkçının feryat edercesine uyarısıyla elimi kurtarabilmiştik. Son anım daha bir ilginç:

Mahallenin yaramaz Ali’siydim. Babamın yelek cebinden aldığım bozuk paralarla misket oynardım ama arada bir de arkadaşlarımı toplar, “Fatih İstanbul’u 1453’de fethetti” ve benzeri şeyleri söyleyerek nutuk çekerdim. Annemin anlatımına göre komşumuz öğretmen Vasfiye Hanım, beni evinin penceresinden takip eder ve anneme “bu çocuk büyük adam olacak” dermiş. Vasfiye Hanım gibi bir öğretmenin, öğrencilerinden veya izlediği çocuklardan biri hakkında böylesi bir tespit yapması bütün güzelliklerin Allah’ın ihsanı olduğuna belgedir. Çünkü çocuğun iradeli çalışması yoktur ki özelliklerini ona mal edelim. Aslında yetişkinlerin durumu da farklı değildir. Onların başarıları da Allah’ın lütfudur. Peygamberimiz her farz namazın ardından şöyle dua edermiş:

– Allahım! Senin verdiğini engelleyecek, engellediğini verecek, hükme bağladığını bozacak yoktur. (İslâmî ölçülere uygun olarak kullanmadıkça) yaratırken verdiğin nimetlerin kişiye faydası yoktur.

İlkokula Başlayıp İlk Üç Sınıfı Okumam

1953-54 ders yılında Kasımpaşa Kadımehmet ilkokuluna yazıldım. Aynur isimli bir kızla birincilik için yarışırdık. Bir yazılıda Rüzgâr kelimesinin (a) sına aksan koymadığım için Aynur’dan eksik not almıştım. Şimdilerde aksanı kaldırarak örneğin Kârı karı, Kâbe’yi Kabe yapan sözde eğitimcilere duyurulur.

İkinci sınıfı 1954-55 de Rize Camidağı Köyü İlkokulunda okudum. Öğretmenimiz 16-17 yaşlarında Cenani Aydoğan isimli bir gençti.

Üçüncü sınıfa da 1955-56 ders yılında Kasımpaşa Piyale Paşa ilkokulunda devam ettim. Üçüncü sınıfta, birincilik için Reyhan isimli bir kızla yarışırdık. Reyhan güzeldi, çok temiz giyinirdi, saçları da taranmış olurdu. Benim elbiselerim çok sıradandı ve ezikliğini duyardım. Rize’den naklim gelmediği için ders yılının bitimine az kala sınıftan çıkarıldım. Ama nasıl oldu bilmiyorum.

Hafızlığa Başlatılmam

Annem hamileliğinde, Ramazan’da mahalle camiinde dinlediği Arap hafızdan etkilendiği için “erkek çocuğum olursa onu hafız yetiştireceğim” diye Rabbine söz vermişti. Okuldan ayrılınca, annemin başvurduğu adını hatırlayamadığım hafız kız, beni Yahya Kâhya Camii İmamı ve Kur’ân kursu hocası Yakup Efendiye götürdü. Babam, o dönemimde ilgisizdi. Annemin takibi de yeterli olmadı. Bir yıl kadar bir zaman kaybettim.

Necati Turan (Hutoğlu) Hocamda Karar Kılmam

1957 yılının ikinci yarısıydı. Annemin ihlaslı gayreti sonunda Necati Turan Hocaya teslim edildim. Böylece hayatım ve hafızlık çalışmalarım sonuç alıcı yola girdi. Necati Hoca hafızdı ve İstanbul’da Osmanlı döneminden kalan Saffet Efendi gibi hocalardan medrese usulü ders okumaktaydı. Hocamız şimdilerde, son dönemlere kadar Çay TV de yaptığı dini programlarla bilinmektedir.

Hocamızla 2019 yılındaki görüşmemizde hocası Saffet Efendi ile ilgili bir anısını benimle paylaştı. 1956 yılında bir ders sonrasında, Saffet Efendi Mustafa Kemal döneminin bazı uygulamaların yüksek sesle ve öfkeyle yererken, Necati hoca koşup kapıyı ve pencereyi kapayınca, Saffet Efendi ona da şöylece kükremişti:

– Korkak herif! Niçin korkuyorsun, Karadenizli korkak olmaz.

Necati Hocaya talebelik etmeye başladığım sırada Hoca, Balat Kesmekaya camisinde görev aldı. İkimiz de Kasımpaşa’da oturduğumuz için ben de hocamızla vapura binerek Balat’a camiye gidiyordum. Camide dersimi dinletiyor ve akşama kadar da çalışıyordum. Yatsıdan sonra da Kasımpaşa’ya dönüyorduk.

Kesmekaya Camii ve Balat Vapur İskelesi

Bu döneme ilişkin unutamadığım anılarım Balat vapur iskelesinde geçti. Vapur iskelesinde birleştiğimiz ve onbeş-yirmi dakika kadar birlikte vapur beklediğimiz hemen hemen aynı kişilerden oluşan bir grup vardı.

Konu bugün olduğu gibi dün de futboldu. Futbol modern dünyanın tapılır putu oldu; bir diğer ifadeyle İslâm öncesi Cahiliyet döneminin Lat’ı Menat’ı ve Hübel’i gibi.

Büyükler konuşurken konuşmaya katılırdım. Üç büyük kulübün; Fenerbahçe, Beşiktaş ve Galatasaray hatta İstanbulspor ve benzeri kulüplerin kadrolarını sayardım.

Bir akşam üç astsubay geldi. Milli maçımız olacağı için Milli Takım üzerine konuşmaya başladılar. Konuşmaya girdim, kaleciden başlayıp solaçığa kadar oyun yerleri ve futbolcularını belirledim. Şaşıp kaldılar. Hafızlık yaptığımı öğrendiklerinde ise daha bir hayrete düştüler. Şimdilerde düşünüyorum ben bu bilgileri nasıl ediniyordum. Tommiks ve Teksas okurdum da, onlar farklı bir dünya idi.

Necati Hocayla Rize’ye Gidişim

Hocamız evliydi ve eşi Rize’deydi. Karısı Melek Hanım’ın çağrısıyla olacak, hocamız Rize’ye dönme kararı aldı. Ben hafızlığın dörtte üçünü bitirmiştim. Peki şimdi ne olacaktı? Ana babam ve hocam tereddüt etmedi. Benim hocamla birlikte Rize’ye gitmeme ve hafızlığımı hocamın evinde bitirmeme karar verildi. Hocamla gittim. Annem de peşim sıra bizim gibi deniz yolu ile Rize’ye geldi. O tarihlerde deniz yolu tek seçenekti. Hocamızın evi Anca’daydı, bizim evimiz de Aron’da yani Sütlüce köyünde. Arada yaya iki saatlik yol vardı.

Beş Sayfa “Ham” Aldım

Hafızlığımı bir an önce bitirebilmek için beş sayfa ham aldım. Ham almak bir deyimdir. Yani her gün Kur’ân-ı Kerîm’den beş sayfa ezberlemek. Beş sayfa ezberlemek her öğrencinin yapabileceği iş değildir. Ben bir sayfayı bir saatte rahatlıkla ezberleyebiliyordum. Annem, Rize’de köyümüzdeydi. Hafızlık yaptığım için de beni pek şımartırdı. Onu özlerdim. Hafta sonu geldiğinde dersimi verdikten sonra hocamdan izin alır, uçarcasına yola koyulur, soluğu evimizde alırdım.

Aradan bir buçuk ay kadar geçtiğinde hafızlığımı bitirmiş ve ezberlerimi tekrarlayarak pekiştirmeye başlamıştım.

Yanılmıyorsam 1958’in ikinci yarısıydı. Hocam köyümüzün karşısında yer alan Camidağı Köyü Camiine imam oldu. Ben de onunla beraber gittim.

Hocamla Camidağı Köyüne Gidişimiz

Orada güzel günlerimiz geçti. Köylü her sabah yemeklerimizi hazırlar bize getirirdi. Hocamız düzeni kurdu, yeni talebeler edindi. Ben de Kur’ân’ı günde onar cüz okuyarak üç günde ezber okuyacak düzeye geldim. Hafızlık yapmaya başlayanları dinleyerek hocama yardımcı olmaya başladım. Bu arada elime geçen ve de satın aldığım kitapları yutarcasına okuyordum. Mehmet Akif’imizin Safahât’ini bile okuyup anlamaya çalışıyordum.

Hocam Necati Efendi vaazlarıyla şöhret yapmaya başlamıştı. Ama kendisi, Ortaokul mezunu olan Pazar Müftüsü Fevzi Aksoy ile Çayeli Müftüsü çolak Nevzat Sağlam Hocadan övgüyle söz ederdi. Ben de ortaokul mezunu, özel arabası olan bir vaiz olmayı hedeflerdim.

Ortaokul deyip geçmeyin. O tarihlerde Ortaokul mezunu hoca yok gibiydi. İlkokul üzerine yedi yıllık olan İmam Hatip Okulu da ilk mezunlarını o yıl vermişti. Zaten lise mezunları da yedek subay olurdu. Yedek subay deyince birden hafızam hareketlendi.:

Biz Camidağı Köyünde iken köyün ileri gelen iki büyük ailesinden olan İsmet Bayramoğlu ve Avni Safoğlu, lise mezunu yedek subay olarak üniformaları üzerlerinde olduğu halde köye geldiler. Büyük bir ilgiyle karşılandılar. Ben de onları gıpta ile izlemiştim. İtiraf edeyim, çocukluğumda Kasımpaşa’da oturduğumuz mahallemizde Malul-Gazinin oğlu Kemal’in lise mezunu deniz yedek subayı olarak bembeyaz üniforması ile mahallemize gelişini de hiç unutmamıştım. Bu iki ağabeyin farklı zamanlarda üniformalı olarak gelişi de beni derinden etkilemiş, benim resmi tahsil yapma amacını oluşturmamda etkin rol oynamışlardır.

Hakkı Safoğlu

Camidağı köyünde beni etkileyen ve ileriki yıllarda kızım Vildan’ın izdivacı ile ilgili karar almama vesile olan olayı da anmadan geçemeyeceğim.

Camidağı köyüne geldiğimiz yılın kış aylarında, kuş avına çıkılacak şekilde hatırı sayılır kar yağmıştı. Tüfekleri olanlar avlanmak için köyde attıkları turdan sonra köyün camisine; büyükçe olan oturma odasına gelmişlerdi. Yanlarında olan tüfeklerini de bir kenara koymuşlardı. Köyün ileri gelenlerinden ve Samsun’un da bilinen inşaat müteahhitlerinden biri olan Hakkı Safoğlu ağabey de tüfeği ile gelen büyüğümüzdü.

Ergenlik döneminin merak sebebi aşırılıklarından olacak Hakkı ağabeyin tüfeğini elime alıp inceliyordum ki elim tetiğe değdi ve ürkütücü bir sesle patlama oldu. Çıkan kurşun Hakkı ağabeyin beli hizasından ve 15 cm. yakınından geçip cami dışına bakan camı parçaladı. Sebebiyet verdiğim bu hayati tehlikeden ötürü cami odasındaki köylüler tepeme binmeye başladı. Hakkı ağabey ise gayet soğukkanlı bir şekilde duruma müdahale etti, olur bu tür kazalar, çocuğu rahat bırakın deyiverdi, Üstelik beni de teskin etti. Hakkı ağabeyin bu büyüklüğünü hiç unutmadım. Onun ölümünden sonra, terbiyesinde yetişen yeğeni hukukçu Recep Selim için kızım Vildan’ a talip olunduğunda kabul edişimin ana sebeplerinden biri de inanınız Hakkı ağabeyin unutamadığım bu yüksek ahlâkî davranışı olmuştur. Bir acı kahvenin kırk yıllık hatırı olur da sergilenen bu engin güzelliğin olmaz mı?

1959 Ramazanı ve Rize’de İlk Defa Mukabele Okuyuşum

Bu arada 1959 Ramazanı da gelmiş oldu. Artık insanların huzurunda okuyarak hafızlığımı kanıtlama zamanı da gelmişti. Nasıl oldu, kim aracılık etti, bilemiyorum. Rize Orta Camide diğer hafızlarla birlikte cüz mukabele okumaya başladım. Her cüzün dokuzuncu ve onuncu sayfalarını ben okuyordum. Bu arada Rize’nin sahil mahallelerinden birinde; Akmehmetlerin konağında kadınlara da cüz okuyordum. Ergenlik çağına girmiş gibiydim ama kadınlar bana öyle yetişkin muamelesi yapmıyorlardı.

Ramazan boyunca, annemin altı kız kardeşinden biri olan Zekiye teyzemin kocası Hakkı Mamati’nin, Rize çarşısında Taşçıoğlu Camisinin karşısındaki otelinde kalıyordum.

Eniştemiz Hakkı Mamati, onun büyük oğlu Esat ve küçük oğlu Haydar ile yaptığımız iftarların tadı hâlâ damağımdadır. Güleç yüzlü, erdemli bir insan olan Esat abinin çamur kapta pişirdiği sebze ve balık yemekleri pek leziz olurdu.

Ramazan bitince, dayı dediğimiz eniştemize ödeme yaptım. Ben de okumalarımdan hediyeler almış olmalıyım. Kadınlardan bir ücret aldım da ne kadar aldığımı hatırlamıyorum. Orta Camide okunan mukabele meğer bir zengin adınaymış. Adamcağız imanlı ama incelik yoksunu biri olmuş olacak ki, mukabele okuyan hafızları mağazasına çağırdı. Her birimize beş lira mı on lira mı hatırlamıyorum- bir para verdi. Kağıt paraları elimize koyarken de “zekâtımdır” demeyi ihmal etmedi. Oysaki bu tür deyişler, İslâm’ın asla sıcak bakmayacağı davranışlardır. Kaldı ki bize okuduğumuz için değil de, aslında ayırdığımız zaman için para veriliyordu.

Bayramdan sonra annemle gemi ile İstanbul’a döndük.

İlkokul Diplomasıyla Başlayan Resmi Tahsil Hayatım

Okuma zevkini kimden ve nasıl almıştım, bilmiyorum. Ama sürekli okuyordum. Okuyordum da resmi tahsil hayatım ne olacaktı? Düşünmeye başladım. Hâlâ ortaokul mezunu, özel araba sahibi vaiz olma hayalim vardı. İyi de henüz daha ilkokul diplomam yoktu.

Derhal kolları sıvadım. İlk üç sınıfı okumuştum. İlkokulu, okul dışından bitirmek isteyenler için hazırlanmış olan hacimli bir kitabı aldım.

A dan Z ye ezberledim. Rize merkez Kurtuluş ilkokulunda 13 Haziran 1960 da bitirme imtihanlarına girdim.

27 Mayıs ihtilalinden yaklaşık 15 gün sonraydı. Neden İstanbul’da değil de vapurla geldiğim Rize’de imtihana girmeyi tercih etmiştim? Gerçekten hatırlamıyorum. Bütün soruları doğru cevaplandırdım ama 27 Mayıs hakkında ne düşündüğümüze ilişkin soruya verdiğim cevap, edebî bakımdan çok çok düzeyliydi. Hatırımda kalan bir cümlem şöyleydi.

– İnkılabın, milletimizi akıbeti meçhûl meşûm bir anarşiye sürükleyen sakıt iktidar hakkında hayırlı olduğu kanaatindeyim. İnkılabın yapılmasına âmil olan zevata…

Yazının tamamını siz tasavvur edin. Sonuçları öğrenmeye gittiğimde öğretmenlerin ilgisi ile karşılaştım. Bu yazıyı – sen mi yazdın?- dediler ve emin olmak için de bana kullandığım meçhûl, meşûm, sâkıt gibi kelimelerin anlamlarını sordular ve cevaplarını verince de hayretleri ve takdirlerini dile getirdiler. Beni ortaokul imtihanlarına girmeye teşvik ettiler. İhtilal kadrosunu övgüme eleştiri getirebilecekler için unutmadan not edeyim; henüz 15 yaşındaydım ve İslâm’i kişiliğim de gelişmemişti.

Arapça Öğrenmek İçin Kolları Sıvadım

İlkokul diplomasını almıştım ama şimdi ne yapacaktım. Doğrusu bir yönlendirenim yoktu. Benim bir an önce Arapça öğrenmem gerekiyordu. Çünkü kuvvetli hafızdım ama Kur’ân’a yabancıydım. Arapça olmadan İslâmî ilimlerde gelişmek de mümkün değildi. İyi de Arapçayı nasıl öğrenecektim? Şimdiki gibi imkânlar çok değildi.

Osmanlı dönemi dersiamlarından Oflu Dursun Efendinin talebelerinden Abdullah Vanlıoğlu’un Halıcoğlu Bademlik’te Arapça dil eğitimi ile birlikte Tefsir ve Hadîs derslerinin okutulduğu bir Kur’an Kursu vardı. Oraya devam etmeye başladım. Arapçanın dil kurallarını klasik usulde öğreten kitapları okuyarak öğrenmeye, özel gayretlerimle de kendimi geliştirmeye çalıştım. Bir taraftan da İslâmî ve de genel kültüre ilişkin kitapları okumaya devam ediyordum.

Sosyal ve Kültürel Hayatım

Camiindeki Pazar vaazlarını dinlemeye gidiyordum. Genç ilahiyatçı ve siyasilerden eski Kasımpaşalı merhum Salih Güler’in başkanlığında kurulan, Kasımpaşa Ahlâk ve Kültür Derneği’nin çalışmalarına da katılıyordum.

Daha sonra İmam Hatip Okulu öğrenciliğim döneminde, başkanlığını üstleneceğim bu dernek aracılığıyla Kasımpaşa’da, isimlerini hatırlayamadığım bir çok yazara ve düşünce adamına konferans verdirdim. Böylece kültürel çevrem, düzeyim ve konuşma kabiliyetim de gelişiyordu.

Derneğimizin diğer bir kültürel faaliyeti, İmam Hatip Okulu öğrencileri tarafından başarılı bir şekilde oynanan “Ya Şehid Ya Gazi” isimli piyesin Kasımpaşa Ünal sinemasında bir hafta süreyle sahneye konulmasıydı. Piyes başlamadan önce, ben de hem İmam hatip talebesi, hem de dernek başkanı sıfatıyla hazırladığım yaklaşık on dakikalık konuşmayı, her gece duygulu bir şekilde sunardım. Bir sabah ezanıyla birlikte abdest alma sahnesiyle başlayan piyes gerçekten etkileyiciydi. Kasımpaşalı aktör Eşref Vural, piyesi izlediğinde çok etkilenmiş, başarılı bulduğunu beyanla tebrik etmişti.

Düğünden Bir Hafta Önce Gördüğüm Eşimle Evliliğim

1962 yılı başlarken ben de 17 yaşına girmiştim. Anneme evlenmek istiyorum dedim. Neden ve niçin dedim ? Söyleten bedenî dürtüler miydi? Yoksa onu da tetikleyen sevk-i kader miydi? Bilmiyorum demeyeceğim, çünkü İlahî Kader’in yönlendirmesine bütün ruhumla inanıyorum. Anamı-babamı, doğduğum coğrafi bölgeyi, cinsiyetimi, 1.58’lik boyumu ve milyarlarca insan içinde bana özgü olan yüz hatları ve parmak izlerimi ben mi belirlemiştim.

Eşim olacak kızı ben görmeden annem seçmişti, inanılması zor ama benim gibi pek de saf olmayan bir genç, buna nasıl razı olmuştu? Üstelik böylesi bir uygulama İslâm’a da aykırıydı. Çünkü -Allah şanını artırsın Peygamberimiz Hz. Muhammed, evleneceklerin birbirlerini görmeleri ve özgür iradeleriyle karar vermelerini emir buyurmuştur.

Kız istendi, hazırlıklar tamamlandı, düğün tarihi belirlendi, ama evleneceğim Lütfiye Hanımı görme arzusu da bende tahammül sınırlarını aştı. Rica ettik, buyur ettiler, Balat’taki evlerine gittik. Dönemin adetleri gereği müstakbel eşimi görmem için beni bir odaya aldılar. İçeride aynı yaşta, güzelce iki kız vardı. Bunlardan hangisiydi? Dışarı çıkıp sorma gereğini duydum. Annemin seçtiği eşimle birlikteliğimiz 57. yılını doldurdu. Erken evliliğim ve annemin tercihinden ötürü pişmanlık duymak bir tarafa her zaman mutluluk duydum.

8 Nisan 1962’de Düğünümüz Oldu

Hatırladığıma göre düğünümüz sade bir törenle 8 Nisan 1962’de evlerimizde yapıldı. Eşya olarak bir demir karyolamız, dış seferlere çıkan gemici kayınpederimin eşim için aldığı renkli fakat basit bir yatak örtümüz vardı. Eşime ayarı düşük bir iki bilezik ve bir saat alınmıştı. Babam ve annemle aynı daireyi paylaşıyorduk. Nafakamız babamız tarafından sağlanıyordu. Her gün babamdan evin yiyecek giderleri için- kendisine dua ederek- para alıyordum.

Evlilik, mazbut olan hayatıma ilave bir yük getirmemişti. Ben evlilik öncesine dönerek kendimi nasıl yetiştireceğime odaklandım.

DEVAM EDECEK…

 

 

 

ETİKETLER: Manşet
Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.