Yazar Ümit Aktaş’ın kaleme aldığı “Her Gün Aşura Her Yer Kerbela” yazısını siz değerli okuyucularımıza sunuyoruz..
İnsanı bir tarihe ve bir toprağa rapteden, aitleştiren tarihin bilinci, toprağın nesnelliği, bireyin cemaatte yurtlanması veya cemaatin somutluğudur.
Ne var ki başlangıçta özgürleştirici ve inşa edici olan bu aidiyetler giderek sırtlardaki yüklere veya bileklerdeki zincirlere dönüşür; vicdanlar yaralanır, yaralar sürekli kanatılır ve duyulan acı bir türlü iyileşemez.
Kırgınlıklar giderek kronikleşir ve barışmak gelmez o zaman insanın içinden; yeltenilse de buna, hep aynı bahaneler sürülür ileriye; iyi niyetler istismar edilir ve umutlar hep bir başka bahara ertelenir.
O zaman ise içsel aidiyetlere dönülür; toprak aynı kalsa da kalpler ayrışır. Türküler yakılır, ağıtlar söylenir, hayatın kendisi bir feryada dönüşür ve bu feryat göklere, Tanrı’ya yükselir; bir dua, bir yakarı haline gelir.
Cemevinde katıldığımız semah, özelleşmiş bir ibadetti bu açıdan. Acıların dillendirildiği ve gökyüzüne sunulduğu yeryüzünün seslenişiydi.
Türkülerde ifadesini bulan deyişlerin ritmi, bir elin semaya, diğerinin toprağa açılışı, bir kadın ve bir erkeğin tarihsel trajedileri canlandırdığı deyişleri bugüne seslendirerek cemaati birleştiren bir ibadet.
Muhammed, Ali, Hüseyin, Kerbelâ, Hoca Ahmet Yesevi, Hacı Bektaş Veli, Şeyh Bedreddin, Pir Sultan Abdal, Nesimi, Seyit Rıza, Madımak…
Ölümlerin kanlı izlerine basarak toplumu günümüze taşıyan bir tarih bilinci.
Her yerin Kerbelâ, her günün de Aşura olmasına dair bir tetikte oluş, bir devrimci bilinç, beri yandan bir ürküntü, bir tekinsizlik, ibadetin özündeki sevgi ve barışı sahicilikten uzaklaştıran bir öte(ki)leşme.
Uzaklardan gelip de bu topraklara yerleşen, Ahmet Yesevi’nin insanı öne çıkaran mesajını taşıyan dervişlerin sevinciyle karılan, yeniden mayalanan Anadolu toprağı giderek çevresine, Balkanlara ve Kafkaslara doğru yayılan bir irfanın da mektebi olur.
Öyle ki devletin toprağa basan ağır adımları hep onların gönül izlerini takip eder. Tabi ki bunlar yersel olduğu kadar göksel izlerdir de ve bu yolculuk da tarihsel akıntıları kendi akışında toparlayan, bir sese ve söze kavuşturan, bir yola ve yordama dönüştüren akıntılardır.
Köksel anlamını İslam’da bulsa da, tarihsel maceranın ayırdığı yolların, karşılaşmaların, alımlanma biçimlerinin, yolun ve yordamın değiştirdiği farklı bir iklim.
Mekke’den yankılanan bir seslenişin çığırı, Asya’dan dolayımlanarak Anadolu’da somutlaşır, bir yere ve yurda kavuşur.
Tabi ki yerlileri de çağırarak katacak bu yurtlanışa ve onların renklerini de ekleyecektir bu irfana.
Hacı Bektaş’ın “dört kapı ve kırk makam”a dayanan yolu, Yunus’un şiirleri, Bedreddin’in ilmi, Nesimi’nin çığlığı, Pir Sultan’ın türküleri de katılarak oluşumuna, Türkmenleri Anadolu halkıyla kararak, içkinci bir bakışın tevazuuyla ve sözü esas alan bir barışın diliyle, toprakla halkı, kadınla erkeği yakınlaştırarak, farklı şiraların renklerini de öteleştirmeden, göçmenlerle yerleşikleri ayrı tutmaksızın el ve gönül birliğine kavuşturacaktır.
Bu yüzdendir ki siyasal çatıyı çatanlardan önce varacaktır her eşiğe. Ve kendi tarih bilincini bir zulme uğrayışın ve buna karşı ayağa kalkışın, boyun eğmeyişin, Resul’ün ahfadının yalnız bırakılışına duyulan öfkenin, buna karşı o asla dinmeyen kanayışın, Hakkı arayışın kesintisizliğinin hikâyesidir bu.
Hazin ama şerefli bir hikâye. Eşkıyanın zulmü ve evliyanın sabrının karşılaşması. Zulüm ve zulme direniş. Hakkın ve haksızlığa karşı duruşun simgesi. İdealleri uğruna ölümü göze alabilmek. Zalimin zulmü karşısında boynunu eğmemek ve onurunu korumak. Her daim mazlumun yanında olmak…
Cemevindeki törende söylenenlerdi bunlar. Tabi Cemevlerinin mabet olarak resmileşmesi, demokratik laikliğin korunması, Cumhuriyet döneminde Alevi topluma yapılan zulümlerle yüzleşilmesi gibi talepler de belirtilerek.
Sünniliğin baskın diline ve iktidarına karşı Alevilik görece olarak çekingen, cemaati ve tevazuu esas alan bir yordam.
Kapısını yoksullara ve yoksunlara açık tutan, esnafı ve emekçileri dikkate alan ve hatta bunları örgütleyen (ahilik gibi), göçebe Türkmenler arasında teveccüh bulan bir yol.
Kadını ve erkeği eşit bilen, Bizans’tan tevarüs edilmiş haremlik selamlık ilişkisini reddeden, kendisini daha çok müzik ve resim gibi sanatlarla ifade eden ve bunları neredeyse ibadet mertebesine çıkaran bir yol.
Sünniliğin ikonografik yazı-resimler hariç asla prim vermediği resmi, özellikle de Ali, Hüseyin, Hacı Bektaş resimlerini bir ibadet aşkıyla tekkelerinde resmeden bir tabiilik.
Belki pagan geleneklerden ve hatta Hıristiyanlıktan tevarüs alınan, belki de Sünniliğin aşırı biçimciliğiyle reddedilen bir duyarlılığın ihyasıdır bu estetik tutum.
Öyle ki Sünni dünyanın bir türlü tam olarak ısınamadığı sinema bile bu gelenek içerisinde neşvünema bulabilmiştir.
Hatta Sünni dünyanın haram bildiği imamların resimleri bile Şii dünyasında ve Alevilerin ibadethanelerinin başköşesinde tutulur.
Ezilenlere, zulme uğramışlara ve madunlara karşı ilgi, Peygamber (as) etrafındaki bu tip sahabelerin daha çok Alici bir çizgide yer almasıyla ilgili olduğu gibi, bu şiranın esas olarak Hakkın mustazaf halkta zuhur ettiği, rahmetin yerden de yağdığı, zalime karşı durmanın asli bir ödev (cihad) olduğu bilinciyle de ilgilidir.
Toplumları değiştiren asıl etkenin mazlumların yüreklerinde biriken öfkeden ve acıdan damıtıldığına dair bir bilinç, dilini ve eylemini bu hakikate doğru ayarlar. Heterodoksiye doğru çatallanan bir gidişat, toplumsal ötekiliklere de hak nazarıyla bakar ve onlarla buluşmanın zeminini de tevazu kadar hoşgörüde, Yunus’un “Cümle yaratılmışa bir göz ile bakmayan, Şer’in evliyasıysa hakikatte âsidir” sözünde bulur.
Zayıflıktaki bu tanrısal zuhur, bir vesile ile Tevrat’ta da dile getirilir. Yahudi peygamberlerden İlya, olumluya gidişatı güç ve şiddette aradığı bir katliamın ardından, edimlerinin sonuçlarından ürkerek bir mağaraya sığındığında, Allah ona seslenir:
Çık ve dağda Rabbin önünde dur… Ve işte Rab geçiyordu ve büyük kuvvetli yel dağları yarıyordu ve Rabbin önünde dağları parçalıyordu, fakat Rab yelde değildi. Ve yelden sonra zelzele, fakat Rab zelzelede değildi. Ve zelzeleden sonra ateş, fakat Rab ateşte de değildi. Ve ateşten sonra sakin, yumuşak bir ses. Ve İlya bunu duyunca abasıyla yüzünü kapadı ve saklandığı mağarasından dışarı çıktı. 1
O işte, şiddetin, yıkımların gücünde değil, sakin ve yumuşak bir seslenişte tezahür eden, Rabbin sesidir; haşmetin sükûneti, rahmetin zarafetidir.
Toplumları değiştiren, onların üzerinde bir mucize etkisi yaratan, işte bu ses; daha doğrusu bu seste dile gelen sözün gücüdür.
Sünniliğin fiili tarihsel çizgiyi ve öğreti merkezliliği esas alan orta-yolculuğuna karşı Alevilik, Peygamberi ve onun Ali ve Fatıma’dan doğru gelen soyunu, bu soyun ilminin taşıdığı seslenişi esas alır.
Dolayısıyla da yaşayan imama ve onun çağı yorumuna yani içtihadına dayanır. Sünni akılcılığının olguculuğuna karşı hayatın içerisinde üretilen yorumun güncelliğine ve kalbin yol göstericiliğine bel bağlanır.
Hilafete karşı imamet öne sürülür. Ne var ki hilafetin ömrü dört halifeden, imametin ömrü de on iki imamdan öteye gitmez.
Akim kalan boşluk ise türlü egemenlerle ve bunların iktidar söylemleriyle ikame edilir. Şura, içtihat, zalime karşı cihad, iyiliğin yaşanması ve kötülüğe karşı konulması, imanın ve doğru eylemlerde bulunulmasının hayatın esası kılınması, hakka ve adalete mugayir olanın reddi… gibi temel ilkeler zamanla unutulur ya da bunların savunusu birkaç güzide insanın gayretlerine kalır.
Bu durumda Şia ve Alevilik kadar Sünnilik de tarihsel kurumlara dönüşür ve işlerin yürütülmesi ise eşyanın mantığına, tarihin akışına bırakılır.
İster hilafeti isterse imameti savunsunlar, egemenler -istisnalar bir yana- toplumu adaletle değil baskı ve zulüm ile yönetmeye başlar.
Sünniler ve Aleviler, küfre, zulme ve adaletsizliğe karşı savaşacakları yere, birbirleriyle savaşırlar ve bu da en çok zalimlerin işine gelir.
Azın azı kalan hak ve adalet arayıcılarının toplumun derinliklerindeki cılızlaştırılmış sesleri ise iktidarın şaşaası karşısında boğulur.
Zulüm ve tekebbür, hakikat ve adalet arayışlarının seslerini bastırır. Yeni umutlar, farklı direniş biçimleri aranır.
Ama hakka ve adalete vasıl olmak için açılan her yol, güce ve sermayeye tapan şehirlerin caddeleri, ışıkları, şaşaası tarafından karartılır.
Görkemli tapınaklar ise, mustazafların sorunlarının konuşulduğu mescitler değil, kamusal seslenişlerin, mekanik temrinlere dönüştürülmüş ibadetlerin icra edildiği yerlerdir.
Resul’ün mescidinde cem olmanın içtenliğinden, birliğinden ve dirliğinden, aşktan ve ruhtan uzak, tıpkı siyasal baskıcılığın tarihi boydan boya kesen hanedancılığı gibi, belli iktidarların el koyduğu kurumlar haline gelir.
https://www.indyturk.com/ ÜMİT AKTAŞ