Giriş:
Rashtriya Swayamsevak Sangh (RSS), Hindistan’da, özellikle Bharatiya Janata Partisi (BJP) yönetiminde, ülkenin siyasi manzarasını önemli ölçüde şekillendiren en güçlü sosyo-politik örgütlerden biri olarak ortaya çıkmıştır. Kuruluşun ideolojisi olan Hindutva, Hindistan’ı bir Hindu Rashtra’ya, yani Hindu merkezli bir devlete dönüştürmeyi hedeflemektedir. Bu hedef, Hindistan’ın zengin ve çeşitli kültürel mirasını tehdit eden bir dönüşüm sürecini işaret etmektedir. RSS’nin yöntemleri ve hedefleri, hem Hindistan içinde hem de uluslararası alanda derin kaygılara yol açmaktadır. Özellikle, milliyetçi söylemler altında gizlenen etnik temizlik gündemi, yalnızca belirli bir etnik veya dini grubun marjinalleştirilmesini değil, aynı zamanda ülkenin sosyal dokusunu da ciddi şekilde etkilemektedir. Bu bağlamda, RSS ve onun aşırı takipçilerinin Müslümanlar üzerindeki baskıcı uygulamaları, etnik temizlik stratejileriyle iç içe geçmiş bir biçimde gelişmektedir.
Bu yazı, RSS’nin Hindu merkezli bir devlet kurma yönündeki rolünü eleştirel bir biçimde incelemekte ve örgütün faaliyetlerini etnik temizlik stratejileri ile ilişkilendirmektedir. Aşağıdaki yazıda, Hindistan’da RSS ve onun aşırı takipçileri tarafından Müslümanlara yönelik etnik temizlik girişimlerine dair somut örnekler verilecek ve bu sürecin sistemleri ve metodolojisi detaylı bir şekilde ele alınacaktır. Böylece, Hindistan’daki mevcut siyasi ve toplumsal dinamikler bağlamında, RSS’nin etkisinin daha iyi anlaşılmasına katkı sağlanacaktır.
Rashtriya Swayamsevak Sangh (RSS), 1925 yılında Keshav Baliram Hedgewar tarafından kurulmuş olup, başlangıçta Hindu gençlerine disiplin ve milli şuur kazandırmayı hedefleyen bir kültürel örgüt olarak tasarlanmıştır. RSS’nin kuruluş amacı, Hindistan’daki Hindu toplumunu güçlendirmek ve onların dini, kültürel değerlerini korumaktı. Fakat zamanla bu kültürel misyonun ötesine geçerek, Hindistan siyasetinde ve toplumsal yapısında etkili bir güç haline gelmiştir. Bu süreç, özellikle Hindutva ideolojisinin politik bir araca dönüşmesiyle hız kazanmıştır.
RSS’nin temel ideolojisi olan Hindutva, ilk olarak Hindistan bağımsızlık hareketi içerisinde, Hindu kimliğinin vurgulanması amacıyla ortaya atılmış bir kavramdır. Hindutva ideolojisi, Vinayak Damodar Savarkar tarafından 1923 yılında yazılan “Hindutva: Who is a Hindu?” kitabında şekillenmiştir. Bu ideoloji, Hindistan’ın gerçek sahiplerinin Hindular olduğunu ve Hindistan’ın asıl kimliğinin Hindu medeniyeti üzerine inşa edilmesi gerektiğini savunur. Savarkar, Hindutva’yı sadece dini bir kimlik olarak değil, etnik ve kültürel bir kimlik olarak görmüş ve Hindu olmayan toplumların (özellikle Müslümanlar ve Hristiyanlar) bu kimliğe tehdit oluşturduğunu ileri sürmüştür. Ona göre Hindistan’daki Müslümanlar ve Hristiyanlar, tarihsel süreçte dışarıdan gelen “yabancı” unsurlar olarak, Hindistan’ın asli kimliğini ve “saflığını” bozmuştur.
Hindutva ideolojisi, Hindu üstünlüğüne dayalı bir toplum inşa etmeyi amaçlar. Bu üstünlük kavramı, sadece dini bir üstünlük olarak kalmaz, aynı zamanda sosyo-politik yapının da Hindu değerleri ve gelenekleri doğrultusunda yeniden şekillendirilmesini öngörür. RSS ve ona bağlı örgütler, bu ideolojiyi yaymak için çeşitli sosyal, kültürel ve siyasi araçlar kullanmaktadır. Müslümanlar ve Hristiyanlar, Hindutva ideologları tarafından, Hindistan’ın toplumsal yapısını tehdit eden unsurlar olarak görülürler ve ya bu Hindu ulusal kimliğine asimile edilmeleri ya da marjinalleştirilerek toplumsal ve siyasi alandan dışlanmaları gerektiği savunulur.
Bu bağlamda, RSS’nin stratejileri yalnızca dini bir dönüşümü hedeflemekle kalmaz, aynı zamanda siyasi bir proje olarak, Hindistan’ın demografik yapısını değiştirmeyi ve bir Hindu devleti kurmayı amaçlar. Hindutva ideologlarına göre, Hindistan’ın çoğulcu yapısı, Hindu medeniyetinin gücünü ve egemenliğini zayıflatan bir durumdur. Özellikle Müslümanların ve Hristiyanların nüfusu ve etkisi, Hindu toplumu için bir tehlike olarak algılanmaktadır. Bu sebeple, RSS’nin hedefi, azınlık grupların ya tamamen asimile olması ya da toplumsal yaşamdan dışlanmasıdır.
Bu süreçte, Hindutva’nın siyasi gücü, Narendra Modinin Bharatiya Janata Partisi (BJP) gibi siyasi partiler aracılığıyla devlet politikalarına yansımış ve Hindu üstünlüğünü destekleyen yasalarla kurumsallaşmıştır. Özellikle Müslüman azınlıklar, sistematik olarak hedef alınmakta; vatandaşlık yasaları, inanç temelli şiddet olayları ve dini özgürlüklerin kısıtlanması gibi uygulamalarla toplumsal hayattan dışlanmaktadır. Bu durum, Hindutva ideolojisinin yalnızca bir kültürel ifade değil, aynı zamanda Hindistan’da radikal bir siyasi dönüşümü hedefleyen bir hareket olduğunu göstermektedir.
RSS, Hindu Rashtra hedefine ulaşmak için birçok farklı yöntem kullanmaktadır; bu yöntemler genellikle zararsız gibi görünse de altında kötü niyetli amaçlar barındırmaktadır. Bu stratejilerden biri, Hindutva’yı eğitim, sosyal ve kültürel programlar yoluyla yaymaktır. RSS’ye bağlı Sangh Parivar adlı kuruluşlar, Hindistan toplumuna derinlemesine nüfuz ederek okullar, hayır kurumları ve gönüllü hizmetler yürütmektedir. Bu programlar, gençleri Hindu üstünlüğüne dayalı bir dünya görüşüne ince ince endoktrine ederek, Hindu üstünlüğüne sadık bir nesil yetiştirme amacını taşımaktadır.
Son yıllarda, RSS’nin eylemleri daha açık bir siyasi ton kazanmıştır. BJP’nin yükselişiyle, liderlerinin RSS kökenli olması nedeniyle, örgütün devlet kurumları üzerindeki etkisi önemli ölçüde artmıştır. Bu etki, yasama değişiklikleri, toplumsal ayaklanmalar sırasında polis hareketsizliği ve azınlıklara karşı mahkemelerdeki taraflı muamele şeklinde kendini göstermektedir. Dini dönüşümler, sığır koruma yasaları ve aşk cihadı hakkındaki yasaları geçirme girişimleri, Hindu olmayan nüfusları kriminalize etme ve marjinalleştirme kampanyasının bir parçasıdır.
Narendra Modi’nin Hindistan’da iktidara yükselişi, Hindu milliyetçi örgüt Rashtriya Swayamsevak Sangh (RSS) ile olan sıkı bağlarıyla şekillenmiştir. 2014’te başbakan olmadan önce, Modi Gujarat Eyaleti’nin başbakanı olarak görev yapmış, bu dönemde Hindistan tarihinin en karanlık sayfalarından biri olan 2002 Gujarat olayları yaşanmıştır. Godhra’da bir trenin yakılması sonrası çıkan olaylarda, 1.000’den fazla Müslüman hayatını kaybetmiş, şiddetin sistematik ve devlet destekli bir etnik temizlik olduğu iddiaları ulusal ve uluslararası alanda büyük yankı uyandırmıştır. Bu olay, Modi’nin siyasi kariyerinde önemli bir dönüm noktası olarak kabul edilmektedir.
2014 yılında başbakan seçilmesiyle birlikte, Hindistan’ın siyasi ve toplumsal yapısında köklü değişiklikler meydana geldi. Modi’nin liderliğindeki Bharatiya Janata Partisi (BJP) ve RSS arasındaki ideolojik ortaklık, Hindistan’ın laik yapısını tehdit eden yeni bir siyasi dinamik oluşturdu. Modi’nin Hindutva ideolojisi, Hindu kimliğini öne çıkaran milliyetçi politikalarıyla bilinir ve bu politikalar, Hindistan’ın çoğulcu toplum yapısı üzerinde derin yaralar açmıştır.
Özellikle 2019’da yeniden başbakan seçilmesiyle birlikte, Modi hükümeti Müslüman azınlıklara yönelik baskıcı politikalarını daha da sertleştirdi. Vatandaşlık Değişiklik Yasası (CAA) ve Ulusal Vatandaşlık Kaydı (NRC) gibi yasalar, Müslümanların vatandaşlık haklarını tehlikeye atan uygulamalar olarak geniş çapta eleştirildi. Bu yasalar, hem Hindistan içinde hem de uluslararası arenada büyük tepkilere yol açmış, Modi hükümeti sistematik ayrımcılıkla suçlanmıştır. Yasal düzenlemelerin yanı sıra, Jammu ve Keşmir’in özel statüsünün 2019’da kaldırılması, Müslümanların maruz kaldığı baskıları daha da derinleştirmiştir. Keşmir’in Hindistan’ın doğrudan kontrolü altına alınması, bölgede gerilimi artırmış ve insan hakları ihlallerine dair ciddi uluslararası eleştiriler doğurmuştur.
Modi döneminde Hindistan’da “inek koruma” bahanesiyle artan linç olayları, özellikle Müslümanları hedef almış ve toplumda keskin bir kutuplaşmaya yol açmıştır. Bu şiddet olayları, Modi’nin Hindutva ideolojisinin yükselişiyle ilişkilendirilmiş, Hindu üstünlüğü fikri güç kazanmış, Müslümanlar ve diğer azınlıklar ise ülkenin geleceğinde kendilerine nasıl bir yer bulacaklarına dair derin endişeler yaşamaya başlamıştır.
Sonuç olarak, Narendra Modi’nin Hindistan’da iktidara geliş hikâyesi, yalnızca ekonomik büyüme vaatleri ve güçlü bir liderlik vizyonu ile değil, aynı zamanda Müslümanlar ve diğer dini azınlıklar üzerindeki baskıların arttığı, insan hakları ihlallerinin giderek derinleştiği bir dönem olarak tarihe geçecektir.
Son yıllarda, bir zamanlar Hindu tanrısı Lord Ram’ı onurlandıran dini bir slogan olan “Jai Shri Ram”, Hindistan’daki aşırılık yanlısı Hindu grupların elinde bir silaha dönüştü. Özellikle, Rashtriya Swayamsevak Sangh (RSS) ve onun siyasi kolu Bharatiya Janata Partisi (BJP) ile bağlantılı bu slogan, Hindistan’daki Müslüman azınlığı hedef alan bir araç haline geldi. Hindutva ideolojisini benimseyen RSS, Hindistan’ı tamamen Hindu bir ulus olarak tasavvur eden bir düşünceyi savunmaktadır. RSS liderliği, “Jai Shri Ram”ın zararsız bir dini ifade olduğunu savunsa da, bu slogan aşırılık yanlısı gruplar tarafından giderek Müslümanlara karşı bir baskı ve sindirme aracı olarak kullanılmaktadır. Bu sloganı söylemeyi reddeden Müslümanlar, linç edilme ve öldürülme tehlikesiyle karşı karşıya kalmış, bu durum pek çok gözlemci tarafından etnik temizlik kampanyasının bir parçası olarak nitelendirilmiştir.
Son on yıllık BJP yönetimi ve Narendra Modi’nin başbakanlığı döneminde, Hindistan’da Müslümanlara yönelik Hindu milliyetçi şiddetinde endişe verici bir artış gözlenmiştir. İnsan hakları örgütleri ve uluslararası gözlemciler, Müslümanların “Jai Shri Ram” sloganını söylemeye zorlandığı, reddettiklerinde ise şiddet gördükleri pek çok olayı kayda geçirmiştir. Bu tür olaylar, Hindistan’ın sosyal ve kültürel yapısından Müslüman varlığını silmeye yönelik sistematik bir çabanın göstergesi olarak değerlendirilmektedir.
Bu şiddetin en önemli unsurlarından biri, İslamofobik komplo teorilerinin yayılmasıdır. Özellikle “Aşk Cihadı” (Love Jihad) kavramı, RSS’ye bağlı gruplar tarafından yoğun bir şekilde propaganda edilmektedir. Bu anlatıya göre, Müslüman erkekler, Hindu kadınlarını baştan çıkarıp onlarla evlenerek Hindistan’ın demografik yapısını değiştirmeye çalışmaktadır. Birçok inceleme bu iddiayı çürütmüş olsa da, bu asılsız teori toplumsal nefreti körüklemekte ve Müslümanlara yönelik şiddeti artırmaktadır.
Modi hükümetinin bu toplumsal dönüşüme göz yumması, hatta yer yer desteklemesi dikkat çekicidir. Modi liderliğindeki Hindistan’da dini özgürlükler ciddi ölçüde zayıflamış, devlet politikaları ve söylemleri Hindutva ideolojisiyle örtüşmüştür. Modi ve İçişleri Bakanı Amit Shah, Hindu aşırılık yanlısı grupların cezasız kalmasına imkan tanıyan bir dönemi yönetmişlerdir. Anti-Müslüman şiddet vakalarında, saldırganların BJP yetkilileri tarafından korunduğuna dair pek çok rapor ortaya çıkmıştır. Bazı durumlarda, Hindu aşırılık yanlısı kalabalıkların liderleri açıkça övülmüş, bu da Müslüman topluluklar arasında korku ve baskı ortamını pekiştirmiştir.
Devlet destekli İslamofobinin en bariz örneklerinden biri, Modi hükümeti tarafından 2019’da kabul edilen Vatandaşlık Değişikliği Yasası (CAA) ve önerilen Ulusal Vatandaş Kütüğü’dür (NRC). CAA, komşu ülkelerden gelen zulüm gören azınlıklar için Hindistan vatandaşlığına hızlı erişim sağlarken, Müslümanları bu kapsama almamaktadır. Bu yasa, özellikle kırsal ve yoksul Müslümanların belgeleri olmaması durumunda vatandaşlıklarını kaybetme korkusuna yol açmıştır. NRC ile birlikte değerlendirildiğinde, bu yasalar Müslümanların vatandaşlık haklarını ellerinden almak için bir araç olarak görülmektedir. Hindistan genelinde bu yasalara karşı protestolar patlak vermiş, eleştirmenler hükümeti bu yasaları Müslümanları haklarından mahrum bırakmak için kullanmakla suçlamıştır.
Son on yılda, Müslüman kültürel ve dini alanlarının yok edilmesi artış göstermiştir. Pek çok bölgede camiler saldırıya uğramış, tahrip edilmiş veya yıkılmış, yerlerine Hindu tapınakları (mandir) inşa edilmiştir. Bu durum, Hindistan’ın tarihini yeniden yazma ve Müslüman nüfusunun katkılarını silme çabasının bir yansımasıdır. Babri Mescidi olayı, bu sürecin en çarpıcı örneklerinden biridir. 1992’de bir Hindu aşırılık yanlısı kalabalık tarafından yıkılan bu asırlık cami, 2019’da Hindistan Yüksek Mahkemesi tarafından Hindu taleplere tahsis edilmiştir. Bu karar, Hindutva grupları tarafından sevinçle karşılanmış, ancak Hindistan’ın laik ve çoğulcu kimliğine bir darbe olarak görülmüştür.
Modi yönetimi altında, Hindistan’da Müslümanlara yönelik şiddet olayları hem sıklık hem de şiddet açısından artmıştır. 2020’de Delhi’deki mezhep çatışmaları, Hindular ve Müslümanlar arasında çıkan olaylar sonucunda çoğu Müslüman olmak üzere 50’den fazla kişi hayatını kaybetmiştir. Yapılan incelemeler, merkezi hükümetin emri altındaki polislerin, Müslüman mahallelerini korumak yerine şiddete aktif olarak katıldığını ortaya koymuştur.
Fiziksel şiddetin yanı sıra, Müslümanlar ekonomik ve siyasi olarak da marjinalleştirilmektedir. Hindistan Parlamentosundaki Müslüman temsili, son yılların en düşük seviyesine inmiş, Müslümanlar konut, eğitim ve istihdam alanlarında ciddi ayrımcılıkla karşı karşıya kalmıştır. Modi hükümeti, bu eşitsizlikleri gidermek yerine milliyetçilik ve dini kimlik üzerinden Hindu oylarını konsolide etmeye odaklanmıştır.
Uluslararası alanda, Hindistan’ın otoriterleşmesi ve dini hoşgörüsüzlüğünün artması ciddi eleştirilere yol açmıştır. Küresel insan hakları örgütleri, Hindu milliyetçiliğinin yükselişini ve azınlıklar üzerindeki yıkıcı etkilerini belgelemiştir. 2022’de ABD Uluslararası Dini Özgürlükler Komisyonu (USCIRF), Hindistan’ın “Özel Endişe Duyulan Ülkeler” arasında yer almasını önermiştir. Ancak Modi hükümeti, Hindistan’ı laik bir demokrasi olarak tanıtmaya devam etmiş, Müslümanların ve diğer azınlıkların karşı karşıya kaldığı baskıyı göz ardı etmiştir.
RSS’nin önderliğindeki Hindutva projesi ve Modi hükümetinin bu ideolojiyle uyumu, Hindistan’ı yalnızca Hindu bir ulus olarak yeniden tanımlamayı hedeflemektedir. Bu ideoloji, yalnızca Hinduların ülkenin gerçek sahipleri olduğunu, Müslümanlar, Hristiyanlar ve diğer azınlıkların ise yabancı unsurlar olarak görülmesi gerektiğini savunmaktadır. Hindutva’nın vizyonu, yalnızca dini egemenliği değil, aynı zamanda Hindistan’ın ulusal kimliğini, dilini ve kültürünü de yeniden şekillendirmeyi amaçlamaktadır. Bu vizyon, Hindistan’ın zengin çok kültürlü mirasını ortadan kaldırmakta ve ülkede etnik ve dini çoğulculuğu tehlikeye atmaktadır.
Sonuç olarak, Hindutva’nın yükselişi ve Modi hükümetinin eylemleri, Hindistan’daki Müslüman nüfusa yönelik benzeri görülmemiş bir saldırıya neden olmuştur. Linç, İslamofobik yasalar, camilerin yıkılması ve siyasi marjinalleşme yoluyla Hindutva hareketi, Hindistan’daki Müslümanların hak ve özgürlüklerini sistematik olarak aşındırmaktadır. Bu gidişat devam ederse, Hindistan’ın laik dokusu ve tüm vatandaşlarının, din veya etnik kökenlerine bakılmaksızın, eşit haklara sahip olduğu bir demokrasi olma iddiası ciddi bir tehdit altında kalacaktır.
Etnik temizlik, belirli bir etnik veya dini grubun zorla belirli bir bölgeden çıkarılması anlamına gelmektedir. Hindistan’da, RSS ve BJP’nin yönetimi altında, klasik anlamda bir etnik temizlik gerçekleşmemiş olsa da, ülkenin demografik yapısını yasal, siyasi ve şiddet yoluyla değiştirme çabaları bu hedefi işaret etmektedir.
Birinci olarak, Vatandaşlık ve Milliyet Yasaları, bu stratejinin önemli bir parçasıdır. 2019 yılında kabul edilen Vatandaşlık Değişikliği Yasası (CAA), Müslümanlar hariç komşu ülkelerden gelen dini azınlıklara hızlı vatandaşlık sağlamaktadır. Yasa, Ulusal Vatandaş Kayıtları (NRC) ile birleştirildiğinde milyonlarca Müslüman vatandaşlıktan çıkarılma riskiyle karşı karşıya kalmıştır. Örneğin, Assam’daki NRC listesinde 1,9 milyondan fazla kişi dışlanmış ve fiilen vatansız hale getirilmiştir. Bu yasal çerçeve, büyük çaplı yerinden edilme ve demografik mühendislik için zemin hazırlamaktadır.
İkinci olarak, Toplumsal Şiddet ve Pogromlar bu sürecin bir diğer boyutudur. RSS ve müttefikleri, toplumsal şiddeti kışkırtmakla uzun zamandır ilişkilendirilmektedir. 2002 Gujarat ayaklanmaları, binlerce Müslüman’ın öldürüldüğü ve yerinden edildiği pogromlar, bu şiddetin en çarpıcı örneklerinden biridir. Benzer şiddet olayları 2013’te Muzaffarnagar’da ve 2020’de Delhi’de yaşanmıştır. Bu şiddet olayları, genellikle kendiliğinden gelişmiş gibi sunulsa da, RSS’nin kışkırtmasıyla tekrarlanan bir model haline gelmiştir.
Üçüncü olarak, Kültürel ve Dini Asimilasyon politikası, bu sürecin bir diğer aracıdır. Hristiyan ve Müslümanların Hinduizm’e geri dönmesini savunan “Ghar Wapsi” gibi girişimler, azınlık topluluklarının kültürel kimliklerinin silinmesi ve tek tip Hindu kültürünün dayatılması amacını gütmektedir. Ayrıca, Müslüman kökenli şehir isimlerinin değiştirilmesi ve ders kitaplarının yeniden yazılması gibi adımlar, Hindu merkezli bir ulus inşası çabasının açık göstergeleridir.
Bu süreçlerin sonucunda, Hindistan’daki azınlıklar, özellikle Müslümanlar, sosyal, ekonomik ve siyasi olarak marjinalleşmektedir. Yargı ve kolluk kuvvetleri gibi kurumlar, giderek daha fazla Hindutva ideolojisine hizmet eder hale gelmiş ve azınlıkların korunma ve adalet arayışı zorlaşmıştır.
Son olarak, RSS’nin eylemleri uluslararası insan hakları örgütlerinin de dikkatini çekmiştir. Amnesty International ve Human Rights Watch gibi örgütler, Hindistan’da azınlıkların marjinalleşmesini belgelemekte ve Birleşmiş Milletler de CAA ve NRC’nin ayrımcı olduğunu belirtmektedir. Ancak Hindistan’ın Çin’e karşı stratejik önemi, uluslararası tepkileri sınırlamıştır.
RSS’nin zulmü, Hindistan’daki Müslüman toplulukları üzerinde derin etkiler yaratan bir konu haline gelmiştir. Birçok Müslüman lider, bu durum hakkında çeşitli açıklamalar yaparak zulmün dinî ve insan hakları ihlalleri boyutlarına dikkat çekmektedir.
Dr. Mohammad M.K. Khaja, Hindistan Müslüman Dernekleri Başkanı, RSS’nin politikalarının yalnızca bir dinî mesele olmadığını, aynı zamanda insan hakları ihlalleri içerdiğini vurgulamaktadır. Tüm toplulukların barış içinde yaşaması için birlikte çalışma gerekliliğine dikkat çekmektedir.
Owaisi, AIMIM Partisi Başkanı, RSS’nin ideolojisinin Hindistan’ın çok kültürlü yapısına bir tehdit oluşturduğunu ifade ederken, Müslümanların haklarını koruma adına güçlü bir duruş sergilemenin önemini vurgulamaktadır. “Birlik olmalıyız; aksi takdirde, bu zulüm daha da büyüyecektir,” demektedir.
Khalid Waheed, Delhi Müslüman Dernekleri Başkanı, RSS’nin politikalarının Müslümanlar arasında korku ve bölünme yaratmayı amaçladığını, bu yüzden birlik içinde hareket etmenin şart olduğunu belirtmektedir. “Toplumumuzun huzuru için birbirimize destek olmalıyız,” diye eklemektedir.
Sirajul Islam, Uluslararası İslam Konferansı Başkanı, dünya genelindeki Müslümanların RSS’nin zulmüne karşı birleşmesi gerektiğini savunmakta ve bu mücadelenin sadece Hindistan’daki Müslümanlar için değil, tüm Müslümanlar için önemli olduğunu dile getirmektedir. “Hindistan’da yaşananlar, tüm Müslümanların sorunudur,” demektedir.
Zafarul-Islam Khan, Delhi Müslüman Derneği Başkanı, RSS’nin zulmünü eleştirirken, “Bu zulmü durdurmak için sadece Hindistan’daki Müslümanların değil, dünya genelindeki tüm Müslümanların sesini yükseltmesi gerekiyor,” ifadelerini kullanmaktadır.
Nafees Hamid, genç bir Müslüman aktivist, “Hindistan’daki Müslümanların maruz kaldığı baskılar, yalnızca bizim değil, insanlığın ortak sorunudur,” diyerek, gençlerin ve toplulukların birlikte hareket etme zorunluluğunu vurgulamaktadır.
Bu liderlerin açıklamaları, RSS’nin zulmü karşısında toplumsal dayanışma ve direniş çağrısında bulunarak, Müslümanların haklarını savunma gerekliliğine vurgu yapmaktadır. Bu bağlamda, birlik olmanın ve uluslararası dayanışmanın önemi her zamankinden daha fazla öne çıkmaktadır.
Son yıllarda, RSS’nin zulmüne karşı düzenlenen protestolar, Müslümanların haklarını savunmak amacıyla geniş bir katılımla gerçekleştirilmiştir. Bu protestolar, Hindistan genelinde şehirlerde ve köylerde organize edilerek, zulmü kınamak ve hak taleplerini dile getirmek için bir platform sağlamıştır. Protestocular, şiddeti, ayrımcılığı ve insan hakları ihlallerini kınayarak, toplumda birlik ve dayanışma mesajı vermiştir. Ayrıca, bu eylemler, dünya genelindeki Müslüman topluluklarının dikkatini çekmiş ve uluslararası insan hakları örgütlerinin de konuya müdahil olmasına zemin hazırlamıştır.
Hindistan’daki Müslümanların geleceği, RSS’nin Hindu Rashtra vizyonu ve bu vizyonun toplumsal etkileriyle doğrudan ilişkilidir. Müslüman liderler, bu durumu sıklıkla etnik temizlik olarak nitelendirerek, RSS’nin politikalarının yalnızca bir dinî mesele değil, aynı zamanda insanlık onuruna yönelik ciddi tehditler içerdiğini vurgulamaktadır. 2019’dan bu yana, özellikle CAA (Vatandaşlık Değişiklik Yasası) ve NRC (Ulusal Register of Citizens) uygulamaları, bu zulmü daha görünür hale getirmiştir.
Uluslararası sivil toplum kuruluşları (STK’lar) da bu zulmü kınayarak, Hindistan’da yaşanan olayların, tarihi boyunca benzer etnik temizlik politikalarının yaşandığı bir bağlamda tekrar ettiğini belirtmektedir. Örneğin, 2002 Gujarat Pogromu gibi olaylar, RSS’nin etnik ayrımcılığını ve Müslümanlara karşı sistematik şiddet uygulamalarını açıkça ortaya koymaktadır. Bu bağlamda, Müslüman liderler ve uluslararası STK’lar, Hindistan’ın demokratik değerlerinin korunması ve insan hakları ihlallerinin durdurulması için ortak bir mücadele verilmesi gerektiğini savunmaktadır.
Müslümanların, demokratik değerler, insan hakları ve sosyal adalet mücadelesini sürdürmeleri, toplumsal barış ve birlik için hayati öneme sahiptir. Eğer Müslümanlar, dayanışmalarını güçlendirir ve diğer topluluklarla iş birliği içinde hareket edebilirlerse, Hindistan’ın çok kültürlü yapısını koruma şansları artacaktır. Toplumun her kesiminin, ortak hak ve adalet mücadelesinde birleşmesi, Hindistan’ın demokratik geleceğini güvence altına alacak ve barış içinde bir arada yaşama kültürünü pekiştirecektir. Bu bağlamda, Müslümanların geleceği, sadece kendi çabalarına değil, aynı zamanda toplumsal dayanışmaya ve uluslararası desteklere de bağlıdır.
Güney Asya din ve siyaset analisti / MD Salah UDDIN,
MİRATHABER.COM -YOUTUBE-