Hürriyet, Rönesans sonrası ortaya çıkan bir kelime. Batı’daki siyasi ve fikri baskının, artık tahammül edilmeyecek hale gelmesiyle birlikte, tüm bağlardan kurtulmanın sembolü.. Batı insanının, haklı olarak fakat, ölçüsüz bir şekilde, kendi ayakları üzerinde durma çabasının bir ürünüydü hürriyet.
Bir yanda kilise, bir yanda Kral ve diğer yanda ise Derebeyi. Batı’daki halk, sürekli bu güç merkezlerinin keyfi ve bir ölçüde, zalimce baskısı altında yaşadı ve kendine ait karar verebilme insiyatifine kavuşamadı.
Aslında,Doğu’nun bir bölümünde de aynı sistem vardı. Kendini tanrı haline getiren krallar, hanedanlar ve kurumlar. İslam, insanı köleleştiren ve kendi hak ve yetkilerini engelleyen Bizans, Kisra ve İran’ın hegemonik saltanatlarını yıkarak, insanın sadece Allah’ın karşısında bir kul olabileceğini ve bu kulluğun, belirli çerçevede kalmak şartıyla, akıl ve insiyatif kullanabileceği bir sistemi inşa etti.
Batı tarihçi ve sosyal bilimcileri; kendilerinden kaynaklanmayan bu yeni düzeni, görmezlikten geldiler veya görmek istemediler. Çünkü onlar; kendilerine bu haksızlığı ve zulmü reva gören iktidar ve sınıflardan intikam almak istiyorlardı. Fransız ihtilali sonrası, yüzbinlerce insanın çocuk, kadın, yaşlı demeden giyotinden (idam)geçirilmesi, birikmiş kin ve intikam duygusunun bir sonucuydu.
Rönesans ve Aydınlanma sonrası, yeni güç merkezi insan olarak gösteriliyor ve onun yaptığı her iş ve eylemin, herhangi bir hesaba ve kontrola tabi olmayacağı bir hürriyet’ten bahsediliyordu. Edebiyat alanında başlayan Hümanizma hareketleri, giderek düşünce ve siyasette, insanın kutsallığı ve yanılmazlığı gibi, yeni otorite ve düzen anlayışına imkan tanıyordu. Yeni dönemin tanrısı, “akıllı insan” (!) idi. Akıl ile, iyilik ve faziletlerin ortaya çıkacağına inanılıyordu, ama, olmadı.. Ruh ve ahlak dünyası, akılla yönetilmeyecek kadar hassas ve derin bir alemdi. Akıl, ancak eşya ve fiziki alemin açıklamasını yapabiliyordu. Daha öteye gidemiyordu. Her ne kadar felsefe; ruh ve hikmet dünyasının açıklamasına yöneldiyse de, yüzlerce iyi, ahlak, hakikat ve değer ortaya çıktı. Ama, bunların hiçbiri; toplumlar tarafından uzun süreli olarak benimsenemedi.
Aslında ruh ve ahlak dünyası olmaksızın, hürriyet’in de bir sınırı ve anlamı olmadı. Çünkü bir taraf için hürriyet, diğer bir taraf için zulüm veya baskı haline gelebiliyordu. Sosyal kavram ve değerler, belli sınıflar ve kişiler için farklı anlamlar taşıyamazdı. Bu yüzden, hürriyet’in de belli değerler ile ölçülmesi ve kayıt altına alınması gerekiyordu. Nitekim Liberalizmin sağladığı iktisadi hürriyet, bir teşebbüsün kendini ayakta tutabilmek için, diğer teşebbüslerin etkinliğini azaltmasını gerektiriyordu. Rekabet denilen piyasa çatışması, birçok ahlak dışı tutum ve hareketleri ortaya çıkarıyordu.
Hürriyet kavramı kutsallaştırılmış ve hürriyetin sınırları; hak ve hukuk kavramından daha önemli hale gelmişti. Halbuki haklar belirlenmeden, hürriyetin anlama ve değeri de, anlamsızdı. Hürriyet, ancak; ahlak ve hukuk ile birlikte varolursa, gerçek amacına ulaşılacak bir değer olabiliyordu. Aksi halde hürriyet; keyfiliğin, ihtirasın ve zalimliğe yol açabilecek birçok adaletsiz tutumların bir nevi maskesi olabiliyordu.
Günümüzde özgürlük diye gündeme getirilen kavram; bir hakkın ötesinde, kişinin keyfi ve bencil taleplerinin bir sığınağı ve gizleyicisi haline gelmiş durumdadır. Adaletin ve ahlakın terazisinden geçmeyen bir kavramın, insana ve topluma fayda sağlama ihtimali bulunmamaktadır. Bu yüzden kavramları; bir kültürün açıklayıcısı ve taşıyıcısı olarak düşünerek, belirlemek ve benimsemek durumundayız.
Türkiye ve İslam dünyasından, kavramların yeniden tarihi, kültürel ve inanç değerleri ile yeniden belirlenmesi; toplumun hayali ve temelsiz kavramları kendine rehber ederek, hatalara düşmesini önleyebilecektir.