Sahabiler, bizler için örnek almamız gereken önemli şahsiyetlerdir. Onlardan çok şey öğrenebiliriz. O halde bugün Hz. Ömer’in oğlu Hz. Abdullah ile tanışmaya ne dersiniz?
Hz. Ömer, Müslüman olduğunda Hz. Abdullah henüz 5 yaşındaydı. Henüz buluğa ermeden Müslüman olan Hz. Abdullah, 11 yaşında babası Hz. Ömer ile birlikte Medine’ye hicret etti. Hz. Abdullah, Peygamberimizden (sav) ilim öğrenmek için sık sık Suffe’ye de katılıyordu. Öğrenmeye son derece yatkın olan Hz. Abdullah, Resulullah (sav) ve Hz. Ömer’in terbiyesi altında büyüdü. Hz Ömer’in halifeliği döneminde idarî işlere yardım eden Hz. Abdullah, Hz. Ömer devrinden sonra ilmî faaliyetlerde bulunmuştur. En fazla hadis rivayet eden ve fetva veren âlim sahibelerdendir. Hicretin 73. yılında 84 yaşında iken hac esnasında şehit edildi.
Peygamberimizin Sosyal Tavsiyelerine Uyması
Peygamberimiz (sav), Hz. Abdullah’ı çok sever, zaman zaman ona bazı tavsiyelerde bulunurdu. Bir defasında, o sıralar henüz çok genç olan Hz. Abdullah’ın omzundan tutarak şöyle buyurdu: “Ey Abdullah, dünyada kendini garip bir yolcu kabul et, kabir ehlinden say. Ey Ömer’in oğlu, ahirette dinar da dirhem de yoktur, orada iyilik ve kötülüğün karşılaştırılması vardır. Elbisesini gururla çeken kimselerin yüzüne o gün Allah bakmaz.”
Hz. Abdullah, ondan sonraki bütün sosyal hayatını bu tavsiyelerin ışığında düzenlemiş, gelir ve servetini hayra dönüştürerek, mütevazı bir hayat yaşayarak sosyal sünneti en güzel bir biçimde hayatına yansıtabilmiştir.
Peygamberimizin Tavsiyesi Üzerine Tarlasını Hayra Vakfetmesi
Hz. Abdullah, Hayber’de bir tarlaya sahip oldu. Edindiği malı nasıl kullanacağı hakkında bilgi edinmek için Peygamberimizin (sav) yanına gider ve şöyle der: “Ya Rasulallah; ömrümde daha önce sahip olmadığım bir mala sahip oldum. Bu tarla hakkında bana ne buyurursun?” Peygamber Efendimiz (sav) şöyle bir tavsiyede bulundu: “İstersen aslını vakfetmek suretiyle gelirini sadaka olarak dağıtabilirsin”. Bunun üzerine Hz. Abdullah, tarlasını, aslı satılmamak, hibe edilmemek ve miras bırakılmamak kaydıyla vakfederek, gelirini yoksullara, yakınlarına, kölelere, Allah yolunda savaşanlara sadaka olarak dağıttı. Tarlanın bakımı ile ilgilenen kişi de mal sahibi olmamak şartıyla usulü dairesinde tarladaki ürünlerden yeme ve dostlarına ikram etme hakkına sahip oldu.
Kendisi Hasta Olduğu Halde Yemeyip Yedirmesi
Hz. Abdullah, isâr ruhlu bir sahabiydi. Kendinden ziyade hep başkalarını düşünürdü ve onlar için küçük büyük demez çok ileri derecede fedakârlıkta bulunurdu. Bir gün Arafat dağından Cuhfe’ye inerken hastalandı. Kendisine “Canın ne istiyor?” diye sordular. O da “Canım hiçbir şey istemiyor. Ancak balık olsa belki yerdim.” dedi. Bunun üzerine gidip ona balık aradılar ve bir balık bulup getirdiler. Hanımı balığı alıp temizledi, pişirdi ve getirip önüne koydu. Hz. Abdullah, elini balığa uzatmıştı ki tam o sırada fakirin biri karşısına çıka verdi. Hz. İbn-i Ömer’de bunun üzerine balık yemekten vazgeçip balığı fakire verilmesini emretti. Etrafındaki hizmetçiler, bu duruma çok şaşırdılar ve ona şunları söylediler: “Allah senden razı olsun. Ama sen bizi bu kadar yordun. Zor bela bir balık bulduk. Onu da şu fakire vermek istiyorsun. Halbuki bizde ona verilecek başka şeyler var.” Hasta kocasına üzülen hanımı da müdahale ederek şunları söyledi: “Fakire bir dirhem versek onun için daha faydalıdır. Sen hastasın, balığı sen ye, ona bir dirhem verelim.” Bütün bu çıkışlara itiraz eden Hz. Ömer’in oğlu en sonunda “Canımın istediği bir şeyi yemekten çok başkasına yedirmekten haz duyuyorum.” dedi ve balığı fakire verdi.
Hz. Abdullah’ın, sosyal statülere bakmaksızın herkese iyi davranmak istemesi, sosyal haklar açısından herkesi eşit görmesinden kaynaklanmaktadır. Nitekim bir keresinde kendisine “Müslümanın, Müslümandaki hakkı nedir?” diye sorulduğunda o temel sosyal eşitliğin nasıl sağlanması hususundaki şu veciz cevabı verir: “Kendi karnını doyurup aç olan din kardeşini unutmamak, kendisi giyinip onu açık bırakmamak, elindeki altın ve gümüşte ona karşı cimri davranmamaktır.”
Muhtaçlarla Birlikte Yemek Yemesi
Hz. Abdullah, malını muhtaç ve fakirlere tahsis etmekten son derece keyif alırdı. Hz. Abdullah’ın hizmetinde bulunan kölesi Cafer b. Kari anlatıyor: “Zaman zaman Abdullah bin Ömer ile sefere çıkardık. Yemek yemeye indiğimiz zaman yemek için etrafındakileri yemeğe davet ederdi. Yetimlere karşı da çok hassas olan sahabi, sofrasından yetimleri eksik etmezdi. Bir gün yemek yiyeceği zaman bir yetimi çağırttı. Ancak o yetimi bulamadılar. Tatlıyı çok sever, yemekten sonra da buğday, hurma ve şekerden yapılan tatlandırılmış bir şerbet içerdi. Çok sevdiği bu içeceği, yemekten sonra gelen yetime hemen takdim etti.”
Misafiri olmadığı ya da ramazan ayı olmadığı zaman, bir ay boyunca et yüzü görmezdi. Yemeği de aslında hep sade ve gösterişten uzak idi. Sofra açılmazsa alelade bir yere oturur, yemek yerdi. Çoluk çocuk ve aile efradını ve özellikle yoksul misafirlerini toplar tekellüfsüz yemek yerdi.
Bir fakir insan bulunmadığı zaman sofraya oturmazdı. Cami dönüşünde mutlaka yoksul birkaç kişi ile evine gelir, karnını onlarla birlikte doyururdu. Onun evinde acizler, yaşlılar, dullar, yoksullar her zaman yemek yiyebilirdi. Evi, âdeta bir hayır evi ya da bir aşhane idi. Hanımları gelen muhtaç insanlara yemek yapmak için sanki ameleler gibi çalışmaktaydı.
Elinden geldiği kadar misafirperverliğini en üst seviyede sergilerdi. Deve, keçi ve diğer hayvan ne varsa keser, misafirlerine ikram eder ve bu hususta Peygamberimizin (sav) hadisi-i şeriflerini hatırlatırdı: “Her kim misafire ikramda bulunursa, öteki dünyada kendisine bir ev yapmış olur.”
Devlet Yetkililerinin Cazip Tekliflerini Reddetmesi
Zamanın idarecileri tarafından kendisine siyasî amaçlı olarak takdim edilen paraları asla kabul etmezdi. Bir aralık emir Muaviye kendisine ihtiyaçlarını karşılaması için 100.000 dinar göndermişti. Muaviye bu parayı gönderirken belki de Yezid’e biat etmesini de düşünmüştü. Hz. İbn-i Ömer, fitne döneminde ihtilaf çıkmaması için, hangi halifenin devrinde olursa olsun biat etmemiştir. Ancak alenî olarak muhalif bir görüş de beyan etmemiştir. Sadece bir vatandaş olarak kendi üzerine düşen görevi ifa etmiş ve devlete zekât ve diğer vergilerini muntazaman vermiştir. Siyasî konularda son derece ihtiyatlı davranan Hz. İbn-i Ömer, böyle bir parayı kabul etmesi mümkün değildi. Bunu da açıkça şu şekilde dillendirdi: “Benim imanım sizin paranızdan daha kıymetlidir.”
Günümüzün Müslümanları, acaba bu sahabinin güzel ahlâkını idrak edecek ve uygulayacak bir potansiyele sahip midir?
Prof. Dr. Ali SEYYAR
Sağlık Bakanı Kemal Memişoğlu, kamuoyunda infial yaratan "yenidoğan çetesi" soruşturmasına ilişkin çarpıcı açıklamalarda bulundu. A…
Ebu'l Fesile isimli sahabi şöyle anlatıyor: Hz. Peygamberin ırkçılığa karşı çıkması üzerine bir gün ona…
İsrail’in Lübnan’a yönelik saldırıları, bölgedeki gerilimi artırmaya devam ediyor. Lübnan Sağlık Bakanlığı, saldırılarda hayatını kaybedenlerin…
Cenab Şahabeddin “Akıl yaşta değil baştadır amma aklı da başa getiren yaştır,” der. Doğrudur. Çünkü…
Dünyanın en büyük zeytinyağı üreticisi fiyatların yarı yarıya düşebileceğini bildirdi Geçen yıl dünyanın en büyük…
Dünyevîleşme, sekülerizm kavramının Türkçe karşılığıdır. Her ne kadar farklı tanımları yapılsa da dünyevîleşmeyi, genel hatlarıyla…