Peygamberimiz (sav) tarafından nikâhlanan sevgili kızı Hz. Fatıma ile Hz. Ali’nin evliliği üzerinden bir yıl geçmişti ki Hicretin 3. yılında (miladî 625) Ramazan ayının ortasında Hz. Hasan dünyaya geldi. Peygamberimiz (sav) büyük bir sevinçle torununu görmek için kızının evine gitti. “Oğlum nerede, onu bana gösteriniz” buyurdu. Kundak içinde getirilen Hz. Hasan’ın yüzünde bir başka güzellik vardı. Dedesi (sav) “İsmini ne koydunuz?” diye sordu. Hz. Ali, “Harp” deyince de bu ismi beğenmemiş olacak ki şöyle buyurdu: “Muhakkak siz kıyamet günü kendi isimleriniz ve babalarınızın isimleri ile çağırılacaksınız. Öyle ise çocuklarınıza güzel isimler koyunuz.” Peygamberimiz (sav) daha sonra torununun sağ kulağına ezan, sol kulağına da kamet okuduktan sonra ismini “Hasan” koydum dedi.
Peygamberimiz (sav) tarafından cennetle müjdelenen Hz. Hasan, takva ve zühtte örnek bir sahabiydi. Yirmiden fazla haccını Medine’den Mekke’ye yürüyerek yapmıştır. Babası Halife Hz. Ali şehit edildikten sonra Müslümanlar, Hz. Hasan’a biat ederek onu kendilerine halife seçtiler. Sonraki günlerde Hz. Hasan’a biat edenlerin sayısı 40 bini buldu. Böylece Peygamberimizin (sav) sevgili torunu Irak, Hicaz, Horasan, Yemen, Mekke, Medine şehirlerinde yaşayan Müslümanların halifesi oldu. Ancak daha önce Muâviye’ye biat etmiş olan Mısır ve Şam halkı onun halifeliğini tanımadıkları için, İslâm âleminde siyasî birlik oluşturulamamıştı. İki Müslüman toplumu arasında kimin halife olarak kalacağı konusunda savaş çıkma ihtimali doğmuştu.
Hz. Hasan’ın halifeliğinin yedinci ayında, iki ordu Medâyin’de karşı karşıya geldi. Muâviye tarafında bulunan Amr ibni Âs, Hz. Hasan’ın ordusunu görünce, “Ben karşımda öyle bir ordu görüyorum ki, karşısındaki orduyu yok etmedikçe geri dönmez!” diyerek Hz. Hasan’ın gücünü itiraf etmekten kendini alamadı.
Dünya için makam ve mevkide gözü olmayan Hz. Hasan, Müslüman kanı dökülmesini kesinlikle istemiyordu. Zaten Hz. Osman zamanından beri ortaya çıkan fitnelerden dolayı Müslümanların birbirleriyle sürekli olarak savaşmaları, onu fevkalade rahatsız ediyordu. Hz. Hasan, istese belki de Muaviye’nin ordusunu mağlup ederek Müslümanları, zorla da olsa kendi halifeliğinde bir araya getirebilirdi. Bu niyette olmayan Hz. Hasan, büyük bir fedakârlık örneği göstererek, Muaviye tarafından kabul edilen bazı şartlar karşısında hilafet davasından vazgeçti. Hz. Hasan, taraftarlarına hitaben, halifeliği niçin devretmek istediğini veciz bir şekilde şöyle ifade etti:
“Takvaya uygun hareket etmek akıllılıktır. Fitne ve kötülük, ahmaklıktan kaynaklanır. Halifelik eğer benim hakkımsa, Müslümanların birliğini sağlamak ve kanlarının dökülmesini önlemek için, ben bu hakkımdan feragat ediyorum; eğer benden daha layık birinin hakkı ise devrederek gereğini yapmış oluyorum!”
Bu konuşmadan sonra Hz. Hasan’ın taraftarları Muaviye’ye biat ettiler. Böylece, Peygamberimizin (sav) bir mucizesi daha ortaya çıkmış oldu. Çünkü Peygamberimiz (sav) bir defasında Hz. Hasan’a hitap ederek, “Bu benim oğlumdur (torunumdur), şeref sahibi bir efendidir. Yakında Allah’ın oğlum (torunum) vasıtasıyla Müslümanlardan iki büyük fırkanın arasını ıslah edeceğini umuyorum” buyurmuştu.
Hz. Hasan, hakkından feragat etti ammâ hilafet sisteminin ileriye dönük olarak tartışmasız olarak sürdürebilirliğine yönelik olarak bir şart koştu. Muaviye, bu şartı kabul etti. Buna göre Müslümanlar, halifelerini hiçbir dış baskı olmaksızın kendileri seçmeliydi. Bu sebeple, Muaviye, kendinden sonra oğlu Yezid’i veliaht olarak tayin etmemesi gerekiyordu.
Hz. Hasan, siyaseten aktif olmadığı halde, kendilerine rakip gören bazı makam ve mevki sahibi kişiler, onu rahat bırakmıyorlardı. Defalarca onu zehirletme teşebbüsünde bulundular. Hz. Hasan, Hicret’in 49. yılında (miladî 669) bir gün yatağının yanındaki su kabının içerisine boşaltılan çok tesirli zehiri bilmeden içtikten hemen sonra kıvranmaya başladı. Zehirin çok etkili olduğunu ve şifa bulamayacağını anlayan Hz. Hasan, hemen kardeşi Hz. Hüseyin’i yanına çağırdı ve şu vasiyette bulundu:
“Benim anladığım kadarıyla Allah, biz ehl-i beytte nübüvvet ile hilafeti birleştirmeyecek. Ancak korkarım ki, Kûfe’de bulunan insanlar içerisindeki art niyetli kişiler, seni de rahat bırakmayacaklar. Ben daha önce Ayşe’den izin almıştım. Vefâtımda yine ondan müsaade işte. İzin verirse beni Resul-ü Ekrem’in yanına defnet. Amma fitne korkusu olursa Müslümanların kabirleri içinde herhangi bir yere defnediver”.
Hz. Hasan, daha sonra çocuklarını kardeşine emanet etti Onların eğitim ve terbiyeleriyle meşgul olmasını istedi. Kardeşi, kendisini zehirleyenleri öğrenmek isteyince, “Bize düşen sabır ve teslimiyettir. Kimseyi itham edemem. Suçsuz birinin benim yüzümden canının yanmasını istemem!” dedi. Hz. Hüseyin, Hz. Ayşe validemizden Resulullah’ın yanına defnedilme izni aldığı ve Hz. Ebu Hureyre de bunun için mücadele ettiği halde Emeviler’den olan Medine Valisi Mervan bin Hakem’in itirazları üzerine sırf fitne çıkmasından diye buna rıza gösterildi ve bunun üzerine Hz. Hasan, Baki Kabristanı’na defnedildi.
Dünya saltanatı için kavga etmeyi hiç uygun görmeyen Hz. Hasan’ın İslâm ümmetini birlik içinde tutacak olan “seçimle halifenin iktidara gelmesi” formülü, Halife Muaviye tarafından tatbik edilmedi. Sözünü tutmayan Halife Muaviye, siyasî gücünü kullanarak oğlunu halife olarak belirledi ve böylece hilafet sistemini saltanata bağladı. Bu gelenek, hilafetin Osmanlı Devletinin sonuna kadar devam etti ve taht için “kardeş katli” dahî nice kanlar döküldü. Hz. Hasan’ın kader boyutuyla hilafet makamının ehli beyte nasip olmayacağını ferasetiyle görmüş ve kardeşi Hz. Hüseyin’i de siyasî talepler karşısında dikkatli/rikkatli olmasını öğütlemiştir.
Sağduyulu Hz. Hasan’dan özellikle İslâm ülkelerinde yaşanan iç savaşları dikkate aldığımızda çok şeyler öğrenebiliriz. Bu doğrultuda iktidara aday olan veya makam iddiasında bulunan taraflardan akl-i selim sahibi olana şu görevler düşmektedir:
Fitne döneminde silah gücüyle iktidara gelmek ve zalimane yöntemlerle iktidarda kalabilmenin çarelerini aramak yerine şerefinle mazlumca ölmek, İslâmî bir tavır olsa gerek. Tarih, vaatlerini yerine getirmeyen, halkına zulmeden liderleri değil hep mazlumları haklı bulmuştur. Öyle ise İslâm dünyası olarak tarihî olaylardan ne zaman ders çıkaracağız? (1)