Thomas Carleyle, 1795’te İngiltere’de doğdu. Burada eğitim gördü ve burada eserlerini üretti. Onun en önemli eseri, 1840 yılında verdiği konferanslarından oluşan kitabı, “Kahramanlar” adını taşımaktadır. Bu eserinde anlattığı ilk Büyük İnsan Hz. Muhammed (sav)’dir.
Önce bu konunun perde arkasına ışık tutan bir başka Batılı Yazar’ın T.J. Winter’in anlattıklarına bakalım isterseniz:
“8 Mayıs 1840’da Portman Meydanındaki sıkıcı, havasız bir konferans salonunda, Londra’nın entelektüeli Carlyle’ın Hz. Muhammed (sav) hakkındaki konuşmasını dinliyorlardı. Onlar Carlyyle’dan alışıldık türde bir hakaret ummuşlardı ve bu yüzden, onun Hz. Peygamber’i bir kahraman; fedakârlıkları kavmine fıtrî bir deizm getirmiş olan, maddeci Victoria Çağı İngiltere’sine öğretecek çok şeyleri bulunun bir kahraman ve maceracı bir şahsiyet olarak yücelttiğini gördüklerinde, hayrete düştüler. Konuşmasının en can alıcı noktası ise, şu sözlerin haykırıldığı andı: “Kâr ve zarardan başka fazileti olmayan Benthamcı Yaratıcılık, Allah’ın arzını ölü bir vahşi istim makinesine indirgemektedir. Eğer bana, bu kâinatta insanla ve onun akıbeti ile ilgili daha sefil ve daha batıl görüşü kimin, Muhammed’in mi? Yoksa onların mı dile getirdiğini sorarsanız, ben ‘Hayır, Muhammed (sav) değil!’ diye cevap veririm.”
Bu sözler zehir gibi içine işleyen John Stuart Mill aniden ayağa kalktı ve bağırdı: “Hayır!” (1)
John Stuart Mill bu tepkisiyle, aslında İngiliz sosyal karakterinin sözcülüğünü üstlenmiş durumdadır. Bu refleksi o göstermeseydi mutlaka bir başkası bağıracaktı. Böyle bir Hıristiyan körlüğünün hâkim olduğu ortamda konuşmasına başlar Carleyle. Özellikle de, tanıtacağı İslâm Peygamberi’ni kabullenip Müslüman olacak kimsenin aralarında bulunmadığına inandığını işaret ederek bundan sonrası için dürüst konuşmak gerektiğini söyler ve tanıtımına şöyle başlar:
“O, bence hakiki bir peygamberdir. Onun dünyadan ne anladığını kavramaya çalışalım; böylece dünyanın ondan ne anladığını ve ne anlamakta olduğu, daha kolay cevaplandırılabilir bir soru hâlini alacaktır. ‘(Hz.) Muhammed’in entrikacı bir sahtekâr, hatta şeytanın ta kendisi olduğu ve dininin bir şarlatanlık ve ahmaklık yığınından ibaret bulunduğu’ şeklindeki teorimizin artık kimse için tutarlı bir tarafı kalmamaya başlamıştır. İyi niyetli çabalar sonucu, bu insanın çevresine yığdığımız yalanlar sadece bizim için utanç verici olmaktan öteye gidemez!”(2)
Yazar, meseleyi irdelerken İngiliz katı muhafazakârlığının tipik bir tavrı olarak Hıristiyanlığı bu işin dışında ve hatta üstünde tutmaktadır. Buna rağmen, yine de o günkü Batılıların hazmedemeyeceği önemli değerlendirmelerde bulunmaktadır. Bir konferanslar serisi içerisinde Batılılara: “Bu insanda bir şair dehasının, en iyi en doğrunun izlerini görmemek imkânsızdır. İşlenmemiş fakat güçlü bir zekâ, kuvvetli görüş ve sezgiler, güçlü ve saf bir insan: Bir şair, kral, din adamı, kısacası her türde kahraman olabilecek birisi”(3) diye nitelendirdiği Hz. Muhammed’i “kahraman” olarak tanıtması, o yıllara kadar uzanan, İslâm düşmanlığı tavrında bir yumuşamanın başlatılması açısından önem taşımaktadır. Aşağıdaki ifadelerinde önce bir sosyal gerekçe kullanmakta ve devamında da, Hz. Muhammed’in kişiliği üzerinde durarak ona yöneltilen ağır eleştirileri reddetmektedir:
“Bu insanın söylediği sözler 1200 yıldan beri 180 milyon insana hayat rehberi olmuştur. Bu 180 milyon insan da tıpkı bizim gibi, Tanrı tarafından yaratılmıştır. Şu anda (Hz.) Muhammed’in sözlerine inanan Tanrı’nın yarattıkları, başka sözlere inananlardan da sayıca fazladır. Her şeye gücü yeten Tanrı’nın bunca yaratığının uğrunda yaşayıp öldükleri bu inancın sefil bir manevi düzenbazlık olduğunu nasıl düşünebiliriz? Ben kendi hesabıma böyle bir şeyi kabul edemem. Her şeye inanırım, fakat buna inanamam. Eğer düzenbazlık böylesine gelişmiş ve kabul görmüş olsaydı, bu dünya hakkında ne düşüneceğimizi hiç bilemezdik. Bu gibi düşünceler çok acınacak şeylerdir. Eğer Tanrı’nın gerçek eseri hakkında biraz bilgi edineceksek, bu düşünce tarzlarını tamamen reddetmeliyiz. Onlar bir şüphecilik çağının ürünleridirler, çok çok talihsiz bir manevi kötürümlüğe ve insan ruhunun ölümüne dalalet ederler.”(4)
Yazar yukarıdaki sözlerinde, “Peygamber Gerçeği”nin merkezindeki Hz. Muhammed’e döner ve ona “Yaratıcı İnsan” adını vererek görüşlerini şöyle sürdürür:
“Bize ilk elden doğrudan doğruya ulaşır. O, bize haberler getiren, meçhul sonsuzluktan gönderilmiş bir habercidir. Biz ona ‘şair, peygamber, Tanrı’ diyebiliriz. Onun ağzından çıkan sözlerin diğer hiçbir kimsenin sözlerine benzemediğini şu veya bu şekilde hepimiz hissederiz. Doğrudan doğruya eşyanın gerçeğinden çıkarak onunla her gün bütünleşerek yaşar, yaşamak zorundadır. Söylentiler bu gerçeği ondan gizleyemez. O, söylentiler karşısında kördür, sağırdır, yoksuldur, öksüzdür… Gerçek parıldayan gözlerle ona bakar. Gerçekte onun sözleri bir çeşit ‘vahiy’ değil midir? Buna başka ne isim verebiliriz ki?… Bu, onun çıktığı âlemin özünden gelmektedir. O (Büyük Adam) ise eşyanın temel gerçekliğinin bir parçasıdır. Tanrı şimdiye kadar pek çok vahiy yollamıştır. Fakat bu insan da Tanrı’nın yolladıklarının sonuncusu ve en yenisi değil midir? ‘Yüce Tanrı’nın ilhamı ona zekâ bahşetmiştir.’ Öyleyse her şeyden önce onu dinlemeliyiz. Dolayısıyla biz Hz. Muhammed’i asla bir batıl, bir göstermelik, zavallı ve hırslı bir entrikacı olarak görmek istemiyoruz. Onu bu şekle düşünmemiz imkânsızdır. Getirdiği o basit mesaj da gerçekti; bilinmez derinliklerden gelen ciddi ve belirsiz bir ses! Onun ne sözleri ne de eserleri sahteydi. Batıl ve taklit değillerdi. Tabiat-ananın o geniş göğsünden fışkırmış ateşten bir hayat külçesi! Dünyanın yaratıcısı ona dünyayı tutuşturmasını emretmişti. (Hz.) Muhammed’e yüklenen kusurlar, noksanlıklar samimiyetsizlikler gerçekten ispatlanabilmiş olsalardı bile onun hakkındaki bu temel gerçeği yıkamazlardı…”(5)
Carleyle bu genel değerlendirmesinden sonra, Hz. Muhammed’in mensubiyeti üzerinde durarak Arap ırkı ve kültürü hakkında bilgiler verir. Bu ortamın Peygamber’in gelişine müsait hâle geldiğini anlatır. Hz. Muhammed’in çocukluğundan söz ederken, daha 14 yaşında iken Suriye’ye gittiğini, orada bir Hıristiyan keşişiyle karşılaştığını anlatır. Bazı Hıristiyan çevrelerde yaygın olan, ‘bu görüşmeden Hıristiyanlık hakkında yeni bilgiler alarak kendi dinini oluşturduğu’ yolundaki iddiaya göndermede bulunarak şöyle der:
“Delikanlı burada ilk defa kendisine tamamen yabancı bir dünya, kendisi için son derece önemli bir yabancı unsurla karşılaşmıştır: Hıristiyan diniyle… Ebu Talip ve yeğeniyle birlikte kaldıkları söylenen Nesturi Keşişi Sergius hakkında nasıl bir yargıya varabileceğini bilmiyorum. Böylesine genç bir insana bir keşiş ne kadar bir şey öğretebilir ki?… Muhtemelen bu Nesturi keşişi konusu fazla büyütülmüştür. (Hz.) Muhammed o tarihlerde henüz 14 yaşındaydı ve ana dilinden başka da dil bilmiyordu.”(6)
Carleyle, kendi toplumunun bu ağır iftiralarına niye inanmadığını, onun kişiliğinin karşımıza çıkardığı billur şahsiyet modeliyle dillendirir. Bunu yapmadan önce de, Batılıların Hz. Muhammed’i İslâm ’ı kılıçla yayıldığı iddialarının da üzerine gider ve İslâm’ın “Kılıç Dini” olmadığının altını çizer. Bunu yaparken de, kendi geçmişlerini sorgulamadan da edemez: “Eline kılıç geçirdiğinde Hıristiyan dini de onu kullanmaktan çekinmemiştir. Şarlman’ın Saksonları Hıristiyan yapışı vaiz yoluyla olmamıştır”, der ve ilave eder:
“Ancak burada, (Hz.) Muhammed’in kendisinde ve kazandığı başarılarda gördüğümüz bazı şeylere bakarak tabiatın nasıl bir hakem olduğunu, Onun nasıl bir yüceliğe, derinliğe ve hoşgörüye sahip olduğunu bir kere daha hatırlamamız gerekir.” (7)
Sonra devam eder:
“Hayır! Bu parlak siyah gözlü, toplumu düşünen yüce ruhlu çöl çocuğunda şahsi ihtirasın ötesinde birçok düşünce vardı. Sessiz, yüce bir ruh… O, dürüst ve ciddi davranmaktan kaçınmayan ender insanlardandı. Tabiat onu samimi olmak üzere yaratmıştı. Diğer insanlar birtakım kalıplar ve söylentilerle hareket eder ve bununla yetinirken, bu adam kendini hazır reçetelere, birtakım kalıplara uyduramazdı. O kendi ruhu ve eşyanın gerçekliği ile baş başa kalmış bir insandı. Daha öce de söylediğim gibi, o büyük varoluş bilinmezi bütün dehşet ve gösterişiyle parıldıyordu. Hiçbir söylenti, bu sözü edilemez gerçeği ondan gizleyemezdi: ‘İşte ben buradayım!’ Böylesi bir samimilik -biz buna ‘samimilik’ adını veriyoruz- gerçekten İlahî bir şeye sahipti. Böyle bir adamın sözü doğrudan doğruya tabiatın öz varlığının sesiydi. İnsanlar bu sözü dinlerler. Dinlemelidirler de… Başka hiçbir şeyi dinlemedikleri gibi… Çünkü bundan başka her şey, bununla kıyaslandığında boş laftan ibarettir. Ta eskiden beri bütün kutsal ziyaret ve seyahatlerinde bu adamda binlerce düşünce yaşamıştır: Ben neyim? İnsanların ‘evren’ adını verdikleri, içinde yaşadığım bu sırrına varılmaz şey nedir? Hayat nedir? Ölüm nedir? Hıra Dağı’nın, Sina Dağı’nın sarp kayalıkları, vahşi, ıssız çöller bu sorulara cevap vermiyordu. Mavi parıltılarla yanan yıldızlarıyla başının üzerinde sessiz uzanan o büyük gökyüzü de bunlara cevap vermiyordu. Hiçbir cevap yoktu. Bu sorulara ancak Tanrı ilhamıyla dolu olan insanın ruhu cevap verebilirdi.”(8) “Arap putperestliğinin saçmalıkları, Yunan ve Yahudi’nin tartışmalı teolojileri ve bütün bunların bitmez tükenmez münakaşaları arasından, ölüm kadar, hayat kadar ciddi olan o saf ve samimiyet dolu yüreği, o derin tabii sezgisi ve görüşleriyle bu vahşi çöl çocuğu çıkmış, meselenin özüne nüfuz etmiştir.“(9)
O ruh, sonunda kendi vuslatına ulaştı: Yaratıcı onu peygamberlikle görevlendirdi ve nur yere indi. O inanıyordu ki, putlar, taş ve tahta parçaları kendilerini dahi kurtarmaktan âcizdi… Krallıklar, kralların peşinde koştuğu o altın taçlar geçiciydi. Kimin başına oturursa otursun bir ömürlük saltanat sonrasında bedeli ödenemeyen bir sorumluluk ve yükle geçip gidiyorlardı bu dünyadan. O bunların hiçbirisine hevesli değildi. Münzevi ve kirlere bulaşmamış bir geçmiş, onurlu ve yüceltici bir hâl, sıcak, kuşatıcı bir gelecek çizgisinde şimdi hedefine yönlendiriliyordu. Peygamberlik gibi İlahî bir taç konmuştu başına. İnsanlığın bundan sonraki rehberi olacaktı. İlk sesi duyduğunda, ilk teslimiyet şokunu atlatır atlatmaz iradesini yönlendiricisinin yön çizgisine bıraktı. İslâm böyle doğdu ve böyle gelişti. Carleyle: “(Hz.) Muhammed güçlü bir dünya görüşüne, sezgiye sahiptir: Kendi yüreğini açtığı her şeyi doğrudan doğruya ve büyük bir çabayla bizim yüreğimize de aktarmaktadır” (10) dediği Peygamber’in tebliğinin öneminin üzerinde dururken böyle bir himayenin insanlık için gerekli olduğunu söylerken, “İslâm’ın aslında Hıristiyanlığın değişik bir şekli” olarak algılar. Aslında, değişik şekli değil, Bozulmuş bütün semavi dinlerin İslâm ’la yenilenmesidir bu. Yazar böyle bakmaz ama ilginç sözler söyler:
“İslâm’ı ‘Hıristiyanlığın değişik bir şekli’ olarak tanımlamak mümkündür: Eğer Hıristiyanlık olmasaydı, o da olmayacaktı: Bu (İslâm ), Tanrı’nın yeryüzüne ilham ettiği en yüce hikmettir. Bu, vahşi Arap ruhunun karanlıklarını aydınlatmak üzere inen bir nurdur. Bir ölüm tehdidi taşıyan çölün o büyük karanlığına yansıyan hayatın ve Tanrı’nın göz kamaştırıcı parıltısı… (Hz.) Muhammed ona Vahiy ve Cebrail adını verdi. Tanrı ona gerçeği ilham etmek ve onun ruhunu ölümden, karanlıklardan kurtarmakla ona eşsiz bir şeref vermiştir. Öyleyse o da aynı şeyi diğer yaratıklara yapmakla görevlidir. ‘(Hz.) Muhammed, Tanrı’nın peygamberidir’ sözü işte bunu anlatmaktadır ve gerçekten de anlamlı bir sözdür…”(11)
19’uncu asrın ortalarında Batı mantığının ihtilal ve değişim sancılarıyla boğuştuğu yıllarda bir umut ve bir ışık olarak Hz. Muhammed böyle anlatılmaktadır. Yazar elbette buraya kadar söyledikleriyle İslâm’ın hazırlık döneminden söz etmekte ve ilk emrin “Oku, seni yaratan Rabbinin adıyla oku”(12) işaretinin arkasından, “Ey bürünüp örtünen (Resulüm)! Kalk ve insanları uyar. Sadece Rabbini büyük tanı.”(13) emrinin gelmesinden sonraki dönemini ise zaman zaman Hıristiyanlığa göndermelerde bulunarak, bu dinin o tarihlerde zaafa düştüğüne işaret ederek şöyle anlatmaktadır:
Yazar; “İslâm’ın gerçeği, korkunç yalanlar ve yanılgılarla bastırılmış olabilir Ona bağlanılmasını, inanılmasını sağlayan onun bu tarafı değil, gerçek yanıdır. O, bu gerçeğiyle başarıya ulaşmıştır… İslâm bütün bu boş geveze mezheplerin varlığını sona erdirmiştir ve bence bunda da haklıdır. İslâm doğrudan doğruya tabiatın bağrından çıkmış bir gerçektir”,(14)derken, bunu Hz. Muhammed’in tebliğ ettiğine de özenle işaret eder:
“Son derece sade bir ev hayatı vardı (Hz.) Muhammed’in! Bütün yiyip içtiği arpa ekmeği ve sudan ibaretti. Bazen aylar boyu ocağında ateş yandığı olmazı. Çoraplarını kendisinin onardığı, hırkasını kendisinin yamadığı haklı bir gururla kaydedilir. Onda herhangi bir hırstan çok daha yüce bir şey vardı. Yoksa yirmi üç yıl onun buyruğunda, onunla omuz omuza dövüşen o vahşi Araplar böylesine saygı gösterirler miydi! Gerçek bir yetenek ve yiğitliğe sahip olmayan bir kimse onları yönetemezdi. Ona Peygamber mi diyorlardı? Evet! Karşılarında apaçık duran, hiçbir sır perdesiyle örtülü olmayan. Herkesin gözü önünde hırkasını yamayan, savaşan, görüşmelerde bulunan bu adama Peygamber diyorlardı. Başında taç bulunan hiçbir imparator kendi eliyle yamanmış bir hırka giyen bu adam kadar saygı görmemiştir.” (15)
Batı’da İslâm düşmanlığının kırılma noktasında önemli bir görev üstlendiğine inandığımız Thomas Carleyle, yine de kendi inancının taassubundan kurtulamaz. Hz. Muhammed’e yapılan haksız hücumlara şiddetle karşı çıkarken kilise çelişkilerinin ağından da kurtulamayarak onu, bir bilgin gibi gördüğü anları olur.. Arkasından gerçeğin vurucu darbesiyle bütün insanlığa açılan kapının muhteşem ışığını anlatır:
“Ama hayır!… Bu kum yığınının gerçekte barut yığını olduğu anlaşılmıştır. Delhi’den Granada’ya (Hindistan’dan İspanya’ya) kadar gökleri tutuşturan bir patlayıcı madde yığını! Daha önce de söylemiştim: Büyük Adam, daima gökten inen şimşektir. Bütün insanlar onu yakılmaya hazır şeyler gibi bekler ve o gelince hep birden tutuşmuşlardır.”(16)
Bizdeki seviyesizler bu idraki kavrayabilecek kabiliyette midir acaba?
MUHSİN İLYAS SUBAŞI
_________________
1 T.J. Winter, Postmodern Dünyada Kıbleyi Bulmak, Timaş Yayınları İstanbul 2006, s. 218
2 Thomas Carleyle, Kahramanlar (Çev. Behzat Tanç), Kutluğ Yayınları, İstanbul 1976. s. 79.
3 age., s. 115.
4 Kahramanlar, s. 80.
5 Meydan Larousse, c. 7, s. 27. .
6 age., s. 93.
7 age., s. 104.
8 age., s. 94.
9 age., s.106.
10 age., s. 113.
11 Kahramanlar, s. 97 vd.
12 Alak Suresi, ayet 1 vd.
13 Müddessir Suresi, ayet 1-3.
14 age., s.106.
15 age., s.118.
16 age., s.121.
Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM), Gazze'de işlenen savaş suçları nedeniyle İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ve eski…
Bu video bize BELAM başlığı ile gönderildi. BEL’AM için Diyanet İslam Ansiklopedisine baktığımızda şu açıklamayı…
Seçilmiş Cumhurbaşkanımızın katıldığı merasimden sonra bir gurup teğmenin sonradan korsan yeminle Mustafa Kemal’in askerleriyiz diyerek…
İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) Meclisi’nde alınan kararla su fiyatlarına %17,5 zam yapıldı ve her ay…
İstanbul' da Şiddetli lodos, Marmara Bölgesi'nde deniz ulaşımını sekteye uğratmaya devam ediyor. İstanbul, Bursa ve…
Ebu Cehil deistti, diğer Mekkeli müşrikler de deistti, Allah’ın varlığına inanıyorlardı ama Hz. Muhammed’in Allah’ın…
View Comments