Türkiye siyasetinde “askerin” siyasi yaşama müdahalesi her zaman için “doğrudan bir müdahale” şeklinde cereyan etmiştir. İdeolojik Darbeden İdeoloji Karşıtı Bir Darbeye; 12 Mart 1971 Askeri Darbesi Osmanlı Devletinin yönetsel aygıtının tümünün “seyfiye” yani asker sayıldığı klasik döneminde zinde gücü olan merkez ordusu “Kapıkulu Ocaklarının”, genel bir ifade ile Yeniçerilerin gücünü yanına alan siyasi güçler, padişah değiştirebilecek hatta padişah öldürebilecek kadar ileri gidebilmişlerdir.
Osmanlı Devletinin klasik döneminin zaafa uğraması neticesinde modernleşme ihtiyacı ilk olarak askeri çevrelerde kendisini hissettirmiş, fakat değişime direnen de bizatihi askeriyenin kendisi olmuştur. Osmanlı Devletinin modern bir devlet yapısına dönüşmesi için lazım gelen dinamizminin oluşturulması ilk önce askeriyede uygulanmıştır. Osmanlı Devletinin modern bir devlet yapısının ön gördüğü “idari” işlerle “askeri” işleri birbirinden ayırma girişimleri pek başarılı olamamış, askeri bürokrasi kendisini her zaman için idari bürokrasinin üstünde görmüştür. Bu durum; askeriyenin kendisini devletin kurucu ve onu kollayıcı ana unsuru olarak görmesinden kaynaklanmaktadır.
Önemlisi; Türkiye siyasetinin ana istasyonlarını oluşturan birçok siyasal hareket askeri bürokrasi aygıtının alt ve orta kademelerinde mayalanmış ve örgütlenmiştir. İdari bürokrasinin alt ve orta kademelerini konsolide edebilen bu siyasi kurucu misyon, hem örgütlü hem de silahlı bir güç olması nedeniyle Türkiye siyasetine doğrudan etki edebilecek bir nitelik kazanmıştır. Bu duruma verilebilecek en önemli örnek İttihat ve Terakki Cemiyetidir.
İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin daha çok sivil alanda üretilmiş siyaseti merkeze ve iktidara taşıma noktasındaki “siyaset yapma biçimi” Türkiye’deki askeri darbe ve müdahalelerin ana fikrini oluşturmuştur. Osmanlı Devletinin modern bir devlet yapısına dönüşme çabalarının yürürlüğe konulmasından beri ortaya Türkiye’nin iki ana sorunu olduğu ortaya çıkmıştır.
Bu iki ana sorunun birincisi; devletin yüz yüze kalmış olduğu “beka sorununa” yapışık “uluslaşma” sorunudur. Osmanlı Devletinin Avrupa merkezli modern devletler tarafından yok edilmek gibi hayati bir tehdit karşısında “var olmayı ve var kalmayı” sürdürebilmeyi betimleyen “Beka Sorunu” ortaya çıkmıştır. Devletin bekası için “zorunlu olarak” modernleşme çabalarına girişen Osmanlı Devlet aygıtı beka sorununa yapışık “uluslaşma sorunu” ile baş etmek zorunda kalmıştır.
Modern devletinin nihayetinde bir ulusa ihtiyacı olduğu gerçeğinden yola çıkılarak birçok “uluslaşma” çabası ortaya konulmuş fakat tutarlı bir “ulus inşa” edilememiştir. Modernleşme çabalarının felsefesinin mayalandığı “Tanzimat Döneminde” inşa edilmeye çalışılan “Osmanlılık” politikaları başarılı olamamış, farklı etnik ve dini milliyetlerden mürekkep ve müteşekkil ahenkli bir “Osmanlı Ulusu”nu inşa edememiştir. II. Abdülhamid döneminde İslamcılık ekseninde oluşturulmaya çalışılan bir “İttihad-i İslam” siyasal projesi tutarlı bir ulus oluşturamamıştır. İttihat ve Terakki Cemiyetinin iktidarı döneminde seslendirilen “Milli”lik vurgusu uluslaşmanın ana temasını oluşturmuş ve Osmanlı Devletinin uluslaşma çabaları Türkiye Cumhuriyetine bir miras olarak devrolunmuştur.
Türkiye Cumhuriyetini kuran siyasal kadrolar, aynı zamanda Osmanlı Devletinin son askeri kurmay heyetinin önemli figürlerinden oluşmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti, İttihat ve Terakki Cemiyeti iktidarı döneminde mayalanan millilik vurgusunu ulus-devlet inşasının merkezinde bulunması zorunlu olan milliyetçilik olgusu olarak güncellemiştir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti Türk milliyetçiliğinin merkezde bulunduğu bir ulus-devlet olarak örgütlenmiştir. Fakat ortada bir sorun vardır; bu devletin bir ulusu bulunmamaktadır. Türkiye’de yaşanan Tek Parti dönemi esasında ortada bulunmayan bir Türk ulusunun inşa sürecidir. Sivil alanda üretilip askeri cenaha aktarılan siyasal üretimlerin en başında Türkiye’nin uluslaşma sorunu gelmektedir. Türkiye Cumhuriyeti askeri bürokrasisi ulus-devlet inşasının merkezinde bulunan Kemalist Türk milliyetçiliğini koruma ve kollamayı “beka sorunu” ile eşdeğer olarak görmüştür.
Bu iki ana sorunun ikincisi; Türkiye’de “Sermaye Birikimi ve Sermaye Birikimi Süreçlerinin” eksikliğidir. Osmanlı Devletinde Batılı anlamda bir burjuva sınıfı bulunmuyordu. Değeri üretenlerin faaliyetlerinin niteliği ve sınırı devlet katında belirlenmişti. İzzet ve ikbal kapılarının anahtarı devlet katında idi. İzzet ve ikbali elde etmek için bir şeyler üretilmesi gerekmiyordu; ürün fazlasına el koyan devlet aygıtına dâhil olmak yeterliydi.
Osmanlı Devleti, 19. Yüzyıl Avrupası ile ölümcül karşılaşmasında sermaye birikiminden yoksun bir durumdadır. Avrupa’da burjuvazinin inşa etmiş olduğu “politik insan” figürü, kar ve fayda eksenli bir ekonomizm yönelimi içindedir. Osmanlı tebaasının içinde bulunduğu olumsuz koşullar göz önüne alındığında bu durum eşitsiz bir karşılaşmadır. Osmanlı Devletinde tebaanın ilerleme ve yükselme hususunda görüş ve düşünceleri vardı elbette. Fakat merkezi siyaset unsurları ya da yüzü devlete dolaysız olarak devlet aygıtının sahipliliği anlamına gelen iktidara odaklı muhalefet unsurları, tebaanın bu görüş ve düşüncelerini siyasal alana taşımamıştır.
Değişim ve dönüşümün ancak siyasal zeminde yapılabileceğine inanmış olan İttihat ve Terakki’nin “milli burjuva” yaratma politikaları giderek Türk siyasal hayatının ana figürü haline gelmiş olan “vurguncu” bir tipolojinin oluşmasına neden olmuştur. Türkiye’nin Cumhuriyet dönemi ile birlikte deneyimlediği ulus-devlet tipi siyasal örgütlenme tabiatı gereği dayanmak zorunda olduğu sınıf, burjuva sınıfıdır. Bir burjuva sınıfına sahip olmayan Türkiye, bu sınıf açığını devlet katında üretme yolunu seçmiştir. Türkiye Cumhuriyeti devlet kadroları bir taraftan hâkim sınıfını inşa ederken diğer taraftan ise Batı toplumsallığını model alarak tarihselliğinden kopartarak izole etmiş olduğu toplumsallığı yeniden yapılandırmaya çalışmıştır. İhdas edilen hâkim sınıfın denetiminde oluşturulan kamusallık ve kamusal alanlar, geleneksel sayılan yapılara kapatılmıştır.
Kamusal alanlarda boy gösterebilmenin yolu yeni sınıfa dâhil olmaktan geçiyordu. Devlet katında, devlet ile tümleşik ve devletten transfer edilen sermaye ile oluşturulan “burjuvazi”, ekonomik çıkar temelli ilişkide bulunduğu örüntüleri ile birlikte geniş yığınları ifade eden “millet” denilen ana kütleden uzak durmuştur. Bu uzak duruşun siyasallığı; devletin sahipliliği üzerinden deruhte edilen tekelci bir zihniyetin yönetsel iddialarıdır. Bu yönetsel iddia içerisinde ana aktör olarak millet bulunmuyordu. Cumhuriyet kadrolarının radikal Batıcı yönelimleri, içkin ve öze ait bir yönelim değildi. Siyaseti tekelleştirmek için bu yönelimi bir tür meşruiyet aracı gibi kullanıyorlardı. Bu meşruiyet aracı ile millet denilen ve kamusal alanda boy gösterilmesine izin verilmeyen unsurlar üzerinde yönetsel iddianın “sorunsuz” ve “etkin” devamı sağlanmıştır.
Birinci Dünya savaşı sonrasında dış baskılar nedeniyle çok partili siyasal yaşama geçen Türkiye Cumhuriyeti, Cumhuriyet Halk Partisi (CHP)’nin uzun iktidarından sonra CHP’sinden kopan siyasal kadroların kurmuş olduğu Demokrat Parti (DP) iktidarını yaşamıştır. Sermaye birikimi yine en büyük sorundur. CHP’nin tek parti iktidarı boyunca sermaye tabana yayılamamış, derinlik kazanamamıştır. DP’nin iktidarı ile birlikte ilk önceleri yüksek bir ivme kazanan ekonomik yaşam, iç ve dış olumsuzluklar nedeniyle durgunlaşmıştır. DP’nin tutarlı ekonomik politikalarına sahip olmayışı ekonomik sorunları derinleştirmiş, durgunluğu aşmak için kamu yatırımları arttırılmış, devlet kaynaklarından dolaylı ve dolaysız sermaye transferleri hızlanmıştır.
1960 Askeri Darbesi, DP’nin ana ekonomik politikalarının bulunmayışına bir tepki olarak “Planlı Kalkınma” modelini yürürlüğe koymuştur. 1960 Askeri Darbesinin devlet ve bürokrasinin siyasal ve ekonomik yaşama “vesayetçi” yaklaşımını açıklayan planlı kalkınma modeli dolaysız olarak ekonomik faaliyetlerde devletçi ekonomik politikaları güçlendirmiş, ekonomik etkinliklerde özellikle dolaylı sermaye transferlerini hızlandırmıştır.
İslamcıların “millet” olarak kavramsallaştırdıkları geniş bir kesim devletten transfer edilen sermayeden faydalanamıyordu. Türkiye’nin geçirmiş olduğu birçok değişim ve dönüşümler kapalı toplumsallıkları da değiştirmiştir. Özellikle iç ve dış göçün yol açtığı sosyal, kültürel ve ekonomik değişimler ekonomik ve siyasal talepleri genişletmiş ve çeşitlendirmiştir. Büyük kentlere göçlerle oluşan kapalı toplumsallık süreç içerisinde belirli bir ekonomik örüntüler oluşturdu. Göçle gelen unsurlar arasında sermaye birikimine yönelmiş olanlar, iş yapmanın salt sermaye birikimi ile mümkün olmadığının farkına vardılar. İş yapmak siyasal örüntülere dayanıyordu.
Hâkim unsurların tekel oluşturduğu alanlara etkin bir giriş ancak siyasal örüntülerden geçiyordu. Aynı durum, eğitim ile belirli bir niteliğe kavuşmuş bulunan vasıflı işgücü için de geçerliydi. Dolaysıyla şehirlere taşınan cemaat yapısı hızla siyasallaştı. Kendisini ifade edebilmenin yolu artık siyasallaşmış cemaat içinde kalmaktan geçiyordu.
Türkiye’de askeri darbeler devletten transfer edilen sermayenin hangi ellerde toplanacağına karar verildiği bir dizayn aracıdır. Türkiye’deki egemen sermaye çevreleri devletten ve kamudan aktarılan dolaylı ve dolaysız sermaye akışının kesintiye uğraması tehlikesine karşın sürekli askeri aygıtı “zinde bir güç” olarak görmüştür. “Devletin milletiyle birlikte bölünmez bütünlüğünü” koruma ve kollama “doğal refleksine” sahip askeri aygıt, egemen sermaye sahiplerinin kendi tehdit algılarını bir şekilde askeri aygıtın dikkatini yoğunlaştıracağı tehdit algısına çevirerek askeri aygıtı sürekli kullanmıştır.
Türkiye’deki askeri darbeler bizatihi kendileri inşacı değildir. Değişim ve dönüşümü sağlayabilecek ortamı oluşturmak gibi geçici bir görevleri vardır. Daha çok uluslararası sistemin her türden rol dağıtımı doğrultusunda ortaya çıkan değişim ve dönüşüm taleplerinin sorunsuz olarak karşılık bulması için sosyal, siyasal ve kültürel ortamını oluşturmak yönünde kullanılan askeri aygıtın darbe nedenleri ile darbe sonrası ortaya çıkan manzara çok farklı olmaktadır.
Türkiye’de askeri darbelerin yürürlüğe konulmasının karmaşık bir süreci ve ortaya çıkan farklı sonuçları vardır. Fakat askeri darbeler marifetiyle ulusal ve uluslararası boyuttaki egemen güçlerin Türkiye’yi dizayn faaliyetleri, askeri darbelerin bizatihi kendi sebep-sonuç ilişkilerinden farklı bir mahiyeti sürekli olmuştur. Diğer taraftan hangi sebeple olursa olsun askeri darbe marifeti ile oluşturulan dizayn faaliyetlerinin yön ve içeriğini değişime uğratan gizli bir elin mevcudiyeti de gözden kaçmamaktadır. Bu gizli elin kim ya da kimler olduğu konumuz dışı olmakla beraber tezahürlerini zikretmekte fayda vardır:
1- Türkiye’deki hiçbir askeri darbe yönetim olarak kalıcı olmayı düşünmemiş, birkaç sene içerisinde demokratik seçimler marifetiyle ülke yönetimini siyasilere iade etmiştir. İhdas olunan darbe anayasaları ve kanuni düzenlemeleri seçmen tarafından genel kabul görmüş fakat askeri darbelerin işaret etmiş oldukları siyasallığı seçmen hiçbir zaman benimsememiştir. 27 Mayıs 1960 Askeri Darbesi sonrasında demokratik yaşama yeniden geçilmesinin hemen ardından DP’nin bir devamı olarak görülen Adalet Partisinin yükselişi ve iktidar süreçleri ile 12 Eylül 1980 Askeri Darbesinin ardından Turgut Özal liderliğindeki ANAP’ın iktidar süreçleri çok önemli örneklerdir.
2- Yüksek bir toplumsal dinamizme sahip Türkiye’nin hızlı değişim ve dönüşüm hareketliliği neticede bir hız körlüğünü de beraberinde getirmiştir. Türkiye yakın tarihinde yaşanan hızlı değişim ve dönüşümlerin yol açtığı sosyal, siyasal, kültürel ve dini alanlardaki çalkantılar, Türkiye toplumsallığında özellikle siyasallaşmanın getirmiş olduğu “toplumsallıklardaki tutarsızlaşma” tehlikesini her zaman için gündemde tutmuştur. İktidar tahkimi faaliyetlerinin yıkıcı bir muhalefet anlayışını ortaya çıkardığı hız körleşmesi, askeri darbelerin kasislerinde son bulmuştur. Askeri darbeler, tarafların kendi özeleştirilerini yaptıkları sükûnet anlarıdır. 1960 Askeri Darbesinin önemli bir gerekçesi olan ekonomideki politikasızlık ve planlama eksikliği AP iktidarları tarafından kabul edilerek ekonomi belirli bir politika ve planlama dairesinde yönetilmeye çalışılmıştır. Diğer taraftan tutarlı ekonomi ve kalkınma politikaları oluşturarak Türkiye’nin sanayileşme istidadının mayalanması sağlanmıştır. 1960 Askeri Darbesinin bir ürünü olan Planlamayı en etkin kullanan AP olmuştur. 1980 Askeri darbesi sonucunda sağ ve sol kamplar kendi özeleştirilerini yaparken aşırı bir şekilde politize olmuş seçmen, dikkatleri siyasetten ekonomiye çevirmeye çalışan Turgut Özal’a çoktan kulak kabartmaya başlamıştır. Depolitize politikalara destek vermekle suçlanan Özal’ın yapmış olduğu esasında; siyasal kamplara bölünerek kendi kabuğuna çekilmiş Türkiye toplumsallığına yeni bir özgüven aşılayarak, dünya ile bütünleme hedefini göstererek yeni bir dinamizm kazandırmak olmuştur.
Türkiye’deki askeri darbelerin kuş bakışı bir analizinden sonra 12 Mart 1971 Askeri müdahalesinin neden ve sonuçlarını yine kuş bakışı bir yöntem ile incelediğimizde aşağıda zikredilen kanaatlere ulaşmak mümkündür:
ARİF ARCAN