İnsan, giyinmek, beslenmek ve barınmak zorunda olan bir varlıktır. Ancak insanoğlu, bu ihtiyaçlarını her zaman tabiatta hazır halde bulamaz, dolayısıyla da çalışmak, üretmek ve ürettiği şeyleri de pazarlamak zorundadır. Bu sebeple insanoğlunun, toplum halinde yaşamaya başladığı andan itibaren aralarında iş bölümü yaptığı da bilinmektedir. Nitekim Kur’an’ın verdiği bir bilgiden ilk insanların hayvancılık ve tarımla uğraştıklarını anlıyoruz.
İktisâdi doktrinler tarihinde de görüleceği üzere, ekonomik gelişme, çeşitli merhalelerden geçerek 19. yüzyılın ikinci yansına kadar gelmiş ve bu tarihten sonra meydana gelen sanayi inkılâbı ile birlikte iktisadî anlayış, insan hayatının önüne geçmiş ve bir takım sistemlerin doğmasına da sebep olmuştur. Böylece insanoğlu, bir taraftan eski ekonomik yapıyı devam ettirirken, diğer taraftan da yeni bir yapının kapılarını sonuna kadar aralamış; daha açık bir ifâde ile tarım toplumundan sanayi toplumuna bir geçiş yapmıştır. Ancak bu geçişin süresi ve sancıları her toplumda aynı şekilde ve aynı ölçüde olmamıştır. Nitekim insanların içtimaî hayatını büyük ölçüde değiştiren bu iktisadî yapı, ekonomide ferdî hürriyetin sınırsızlığını ifâde eden Liberalizm’i doğurmuş, daha sonra da Kapitalizm’e dönüşmüştür[1]. Bu ekonomik yapı sayesinde toplumları sömürerek zenginleşen Batı, sanayisini kurmuş; insanların ihtiyacı olan veya ihtiyaç haline getirilen malları üretmeye ve pazarlamaya başlamıştır. Buna karşılık bilgi ve teknoloji üretemeyen ve bu nedenle de sanayileşemeyen toplumlar, çaresizlik içinde Batı’nın teknolojisini ve sistemlerini almak zorunda kalmışlardır.
Kökü çok eskilere dayanmakla birlikte aşırı devletçiliği temsil eden komünizm ise, Karl Marx tarafından kapitalizme bir alternatif olarak sistemleştirilmiş, onun ılımlı şekli olan sosyalizm ile birlikte insanları iktisadî yönden etkileyen alternatif bir sistem olmuştur. 1917 Rus ihtilâli ile birlikte hayata geçirilen Komünizm, üretim araçlarında ve taşınmaz mallarda devletçiliği getirmiş, daha sonra da bu iki sistemin birleştirilmesinden karma ekonomi sistemi doğmuştur. Her sistemin de kendine özgü bir yapısı ve dayandığı temel ilkeleri; beğenilen ve beğenilmeyen yönleri olmuştur.[2]
İnsanlara her alanda kılavuzluk eden Kur’an’da da iktisadî konulara yer verildiği bilinmektedir. Bu kuralların ise onda, diğer iktisadî sistemlerde olduğu gibi, ekonomiyi insan hayatının önüne geçiren bir anlayışla değil, insan hayatının bütünlüğü içinde olması gereken bir konumda ve düzeyde ele alındığı; ibâdet ve ahlâk kuralları ile birlikte zikredildiği, dolayısıyla din ile alakası olmayan kazancın ve elde edilen servetlerin, kötü olarak nitelendirildiği görülmektedir. Daha açık bir ifade ile iktisadî kurallar onda, ibâdet ve ahlâkî kurallar ile iç içe ve bir bütünlük içinde sunulmuştur. Nitekim toplum hayatında sosyal adaleti sağlamak için emredilen zekâtın [3] ibâdetle; gasp, çalma, vurgunculuk, ihtikâr, aldatma ve malı fâhiş fiyata satma vs. gibi davranışların ise ahlâkla irtibatlandırıldığı ve buna bağlı olarak bu ilkeleri korumak için de caydırıcı ve düzenleyici hukuk kurallarının getirildiği anlaşılmaktadır.
Bir diğer bir ifade ile Kur’an’da mal ve mülkün gerçek sahibinin Allah, intifa hakkının ise insana ait olduğu[4], fakat bu hakkı insanın dilediği gibi kullanamayacağı [5]; ihtiyaç fazlası malı olan her mü’mine zekâtın farz kılındığı[6]; sadakanın ve karz-ı hasenin teşvik edildiği[7]; faizin yasaklandığı ve buna karşılık ticaretin ise serbest bırakıldığı[8] ifade edilmektedir. Bu nedenle İslâm’ın ilk yıllarında iktisadî konular, imânla alâkalı görülmediği için kelâmın; doğrudan ahlâkla ilgili görülmediği için de tasavvufun konuları arasına dâhil edilmemiş; en uygun bilim dalı olarak fıkhın konuları arasında yer almış, bu nedenle de ekonomik konulara bir hukukçu mantığı ile bakılmış ve çözümler aranmıştır. Hiç şüphesiz bunda, helâl ve haram kavramlarının rolü de çok büyük olmuştur. Çünkü iktisadî olayın en açık şekilde ifâde edildiği bir âyette, faizin haram, alış-verişin ise helâl olduğu açıklanmış;[9] devlet gelirlerinin bir kısmını teşkil eden ganimetlerin ise Allah ve Resûlü ile irtibatlandırılmıştır.[10]
Bununla birlikte bu konuda müstakil kitapların yazıldığı da bilinmektedir. Mesela İmam A’zam’ın talebesi İmam Ebû Yusuf’un, Harun Reşid için yazdığı “Kitâbu’l-Haraç” adlı eseri buna bir örnektir.[11] Bu ve benzeri eserlerin yanında tarihî ve siyasî mahiyette olan bazı eserlerde de iktisadî konularla ilgili bilgilerin yer aldığı da bilinen bir husustur. Bu konuda Hz. Osman döneminde Şam Valisi Muâviye ile Ebu Zer el-Gıfârî arasında yaşanan bir tartışma, ele alınan iktisadî konunun mahiyeti hakkında kısmen de olsa bize bir fikir vermektedir.
Ebu Zer,“Ey îmân edenler hahamlardan ve rahiplerden birçoğu insanların mallarını haksız yollardan yerler ve insanları Allah yolundan engeller. Altın ve gümüş yığıp da onları Allah yolunda harcamayanlara hemen acıklı azabı müjdele”[12] âyetini yorumlarken, bu âyetin hem Yahudileri, hem Hristiyanları hem de Müslümanları kapsadığını ifade eder. Muaviye ise bu görüşe karşı çıkarak söz konusu bu âyetin, Ehl-i Kitab’a ait olduğunu söyler. Tartışma uzayınca Muaviye, Ebû Zer’i zenginliğe karşı çıkmak ve halk arasında fesat çıkartmakla itham ederek Hz. Osman’a gönderir. Hz. Osman da onu hesaba çekerek “Ey Ebu Zer, mal Allah’ın malıdır, zenginin malıdır, demen gerekmez. Ben insanları mal kazanmaya teşvik ediyorum. Çalışmaya, iktisat etmeye çağırıyorum ve onları zâhidlikten menediyorum” [13] diyerek bu konudaki görüşünü ifade eder. O günden bugüne İslâm aleminde Ebû Zer, zühd anlayışının; Hz. Osman ise zenginlik taraftarlarının sembol kişisi olarak bilinir. Tefsir kitaplarında da iktisadî hayatın ibâdet ve ahlakla olan yönlerini açıklayan bilgiler mevcuttur. Özellikle zekât, sadaka ve ganimetlerle ilgili âyetler ele alınıp yorumlanırken bu konulara da temas edildiği; iktisadî hayatın ibâdet ve ahlakla olan yönlerini açıklayan bilgilere yer verildiği görülür
Ne zamanki kapitalist sitem, İslam ülkelerini ve toplumunu derinden etkilemeye başlamış, işte o zaman bunun farkında olan bazı bilim insanları ve düşünürler, iktisadî konulara yönelme ve mevcut sorunlara çözüm arama faaliyetlerine girişmişlerdir. Bu da iktisadî açıdan Kur’an’a yönelme faaliyetlerine yeni bir ivme kazandırmıştır. Dolayısıyla iktisadî açıdan Kur’ân’a yönelenler ve bu alanda eser yazanlar, yaşadıkları ülkenin siyasî ve ekonomik durumuna ve problemlerine göre bu iki sistemden birine meyletme ve bu iki sistemin ana ilkeleri ile İslâm’ı uzlaştırma anlayışları içinde olmuşlardır. Nitekim bazı Müslüman aydınlar, İslâm’la Liberalizmi uzlaştırma çabasına girerken; bazı aydınlar da İslâm’la Sosyalizmi uzlaştırma çabasında olmuşlar ve İslâm Sosyalizmi gibi adlarla eserler yazmışlardır. Liberal eğilimliler, ferdiyetçiliği ve ferdî teşebbüsü esas alırken, sosyalizm eğilimlileri ise devletçi anlayışı benimsemişlerdir. Mesela, Mustafa es-Sibâî bunlardan biridir ve İslam- sosyalizm ilişkisine dair yazdığı yazılar, belli çevrelerde ilgiyle karşılanmıştır. Kaddafi ise yazdığı “Yeşil Kitap” ta Marksizm ve kapitalizmi ret ederken İslam sosyalizmini savunmuş ve bunun da üçüncü bir yol olduğu görüşünü ileri sürmüştür. Ne var ki onun bu görüşleri, altı dolu ve sistematik olmadığı için sadece bir iddiadan ibaret kalmış ve etkisi de kısa süreli olmuştur. Ülkemizde de “Adil Düzen” ismiyle sunulan teori de benzer bir akıbete uğramaktan kendini kurtulamamış, zihinlerde sadece bir slogan olarak kalmıştır.
Neticede İslam adına üretilen bu teorilerden hiç biri, kapitalizm ve komünizme karşı bir “İslâm iktisat sistemi” oluşturamamış; iyi niyetli çabalardan öte bir anlam ifade edemeyen görüş ve düşünceler olarak zihinlerde yer almıştır. Dolayısıyla bugün ekonomisi, bilim, teknoloji ve değer üreten, bu nedenle de dünya ihracat sıralamasında ilk ona giren bir İslam ülkesi bulunmamaktadır. Bu nedenle bu ülkelerden hiç biri, bırakınız dünya ülkelerindeki yoksulluğa çare olmayı, kendi ülkelerindeki yoksulluğa bile yeterince çare olamamaktadır. Bunda da sadece az gelişmişliğin değil, aynı zamanda zengin Müslümanların gereği gibi zekat vermeyişlerinin de bir payı vardır. Nitekim ülkemizde 50 milyar dolar civarında zekat verme potansiyelinin bulunduğu, fakat bu potansiyelin yeterince kullanılmadığı/ kullanılamadığı yönünde verilen bir çalıştay bilgisi de bu durumu gözler önüne sermektedir.[14] Faizin ise başlı başına ciddî bir sorundur ve dağ başındaki çoban da bunun farkındadır. Bu sorunları çözmek için iktisatçıların elinde, inananların da onaylayabileceği bir formül yoktur. Buna rağmen bu sorunların çözümsüz kalmaması, mutlaka bir çözüm yolunun bulunması da gerekiyor. Bunun için de iktisadcı ve din adamı ayırımı yapılmadan bilim insanlarının bir araya gelerek söz konusu sorunlara çözüm aramalarının, gelecek için en azından bir umut ışığı olabileceğini düşünüyorum.
Prof. Dr. Celal Kırca
[1] Ebu’l A’la el-Mevdûdî, Usûlu’l-İktisâd, Beyne’l-İslâm ven’ Nuzûmi’l-Muâsıra, Arapçaya Ter. M. Asım el-Haddad, Lübnan 1967,20-57.
[2] Hans Frayer, İctimaî Nazariyeler Tarihi, Ter. Tâhir Çağatay, Ankara 1977, 78- 90; David Spitz, Antidemokratik Düşünce Şekilleri, Ter. Şiar Yalçın, İstanbul 1969, 44-68; Joseph A. Schum Peters, Kapitalizm, Sosyalizm ve Demokrasi, Ter. Rasim Tınaz, İstanbul 1967, 16-120; Cihan Dura, Bilgi Toplumu, Ankara 1990, 4-39.
[3] Bakara 2/83; Tevbe,9/5.
[4] Mâide, 5/17; Hûd, 11/61; Fâtır 35/39; Bakara 2/247; Nûr, 24/33, Nisâ, 4/2.
[5] Mâide 5/18; Bakara, 2/17; A’raf 7/31; Tâhâ, 20/81; Furkân 25/67; İsrâ, 17/29.
[6] Bakara, 2/83.
[7] Bakara, 2/3, 177-195.
[8] Nisâ, 4/29; Bakara 2/275, 278, 279.
[9] Bakara, 2/275.
[10] Enfal, 8/1-41.
[11] Ebû Yusuf, Kitâbu’l-Haraç, Kahire 1396. 3-255, bu eser, Ali Özek tarafından tercüme edilerek İstanbul 1970’de İ.Ü. İktisat Fakültesi tarafından neşredilmiştir.
[12]Tevbe,9/34.
[13] Ahmet Akbulut, Sahabe Devri Siyasî Hadiselerinin Kelamî Problemlere Etkileri, İstanbul 1992, S. 172-173. (Bu makale, Celal Kırca, Kur’an’a Yönelişeler, Ankara 2021, s.255-263’den özetlenmiştir.)
[14] Mynet.com 23 Aralık 2018.(finans mynet.com)