Oryantalizm genellikle “Doğuculuk”, daha açık bir ifadeyle Batılıların Doğu hakkında yaptıkları araştırma-inceleme faaliyetleri toplamına denmektedir.
Yıl 1529…
Osmanlı Ordusu Viyana kapılarına dayanmıştır. O dönemde Hıristiyanlar, daha doğrusu Kilise hamaset duygusu içerisinde “Tanrı’nın Türklerle kendilerini imtihan ettiğine” dair fetvalar vermek suretiyle “tribünlere oynamıştır”. Oysa tüm hata ve başarısızlığın nedeni Kilise’nin kendisinden başkası değildi.
Ancak bu şekilde halkın duygularına hitap etmek, dolayısıyla da aklı ve bilimi arka plana itmek suretiyle sloganlar üzerine bir dünya görüşü oluşturmak ne Kilise ne de Batı için hiçbir olumlu sonuç getirmemiştir. Zira aradan 150 yıl geçmesine karşın Osmanlı İmparatorluğu Avrupa’nın tek hakimi olduğunu bir kez daha Viyana kapılarına dayanmakla ispat etmiştir.
Yıl 1683…
Osmanlı orduları bir kez daha Viyana’yı kuşatmıştır. Her ne kadar 1529 yılının aksine Viyana önlerinde yenilmiş olmasına karşın, Osmanlı İmparatorluğu Batı için o dönemlerde hala Avrupa’nın bir numaralı aktörü konumundadır. Çünkü Osmanlı ordularının Viyana önlerinde yenildiği günlerde Viyana’daki asilzade ve aristokratların evlerinde kullandıkları eşyaların büyük çoğunluğu Osmanlı ürünüydü.
Bununla birlikte Batı sürekli olarak mevzi kazanırken Osmanlı Devleti Batı karşısında mevzi kaybeden pozisyonunda olmuştur.
Batıdaki Bu Değişimin Nedeni?…
İşte bu soruya cevap vermek için oryantalizmin tarihsel süreç içerisinde Batıda geçirmiş olduğu değişime bakmak yeterli olacaktır. Çok kısa ve öz anlatmak gerekirse, bu değişimde en önemli etken, oryantalizm çalışmalarının Kilisenin tekelinden çıkmasıydı.
Zira Kilise’nin tekelindeki Doğuya ilişkin çalışmalar tamamen din adamları tarafından yapılıyor, dolayısıyla Doğu karşısındaki yenilgi ve başarısızlıklar daima yukarıda da açıkladığımız üzere dini sloganlar ya da hamaset duyguları üzerine temellendiriliyordu. Bu arada dikkatle incelendiğinde günümüzde Müslümanların da benzer şekilde, yani din ve hamaset duyguları üzerinden Batıya karşı mücadele ettiğinin altını çizmek gerekir.
Oysa oryantalizm çalışmaları Kilise’nin dışında tamamen farklı bir boyut üzerinden yapılmaya başlanmıştır. Bu da başarısızlık ve sorunların tespiti, teşhisi ve tedavisine yönelik bilimsel birikimin devreye alınmasından başka bir şey değildi. Bilimsel birikimin siyaset yapmaya yönelik bir strateji üretmesi için Doğuya ilişkin materyal toplamaya, başka bir ifadeyle Osmanlı Devleti’ni tanımaya ihtiyaç duyulmaktaydı.
Bu arada şunu hatırlatmak gerekir ki, oryantalizm çalışmalarının Kilisenin tekelinden çıkması bir anlamda İslam açısından olumlu bir gelişmeye de kapı açmıştı. Bu da özellikle bir takım Batılı filozofların İslam’ın akıl ve bilim dostu bir din olduğunun farkına varmalarıydı. Bunun bireysel düzeyde ve boyutta İslam’a ve Müslümanlara hayranlıkla bakan bir takım Batılı aydınlanmacı filozoflarla sınırlı kaldığını da söylemek gerekir.
Oryantalizm çalışmaları Kilisenin tekelinden çıkmıştı ancak, diğer yanda özellikle Batının Müslüman ülkelerine yönelik sömürgecilik faaliyetlerinin bir sonucu olarak siyasetin çok daha fazla kontrolünde olduğu tespit edilmektedir. İşte buna da “uygulamalı oryantalizm”[1] adı verilmekteydi.
Siyasal/Uygulamalı Oryantalizm…
Bu tür oryantalizm anlayışının temelinde, İslam üzerine yapılan araştırmaların sömürü politikaları için malzemeler olarak kullanılması yatmaktaydı.
Bu malzemeyi toplama görevi de Batı üniversitelerinde Doğuya ilişkin kurulan kürsüler/Anabilim Dallarında istihdam edilen araştırmacı ve akademisyenlere tevdi edilmişti. Bunun için de Avrupalı araştırmacıların/müsteşriklerin iyi bir Doğu dilleri bilgisine ihtiyacı vardı.
Bunun teminine yönelik olarak ta Batı üniversitelerinde sözü edilen Doğu Dilleri kürsüleri kurulmuş ve burada öğrenciler yetiştirilmeye başlanmıştı. Bu öğrenciler eğitimlerini tamamladıktan sonra sömürülen Müslüman ülkelerine gitmekte ve bulundukları bölgelerde sömürü idarelerinde çalışmaktaydılar. Yani İslam üzerine araştırma yapanlar/müsteşrikler bir anlamda Batılı ülkelerin politik amaçlarına hizmet etmekteydiler. Buna Kilise de sürekli olarak destek vermekteydi.
Batı bu çalışmalarda o kadar ileri gitmiştir ki örneğin Giambattista Toderini (1728-1799) İstanbul’da Venedik elçisi olarak bulunduğu süre içerisinde (takriben beş yıl) İstanbul’daki kütüphanelerde mevcut kitaplar, Osmanlı medrese eğitim sitemi ve orada öğretilen ilimler hakkında oldukça detaylı bilgileri içeren “Türklerin Literatürü” başlıklı bir kitabı 1787 yılında Venedik’te yayınlayabilmiştir. Bu kitap yayınlandıktan sonra o kadar ilgi görmüştü ki, üç yıl sonra 1790 yılında Almanca’ya tercüme edilmiştir.[2]
Oksidentalizm’e Yönümüzü Çevirdiğimizde…
Oksidentalizm daha ziyade “Batıcılık”, yani Doğuluların/Müslümanların Batı hakkında yaptıkları araştırma-inceleme faaliyetleri olarak tanımlanmaktadır.
Batı her türlü araçlarla bizim kültürümüz, örfümüz, geleneklerimiz hakkında araştırmalar yaparken, Müslüman Doğu Batıyı tanımak için onun kadar istekli mi?
Oksidentalizm/Batı üzerine yapılan çalışmalar her ne kadar az sayıdaki Müslüman araştırmacılar tarafından yapılsa da, bunların, Müslüman ülkelerdeki mevcut duruma baktığımızda oryantalizm çalışmalarıyla mücadele etmede oldukça yetersiz olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Batıya ilişkin çalışmaların kanaatimizce başarılı olması, Din-Siyaset-Üniversite işbirliğine bağlıdır.
İşin Din boyutunda İlahiyat fakülteleri en büyük paya sahiptir. Bu bakımdan bu fakültelerde din hizmetleri için en kaliteli din eğitiminin verilmesinin yanında öğrencilerin Oksidentalizm yani Müslümanların Batıya ilişkin çalışmalarına katkı sağlamaları hedeflenmelidir.
Bu noktada şu soruyu yöneltmek istiyoruz:
Mevcut öğretim müfredatıyla İlahiyat fakülteleri bu katkıyı verebilecek konumda mı?
Bundan daha da önemlisi İlahiyat fakülteleri öğrencileri ve öğretim üyeleri din hizmetleri dışında da yukarıda anlattığımız hususlarda katkı sunmaya hazır ve istekli mi?
Bu soruya vereceğimiz olumlu cevaplar, kanaatimizce Batı karşısında yeniden ayağa kalkacağımız ve geleceğimizi güvence altına alacağımız anlamına gelmektedir.
Gelişen Olaylara İslami Bakışın Adresi