Osmanlı tarihinde yer alan 36 padişahtan ilk 10’unun bireysel ve toplumsal nedenlerine ilişkin bir düşünce yazısı
Osmanlı tarihinde yer alan 36 padişahtan ilk 10’unun dönemi de kendi kişilik ve becerileri de, bir Müslüman topluluk olarak güçleri de açıkça kendilerinden sonra gelen 26 padişahın her birinden tek tek daha üstündü. Bunun nedenlerini düşünmeden tarihi ve bugünümüzü anlayamayız.
Prof. Dr. Kutluk Özgüven
اَلَّذ۪ينَ يَأْكُلُونَ الرِّبٰوا لَا يَقُومُونَ اِلَّا كَمَا يَقُومُ الَّذ۪ي يَتَخَبَّطُهُ الشَّيْطَانُ مِنَ الْمَسِّۜ ذٰلِكَ بِاَنَّهُمْ قَالُٓوا اِنَّمَا الْبَيْعُ مِثْلُ الرِّبٰواۢ وَاَحَلَّ اللّٰهُ الْبَيْعَ وَحَرَّمَ الرِّبٰواۜ فَمَنْ جَٓاءَهُ مَوْعِظَةٌ مِنْ رَبِّه۪ فَانْتَهٰى فَلَهُ مَا سَلَفَۜ وَاَمْرُهُٓ اِلَى اللّٰهِۜ وَمَنْ عَادَ فَاُو۬لٰٓئِكَ اَصْحَابُ النَّارِۚ هُمْ ف۪يهَا خَالِدُونَ
Faiz yiyenler, şeytan çarpmış kimselerin cinnet nöbetinden kalktığı gibi kalkarlar. Bu hal onların «Alım-satım tıpkı faiz gibidir» demeleri yüzündendir. Halbuki Allah, alım-satımı helâl, faizi haram kılmıştır. Bundan sonra kime Rabbinden bir öğüt gelir de faizden vazgeçerse, geçmişte olan kendisinindir ve artık onun işi Allah’a kalmıştır. Kim tekrar faize dönerse, işte onlar cehennemliktir, orada devamlı kalırlar. (Bakara 275)
Osmanlı tarihinde 36 padişah sayılır. Kimi bu sayıyı iki kez padişah olan Sultan Murad veya Sultan Mustafa’yla, kimi Ertuğrul Gazi ya da Halife Abdülmecid’i de katarak, kimi de Fetret Devri’nden Süleyman ve Musa Çelebileri katarak bu sayıyı daha da yükseltir. Ancak herkesin üzerinde uzlaştığı konu, kesintisiz ilk 10 padişahın diğer 26 padişaha göre olağanüstü derecede üstün gelmesidir. Kuruluş ve Yükseliş denen dönemlerdeki arka arkaya bu 10 padişahın çok farklı olduğu doğru mudur? Tarih kişilikler üzerinde mi yükselir? Aşağıda bazıları bildik, bazıları daha az bilinen yönlerden bu 10 kişiyi ele alacağız.
Baktığımız zaman Osman Bey, bağımsızlık riskini almış, bir ilçe büyüklüğündeki araziden pek çok il büyüklüğüne ulaşarak, gazilik kültürü üzerinde Anadolu’da sonradan gelen ve üstten bakılan kendi aşiretini diğer beyliklerle eşit hale getirmiştir. Bu olağanüstü bir başarıdır.
Orhan Bey, babasının kurduğu il büyüklüğündeki bölgeleri sadece büyütmemiş aynı zamanda ilk kez büyük şehirlerde yerleşim sağlamış, kentli Osmanlı’nın başlangıcını yağmıştır. Dahası Avrupa kıtasına ilerlemiş, kendi üzerine gelen ilk kez bir büyük Hristiyan ordusu olan Sırp güçlerini yenerek artık dikkate alınan bir devlet oluşturmuş, Bursa’da da devletin kültürel temellerini atmıştır. Olağanüstü bir sıçramadır.
Sultan Murad Hüdavendigar, neredeyse Osmanlı devletinin kurucusudur desek yanlış olmaz. Biz onu askeri başarılarıyla öne çıkarsak da sosyal ve devletleşme başarısı bundan da öndedir. Yeniçeri sistemini kurmuştur. Edirne’de yerleşik bir devlet geleneği başlatmıştır. Ekonomik altyapıyı kurmuş, sosyal refah sistemini, farklı hukuk sistemlerinin bir arada çalışmasının temelini kurmuştur. Onun zamanında birleşik Sırp-Boşnak Balkan orduları yenilgiye uğramış ve Balkanlar kesin olarak Müslüman denetimine girmiştir. İnanılmaz bir gelişme sağlamıştır.
Sultan Yıldırım Bayezit, tarihin gördüğü en büyük komutanlarından biri değil aynı zamanda savaş stratejisinin yeniden yazılmasına, nerdeyse 800 yıllık Franklardan gelen Fransız şövalyelik konseptini Niğbolu zaferinde birleşik Avrupa ordusunu yenip sona erdirerek Avrupa siyasi siteminin değişmesine yol açan bir askeri düşünürdür de. İngilizler onun bu zaferin inceleyip Agincourt’ta şövalye ve asalet yapısını değiştirmiştir. Onun döneminde Avrupa da Anadolu da İran’a kadar uzanan biçimde devletin denetimi altına girmiştir. Fetret döneminde dahi yeni alınan bu topraklar elden çıkmadıysa onun ve babasının akıllı yöntemleri vardır. Ankara’da yenilmese muhtemelen o dönemde zayıf olan ve vebadan yeni çıkmış Avrupa’yı ele geçirebilirdi. Emsalsiz bir stratejik dehadır.
Mehmed Çelebi’nin devleti toparlaması konu uzmanları dışında hak ettiği değeri bulamamaktadır. Üç kardeşinin de egemenliklerini ilan etmeleri, kendisinin en dezavantajlılardan olmasına, Osmanlı’nın dağılmasının Balkanlarda da Anadolu’da da fırsat bilinerek devletin sona erdiğinin ilanına rağmen, akıllı diplomatik ilişkiler, sözler, anlaşmalar, karmaşık taktiklerle, sona ermiş bir devleti yeniden kurmuştur. Belki Osmanlıların gerçek kurucusu odur denebilir. O denli önemlidir başarısı.
Sultan Murad Gazi, yalnızca babasının yeniden kurmuş olduğu devleti ihya etmemiş, Niğbolu zaferinin Yıldırım’ın kişisel becerilerine dayalı bir seferlik başarısı olduğunu düşünen Haçlı ordularını, artık oturmaya başlayan Osmanlı Yeniçeri ve Sipahi rejimlerine dayanarak, sosyal düzende de halkın desteğini alarak yeniden yenilgiye uğratmıştır. Yönetimi altında Müslümanlar küçük bir azınlık olmasına rağmen devleti her yönüyle artık geri dönülmez konuma getiren odur.
Fatih Sultan Mehmed’i anlatmaya kuşkusuz gerek yok. Onun başarısı sadece İstanbul’u alması ve Balkanların, Romanya’nın, Karadeniz’in tamamen Müslüman denetimine girmesi değildir, aynı zamanda Roma İmparatorluğu, Müslüman dini sistemi ve Türk geleneklerini bir arada çalıştırabilen bir yasal idari sistem oluşturmuş olmasıdır. Döneminde kendisine karşı çıkanlar arasında Konstantin Paleologos, Hunyadi Yanoş, Drakula, İskender Bey gibi her biri kendi ülkesinin efsanevi kahraman ve askeri dehaları olarak anılan dört kişinin bulunduğunu unutmayalım. Buna son Oğuz beyi Uzun Hasan’ı, rönesansın kurucusu denen Borgia’ları, hala daha hem de BM üyesi olarak devam eden Sen Jan şövalyelerini de katabileceğimizi düşünürsek, Fatih çok büyük bir başarı sağlamıştır. Ancak en önemli başarısını onun Anadolu’daki Oğuz Türkü kökenli aileler üzerinde nihai hakimiyetidir.
Sultan Bayezid-ı Veli, belki tarihte en az kıymeti bilinen bir özel kişidir. Nedense tarihi sadece savaşlar, onları da skor olarak değerlendiren tarihçiler, Bayezid’in savaşmamasına bakarak, devleti zayıflattığını zannetmektedirler. Oysa Bayezid, Fatih zamanında çok hızlı genişleyen ve denetimi zorlaşan bir dev imparatorluk haline gelen devleti, idari olarak, sosyal düzen olarak, mali olarak ve aynı zamanda askeri olarak muazzam bir konuma getirmiştir. Onun imandan gelen bilgeliği, tek bir kurşun atmadan gücünü artırabilmesidir. Bir noktada artık sona ereceği açık olan genişlemeye dayalı olan sipahi sistemini yeni bir modele çevirmesi oğlunun tam zıt yöndeki yaklaşımı sonucu mümkün olmasa da Fatih’ten sonra gelen uzun süreli döneminde bilimde, sanatta, ekonomide, teknolojide, kültürde, diplomaside, Müslümanlaşmada olağanüstü gelişmeler yaşanmıştır.
Yavuz Sultan Selim, babasının kurduğu altyapıyı harekete geçirerek ve kendi dehasının da sonucu, Büyük İskender’in fütuhatıyla yarışır düzeyde bir toprak genişlemesi sağlamış, askeri stratejide önemli gelişmeler kaydetmiş, tarihte ilk kez büyük topların muhasaralar dışında açık arazide ve hareket halinde de kullanılabileceğini, 2. Dünya savaşına kadar cephenin hakimi tüfekli piyadenin önemini göstermiştir. Kısa sürede Orta Doğu’yu, Moğolların dahi alamadığı Mısır’ı devlete katmıştır. Sultan Selim-i Evvel’in kuşkusuz bu büyük askeri başarılarının Müslümanlarla savaşlara dayanması, Anadolu’daki hala tarımsallaşmamış Orta Asya kültürüne bağlı Oğuzlarda yaralar açması, yüzyıllarca süren, hala devam eden yaralara da yol açmıştır. Ama askeri dehası ve yönetimdeki gücü ancak Yıldırım’la karşılaştırılabilir.
Kuşkusuz Kanuni Sultan Süleyman dönemi, herkesçe bilinen Osmanlı’nın en üst noktalarından biridir. Kuzey Afrika ülkeleri ve Avrupa’da ilerlemesi çok önemlidir. Belki az bilinen Kanuni’nin temel stratejik hedeflerinin çoğunu elde edememesidir. Hemen hepsi denizlere çıkmak ve belki Amerika’ya ulaşmak yönelimli olan bu sonuçsuz çabaları Atlas Okyanusu’na Fas’tan çıkmak, Babürlülerin Hindistanıyla İran üzerinden birleşip Hint Okyanusu’na hakim olmak, Kızıl Deniz üzerinden Hint Okyanusu’na hakim olmak ve Portekiz’i atmak, Viyana ve ardından Orta ve Batı Avrupa’yı ele geçirerek Atlas Okyanusuna çıkmak gibi büyük ve iddialı stratejik hedefler gerçekleşmemiş. Ancak gerçekleştirdikleri, onu tarihin büyük komutanları ve en önemli devlet adamlarını üst sıralarına koymak için yeterlidir. Dahası, Osmanlı tarihi onu Kanuni, yani ülkeyi yasal yolla yönetilir hale getiren kişi olarak tanımlamaktadır. Devletin ondan sonra 350 yıl, 15 nesil daha devam etmesi bu idari yaklaşımı sayesindedir.
Bakıldığı zaman ilk 10 padişahın başarıları diğer 26’da görülmemektedir. Son dönemde Abdülhamid Han’ın çabaları, Sultan Üçüncü Selim’in çabaları, Sultan Dördüncü Murad’ın devleti güçlendirmesi gibi önde gelen isimler olsa bile, hiçbiri gerek kişilik olarak gerek kendine güven olarak gerek yaptıkları sıçramalarla il 10 gibi değildir.
Araka arkaya 10 kişinin onları izleyen 26 kişiden üstün olması rastlantı olamaz. Önceki zamanı sonraki zamana üstün kılan bir etmen olmalıdır? Bu etmen düşünmeyi, yaşamayı, sevmeyi, risk almayı, fedakarlığı, akıl kullanmayı etkileyen bir etmen olmalıdır. Bu da yalnız ve yalnız dini anlayış olabilir.
İlk 10 ve sonraki 26’nın hemen hepsinin dindar olduğunu biliyoruz. Hatta hepsi o zamanlar neredeyse tüm önde gelen kişilerin olduğu gibi bir tarikata mensuptu. Hepsi dini vecibelerini yerine getirirdi. Hepsi din adamlarıyla istişare eder onları el üstünde tutardı.
O zaman dini hangi farklılık oluştu? 16. Yüzyılda, 1500’lü yıllarda ne oldu da eskiden daha samimi ve insani özellikleri yüksek padişahların üzerine bir ağırlık çöktü, yerlerine bağladı, onları ilk 10’un süper yetenekleri yerine sıradanlaştırdı?
Dini anlayış ve akademik yaklaşım farkı
Bu, Yavuz döneminden itibaren özellikle de Kanuni döneminde Orta Doğu’dan Mısır, Suriye ve Irak’tan gelen din bilginlerinin düşünceyi karmaşıklaştıran, hareket etmeyi zorlaştıran yaklaşımları mıydı? Süleyman Han son sufi gaziydi. Karmaşıklaşmış, üzerine ağırlıklar yüklenmiş, Allah’ın Kurandakine ters bir dini anlayışla dünya egemen olunamaz, olunsa da Batılıların müracaat ettikleri Şeytani yollarla olur. Acaba muharip gazilik ve Hristiyanlarla hem uyum içinde hem de yarışma içinde bir düzenden habersiz, kendi akademik dünyalarında uyuşup kalmış Mısırlı, Suriyel, Iraklı din adamlarının başlattığı karmaşıklaştırma mıydı bunun nedeni?
Faizin helalleştirilmesi farkı
Yoksa bu yukarıdaki yaklaşımın en önde gelen kişisi Şeyhülislam Ebussuud Efendi’nin Osmanlı’nın Bayezid-ı Veli döneminde yaygınlaşan vakıf sistemini kullanarak arka kapıdan, çok sonradan 20. Yüzyılda yapıldığına benzer şekilde faizi pratikte arka kapıdan sokması mıydı? Faiz Kuran’da Allah’a ve Resulüne savaş açmak olarak nitelenen, en büyük toplumsal suçtur ve günümüzde de devam etmektedir. Bu, Kanuni döneminde başlamış, toplum düzenini yavaş yavaş değiştirmiştir. Böylesi bir haramın zekice akademik argümanlarla kabul ettirilmesini, adına katılım bankacılığı denen ama pratikte faizden bir farkı olmayan, hatta faizci dünya bankacılık sisteminin teşvik edip bunu yayması için Malezya’da üniversite kurduklarını yüzyıllar sonra yeniden, hem de İhvan-ı Müslimin kökenli alimlerin kullanılmasıyla gördük. Onlar adam mıydı, bunu meşrulaştırmak için kullanıldılar ve sonra çöpe mi atıldılar, bilemiyoruz. Faiz dokunan yerde bereket olmaz, gelecek olmaz. Bu muydu nedeni?
Ya da belki biz hayal görüyoruz. Ne ilk 10 padişah sonraki 26’dan iyiydi, ne Osmanlı devleti başta daha hızlı gelişirken en sonunda bir avuç maceracı İttihatçı gence, Balkanlardaki korucu niteliğinde ordusu olan aşiret devletlerine yenik düştü. Belki Ebussuud Efendinin faizi arka kapıdan getirmesi, Osmanlı’nın doğa bilimini de içeren akıllı akademik yapısının şerhin şerhinin şerhi akademisyenliğine dönüşmesi hiç olmadı. Bunu düşünmek, iyice ağırlaşmış, şişmanlamış, gevşemiş zihniyetler için düşünce suçu. Yüzbinlerce imam hatiplinin, on binlerce ilahiyat fakültelinin, binlerce akademisyenin fikir üretemediği, bir hayal.
Ama belki de bunların biri ya da hepsi doğru.
Öyleyse biz de yok olmadan bugün için ne sonuçlar çıkarmalıyız?