İman, varlığı itibariyle güvene dayalı derunî bir eylemin adıdır. Dolayısıyla da onda zorlama olmaz, zorlama ile inanan kişi ise“ mümin” değil, “münafık” olur. Bu nedenledir ki Kur’an, “İsteyen inansın, isteyen inanamasın” [1]der. İmanda önemli olan inanılan şeyin/objenin ne olduğudur; zira insan, her şeye inanma potansiyeline sahiptir ve inandığı şeyin de kulu olur. Bu nedenle Kur’an, insandan “tenzile” inanmasını ve bu sayede sadece Allah’a kul olmasını ister. “Tenzile iman” ın mefhum-u muhalifinden ise Kur’an dışında hiçbir şeyin dinî anlamda iman objesi olamayacağı; daha açık bir ifade ile Kur’an haricindeki kitapların veya benzeri şeylerin iman objesi değil, sadece bilgi objesi olabileceği anlaşılır.
İman, “güven içinde bulunmak, korkusuz olmak” anlamındaki emn (emân) kökünden türetilen bir kelimedir ve “emniyet ve güven duymak, güven vermek, korkudan uzak, sakin ve âsude olmak”[2] anlamlarına gelmektedir. “O, onları açlıktan kurtarıp doyurmuş ve her türlü korkudan emin kılmıştır”[3] ayeti, bu anlamı ifade eder. Dolayısıyla iman, “güven duyarak inanmak” demektir. Bu inanca sahip bulunan kimseye mü’min, inancının gereğini tam bir teslimiyetle yerine getiren kişiye de müslim denilmektedir.[4]
İman, Kur’an’da kavram olarak yer alsa da, terim olarak yer almaz. Dolayısıyla da imanın tanımı, terimsel anlamı üzerinden değil, iman edilecek nesneler/objeler üzerinden yapılır. “Peygamber Rabbinden kendisine indirilene/ tenzile iman etti, mü’minler de iman etti ”[5] ayeti ile “Onlar gayba, kitaplara ve ahirete inanırlar”[6] ayeti, bu olguyu ifade eder. Kur’an’da ayrıca “ tenzile” ve “ gayba” yapılan bu atıfların haricinde imanın artışından da söz edilir. “Müminler ancak o kimselerdir ki, Allah zikredildiği zaman kalpleri titrer, kendilerine Allah’ın âyetleri okunduğunda bu onların imanını arttırır” [7] ayeti ile “ Ne zaman bir sûre indirilse, münafıklardan bazıları alaylı bir tavırla, ‘Şimdi bu sure hanginizin imanını artırdı?’ diyerek şüphe uyandırmak isterler. Müminlerin ise imanları artar ve ( bir sûre geldi diye) sevinerek birbirlerini müjdelerler”[8] ayeti, imanda bir artışın olduğunu/olabileceğini açıklar.
Hz. Peygamber’in de iman konularını “Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, kadere , hayrına ve şerrine iman”[9] olarak açıkladığı görülür. Bir diğer hadisinde ise iman konularını, “Allah’tan başka ilah olmadığına, Muhammed’in Allah’ın kulu ve elçisi olduğuna şehadet etmek, namaz kılmak, zekat vermek. Ramazan orucu tutmak, harpte elde edilen ganimetten beşte birini ödemek”[10] olarak zikreder. Ona göre “İman, yetmiş küsur şubeye ayrılır. En üst derecesi lâilâhe illallah sözü, en alt derecesi ise yolda insanlara eziyet veren bir şeyi alıp kenara koymaktır. Haya da imandan bir şubedir.” [11] Bu ifadelerden Hz. Peygamber’in de “tenzil” i tebyin ederek iman edilecek şeyleri/objeleri açıkladığını anlıyoruz. Amentüde ise inanma ile birlikte şahitlik de yer alır. Dolayısıyla şahitlik, imanı ifade etmede önemli bir fonksiyona sahiptir.
Ne var ki tenzil döneminde olmayan, ya da yapılmayan imanın terimsel tanımı, çeşitli sosyal ve siyasi sâiklerle tenzil sonrası dönemlerde farklı guruplara ve mezheplere mensup alimler tarafından yapılmıştır. Nitekim, kimi mezhep mensubu alime göre göre iman, “kalp ile tasdik”; kimine göre “dil ile ikrar”; kimine göre “ kalp ile tasdik dil ile ikrar”, kimine göre de “ kalp ile tasdik, dil ile ikrara ve uzuvlarla amel” dir. Dolayısıyla da inanmaya “tasdik etmek” anlamı verilmiştir. Bilindiği gibi tasdik, doğrulamak, bir sözün doğruluğunu onaylamak demektir.
Bu tanımlamalara göre “Hâricî, Mu‘tezilî ve Şiî alimler, ameli imandan bir cüz kabul ederler. Hâricîler büyük günah işleyen ve ilâhî emirlerden birini terk edenin kâfir olduğunu, Mu‘tezile ve Şîa alimleri ise büyük günah işleyenin imandan çıkmakla birlikte küfre girmeyip ikisi arasında bir yerde (el-menzile beyne’l-menzileteyn) bulunduğunu, işlediği günahtan dolayı tövbe etmeden öldüğü takdirde ebedî olarak cehennemde kalacağını söylerler.
Sünnî alimlere göre ise Kur’ân-ı Kerîm’de ‘iman edenler ve sâlih amel işleyenler’ diye sıkça tekrarlanan âyetler, imanla amel arasında sıkı bir ilişkinin mevcudiyetini gösterir. Zira bu ilişkinin atıf edatıyla kurulması, iki tarafın da birbirinden ayrı olduğunu, dolayısıyla iman ile amelin aynı şey olmadığı ifade eder. Nitekim İmam Mâtürîdî, ‘ey iman edenler’ hitabıyla başlayan ayetlerde (Nisâ 4/59[12]; Tevbe 9/38[13]; Hadîd 57/28[14]), amel bakımından eksiklik içinde olan müminlerin uyarıldığına ve amellerinin eksikliğine rağmen onlardan mümin diye bahsedildiğine dikkat çeker. Her amelin herkese farz olmayışı, yolculukta namazın kısaltılması, orucun kazâya bırakılabilmesi de amelin imandan ayrı bir unsur olduğunun delilleri arasında zikredilir”.[15] Buna “Müminlerden iki topluluk bir birleriyle savaşırlarsa, aralarını düzeltip onları barıştırın” [16] ayetini de ilave edebiliriz. Zira bu ayette de birbirlerini katleden mümin iki gruptan söz edilmekte ve bunlar mümin olarak isimlendirilmektedir.
Daha açık bir ifade ile “iman ile amel birbirinden ayrı iki şeydir; yani, iman bir keyfiyettir, amel ise kemiyettir. Böyle olunca imanda zayıflık, kuvvetlilik; amelde ise, azlık çokluk söz konusudur. Bununla beraber Ehl-i Sünnete göre amelleri yerine getirmek, şüphe ve tereddütten uzak kuvvetli bir imanın parçası değil, bir neticesidir. Böyle bir imana sahip olan kişi bunun neticesi olarak da Yüce Allah’ın emrettiği şeyleri yerine getirip yasak ettiği şeylerden uzak duracaktır; fakat herhangi bir sebeple bunları ihmal ederse, imandan çıkmaz, ancak günahkar bir mü’min”[17] olur.
Ayetlerde zikredilen imanın artması ise imanın varlığı veya yokluğu ile ilgili değil, var olan imanın, müminin ahlak, ibadet ve salih amellerine yaptığı olumlu etki, katkı ve duygu yoğunluğu ile alakalıdır. Bir başka ifade ile imanın aratması, okuduğu veya dinlediği Kur’an’ın, müminin “gönül tellerini titretmesi”; içselleştirdiği Kur’anî kavramların ve bilgilerin ona sorumluluklarını hatırlatması; tutum ve davranışlarında iman, ahlak ve ibadet bütünlüğünü sağlatacak bir azim ve irade kazandırması demektir.
Prof. Dr. Celal Kırca
[1] Kehf,18/29
[2]İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab, Beyrut, 1994, XIII/ 21; Âsım Efendi, Kamus Tercemesi, İstanbul 1231, I/675.
[3] Kureyş, 106/4.
[4] Mustafa Sinanoğlu , İman, TDV İslam Ansiklopedisi, İstanbul 2000, 22/212.
[5] Bakara,2/285.
[6] Bakara,2/3-4.
[7] Enfal,8/2
[8] Tevbe,9/124
[9] Müslim, İman, 1.
[10] Buharî, İman 40.
[11] Buharî, İman 2.
[12] “Ey iman edenler! Allah’a, Peygambere ve sizin inancınızdan olan yöneticilerinize itaat edin. Her hangi bir meselede ihtilafa düştüğünüzde Konuyu Allah’a ve Peygambere götürün.”
[13] Ey iman edenler! Ne oluyor size! ‘Allah yolunda seferber olun’ emri verildiği halde (kaya gibi) yere çakılıp kaldınız. Yoksa dünya hayatını ahiret hayatına tercih mi ediyorsunuz? Bilin ki , dünya hayatının geçici güzellikleri, ahiret hayatının yanında çok basit kalır”
[14] “ Ey iman edenler ! Allah’tan korkun ve sorumluluğunuzun bilincinde olun”
[15] Sinanoğlu, İman, 22/213.
[16] Hucurat,49/9.
[17] Cihat Tunç, Yüce Allah’a İman ve Bunun Önemi, Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 1985, sayı: 2, s. 4