Dün olduğu gibi bugün de sıkıntılara ve çalkantılara maruz kalan sosyal yapımız ve sosyal hayatımız, bütün olumsuzluklara rağmen yıkılmadan ayakta durabiliyorsa, bunu -büyük – ölçüde- insanı iyiliğe sevk eden İslam’ın, “infak” anlayışına borçludur. Çünkü infak, insanı iyiliğe götüren yolun adıdır.
Prof. Dr. Celal Kırca
Her insan, güler yüz ve tatlı dilden, iltifattan ve kendisi için yapılan maddî ve manevî yardımlardan ve fedakârlıklardan az veya çok etkilenir ve memnun kalır. Bu davranışlar kendisine değer verildiğini veya kendisine düşmanca bir tavır takınılmadığını gösterir. Bunun için İslam dini, bir yandan zekat, sadaka, infak, ihsan ve karz-ı hasen/ödünç verme kavramlarıyla Müslümanları, fedakârlığa ve yardıma teşvik ederken; diğer yandan inanmayan insanlara da zekat verilmesini zekat verilecek kişiler arasında sayarak onların da kalplerinin İslam’a ısındırılmasını ister.[i] Bu nedenledir ki Allah Tela, “ Gerçek şudur ki insan, helû/ sabırsız, hırslı/bencil yaratılmıştır. Başına bir bela gelince feryat eder. Bir nimete kavuşunca da cimrilik eder. Ancak namaz kılanlar böyle değildir. Onlar namazlarını devamlı kılarlar, mallarından belli bir hak/ pay ayırırlar, isteyebilen ve isteyemeyen yoksullara verirler”[ii] buyurarak, varlıklı kişilerin mallarında yoksulların da hakkı bulunduğunu ve bu hakkın onlara verilmesi gerektiğini açıklar. Bu ayet, namazdan sonra zekat başta olmak üzere infakın kulluk görevleri arasında önemli bir yerinin olduğunu gösteriyor. Allah Tealâ bununla da yetinmiyor, Müslümanların iyilikte ve takvada yarışmalarını da istiyor.[iii]
Yardımlaşma ve fedakârlık, sadece maddî şeylerle sınırlı kalmıyor, aynı zamanda manevî şeylerle de oluyor. Bu nedenle insanlara bilgisiyle, becerisiyle, aklıyla ve fedakârlığı ile yardım etmek, İslam’ın temel kurallarından biri olarak da yer alıyor. Bu nedenledir ki Allah Teâlâ, cenneti Müslümanlara malları ve canları mukabilinde vereceğini vaat ediyor.[iv] Dolayısıyla Cennetin maddî ve manevî fedakârlıkların ve yardımların neticesinde elde edilebilecek bir mekân olduğu anlaşılıyor. Kısaca Cennet’in hak edilmesi gerekiyor.[v]
İşin özüne bakılırsa, fedakârlık ve yardımlaşmada çift yönlü bir menfaat söz konusudur. Vermenin, yardımlaşmanın ve fedakârlığın faydası sadece alana değil, aynı zamanda verene de dir. Bu bir anlamda hayat kurtarmak için kan vermeye benzer. Verilen kan, bir hayat kurtarır ama aynı zamanda kan verenin de sağlığını korur ve koruyucu hekimlik görevini yapar. Birisi almakla sağlığına kavuşurken, diğeri de vermekle sağlığını korur. Kazandığı sevap ve duyduğu psikolojik haz buna dahil değildir. Çünkü insan vermede ve fedakârlıkta psikolojik bir haz duyar ve mutlu olur. Veren kişi, vererek mutlu olurken, alan kişi ise ihtiyacı giderildiği ve bir ölçüde rahata kavuştuğu için mutludur.
Bir Müslüman’ın en büyük mutluluğu ise kendisinden veya malından vererek Allah rızasını kazanmaktır. Daha açık ifade ile namaz, oruç gibi ibadetlerle bedenin, zekât ve sadaka gibi ibadetlerle de malın şükrünü ifa etmek suretiyle Allah rızasına erişmek, bir Müslüman için en büyük idealdir. Ancak vermek kadar, verme şeklinin de büyük önem arz ettiği görülmektedir. Zira Allah Tealâ’ın bu hususa özel bir vurgu yaptığı görülmektedir:
“Sadakaları açıktan verirseniz ne güzel. Eğer onları gizleyerek verirseniz bu sizin için daha hayırlıdır, ve sizin günahlarınızdan bir kısmını da kapatır. Allah yaptıklarınızı duyar. Ey Muhammed onları yola getirmek sana düşmez. Allah dilediğini yola getirir. Verdiğiniz her hayır kendiniz içindir.” [vi]
İnfak ve sadaka ile ilgili bu ayet, yapılan yardımın gizli olmasına özen gösterilmesini, dolayısıyla insan onurunun kırılmamasını istemektedir. Zorunlu hallerde ise açıktan yardım yapılmasını da yasaklamamaktadır.
İnfak,vermenin dindeki adıdır, tüketmek, harcamak anlamlarına gelir. Dinî literatürde ise “malı Allah yolunda sarf etmek” demektir. Ancak infak, sadece mal ile sınırlı değildir. “Kendilerine verdiğimiz rızıktan harcarlar” [vii] âyetinde de açıkça ifade edildiği üzere infak, maddî ve manevî bütün ihtiyaçlar için de geçerlidir. Kur’ân’a göre infak; bollukta da darlıkta da yapılabilir.[viii] İnfakın tek şartı, diğer bütün ibadetlerde de olduğu gibi Allah yolunda[ix] ve Allah rızası için yapılmış olması[x], asla gösteriş için yapılmış olmamasıdır.[xi]
Bu nedenle Müslüman, imkanı nispetinde imkanı olmayanlara kazancından ve sahip olduğu mallardan vermekle yükümlüdür. Malî gücü yerinde olan malından; malî gücü yerinde olmayan ise sahip olduğu değerden ve imkanlardan infak edecektir. Bu imkan; ilim olabilir, beceri olabilir, tatlı bir dil, güler bir yüz veya tatlı bir tebessüm de olabilir. Dolayısıyla infak, karşısındaki insanın ihtiyacına bağlıdır ve ona göre şekillenir. Önemli olan, karşındaki insanın neye ihtiyacı varsa onun bu ihtiyacını giderebilmektir. Kısaca infak, ihtiyacı olana, ihtiyacı olanı vermektir. İhtiyaçlar ise, farklı farklıdır. Bir fakirin mala ihtiyacı varsa, bir diğerinin de bilgiye, nasihate, güler yüze ve tatlı bir dile ihtiyacı vardır. Bu nedenledir ki Allah Teâlâ infakın, bollukta da darlıkta da, gizli de açıkta da yapılabileceğini açıklamıştır. Yani infak sadece zenginlere özel bir ibadet çeşidi değildir. Fakirlik anında da infak yapılabilir. Bunun anlamı, az da olsa imkan nispetinde bir şeyler verebilmektir. Nitekim Hz. Peygamber’in “Yarım hurma ile de olsa, Cehennem’den korunmaya bakın!”[xii] dediğini, dolayısıyla yoksulu da vermeye teşvik ettiğini görmekteyiz.
İnfakta ayırım yapılaması esastır. Allah, kulları arasında mümin -kâfir, Müslim- gayr-i Müslim, iyi- kötü ayırımı yapmadan rızkını veriyor. Bu da bizim her yoksula ayırım yapmadan yardım etmemizi gerekli kılıyor. Nitekim yukarıda mealini verdiğim ayette bu konuya dikkat çekilmekte, insanları hidayete erdirmenin Allah’a ait olduğu vurgulanmakta ve “Muhammed onları yola getirmek sana düşmez. Allah dilediğini yola getirir. Verdiğiniz her hayır kendiniz içindir” demektedir. Bu nedenle herkes, inancından dolayı Allah’a karşı sorumludur.
Yardım ederken veya yardımlaşırken insanların inançlarını araştırmak, kendi inanç ve düşüncesinde olmayan kişilere yardım etmemek doğru bir davranış değildir. Nitekim müellefe-i kuluba/kalbleri İslam’a ısındırmak istenenlere zekat verilmesi emri bunu ifade etmektedir. İbn Abbas’tan gelen bir rivayetten de Hz. Peygamber’in, önceleri yalnız Müslüman yoksullara, daha sonra da herkese sadaka verilmesini emrettiğini anlıyoruz. Ebû Hüreyre’den rîvayet edilen bir diğer rivayette ise, fuhuştan vaz geçer umuduyla fahişeye, ibret alarak kendisi de verir umuduyla zengine, yine vaz geçer umuduyla hırsıza verilen sadakadan söz edilmektedir.[xiii] Kurtubî’ nin naklettiği bir başka olayda da, Hz. Peygamber’in İslam’a saldıran bir şâire yardım ettiği ve böylece onun gönlünü aldığı anlatılmaktadır. Bu örnekler, Hz. Peygamber’in sosyal ilişkilerde ve yardımda insanlar arasında bir ayırım yapmadan herkese iyilik yaptığını, katı ve sert davranmadığını göstermektedir.
Hz. Peygamber, “İnsan öldüğü zaman amelleri(nin sevabı) kesilir, üç amel hariç: Sadaka-i câriye, yararlanılan ilim ve ebeveynine dua eden sâlih evlât”[xiv] buyurmuştur. Bu hadis, hayatta iken bir insanın yaptığı bazı güzel işlerin, öldükten sonra da sevabının devam edeceğini müjdelemektedir. Bu müjde insanın, bedeni ölse de amellerinin ölmediğini ifade etmekte ve ona umut vermektedir. Zira insan her ne kadar, ölümlü olduğunu bilse de ölümsüzlük duygusuna da sahiptir. Bu nedenle eserleriyle ve yaptıklarıyla yaşamayı arzu etmektedir. Bu anlayışın en sağlam ve güvenilir yolunu da Müslümanlar, vakıf müesseseleri kurmakta bulmuşlardır. Bir başka ifade ile vakıflar, bu anlayışın ete-kemiğe bürünmüş somut örnekleri olmuştur. Dolayısıyla vakıf yoluyla yapılan her türlü infak, toplumun sosyal yapısını güçlendiren yapı taşları olurken, infak eden insana da sürekli sevap kazanma duygusunu tatmin etme imkanı vermiştir.
Müesseseler, içinde doğdukları milletlerin ihtiyaçlarının ve duygularının bir sonucudur. Yani her kuruluş, mutlaka bir ihtiyaçtan doğar. Bu nedenle bir müesseseyi tahlil etmek istediğimiz zaman, ihtiyaç kavramını, mutlaka dikkate almak zorundayız. Sosyal bilimler, ihtiyaç kavramını Biyoloji ve Psikolojiye borçludur. Biyolojide ihtiyaç kavramı, organizmanın varlığını sürdürebilmesi için tatmin edilmesi gereken zaruretler olarak anlaşılır. Psikolojide ise ihtiyaç kavramı, arzu ve istekler şeklinde ifade edilmektedir. Sosyolojide bu kavram, hem sosyolojik hem de psikolojik ihtiyaçları gösterir. Bir müessesenin kuruluşu ve devamı, ihtiyaçların diğer bir ifade ile arzu ve isteklerin sürekliliği ile orantılıdır. İhtiyaçlar devam ediyorsa, müesseseler de devam ediyor demektir.
Bazı müesseseler, sadece psikolojik ihtiyaçlara, bazıları sosyolojik ihtiyaçlara ve bazıları da dinî ihtiyaçlara dayanır. Şunu unutmamak gerekir ki, ihtiyaçlar ve arzular, insanlık tarihi kadar eskidir. Mutlaka her toplum, içinde yaşadığı çağın psikolojik, sosyolojik ve dinî ihtiyaçlarına göre, bir takım faaliyetlerde bulunmuşlardır. Fıtrattan gelen karşılıklı dayanışma, yoksulun korunması, ahlâkî ve dinî duyguları muhafaza etme gayretleri, en olgun şeklini hiç şüphesiz vakıf müesseselerinde bulmuştur. Vakıf müesseseleri ise asıl büyük atılımına ve tekamülüne, İslam dininin zuhurundan sonra kavuşmuştur. Böylece tarih, insana ve diğer canlılara hizmeti esas alan bir “vakıf medeniyeti” nin doğuşuna da şahit olmuştur.
Hicretin ilk asrından günümüze kadar İslam toplumunu iktisadî, kültürel ve dinî hayatında önemli bir yer işgal eden vakıf müesseseleri, bir taraftan insan fıtratında mevcut sevme ve sevilme hissiyle mutlu olma, unutulmama ve başkalarının sevgisini kazanma duygularının itici gücü sayesinde kurulurken; diğer taraftan içtimaî yardımlaşma ve dayanışmayı, özellikle de Allah rızasını elde etmeyi öngören prensipleriyle İslam dininin, insan fıtratındaki bu yüce duyguları beslemesi sayesinde gelişmiş ve yücelmiştir.
İslam dini, iyi bir Müslüman’ın en büyük arzusu ve isteği olarak Allah rızasını hedef gösterir. Yani bir Müslüman’ın ilk ve en büyük arzusu, Allah rızasını kazanmaktır. Çünkü İslam, bütün varlıkların Allah’a borçlu olduğuna, bu dünyada geçici olan varlığının öbür dünyada da devam edeceğine ve orada Allah’ın bütün insanların bu dünyada yaptıklarına ve kazandıklarına göre yargılayacağına inanma esasını getirmiştir. Bu nedenle her Müslüman, daha bu dünyada iken Allah rızasını kazanmak zorundadır. Bu da ancak, Allah’ın emirlerini yerine getirmekle mümkündür. Çünkü bu dünya ahiretin bir tarlasıdır. Allah rızası, bu dünyada yapılan işlerle kazanılır. Nitekim Mehmet Akif, bu konuyu bir şiirinde şöyle dile getirir:
Nihayet neyse idrak ettiğin şey, ömr-ü fâniden,
Onun bir aynıdır mutlak nasibin ömr-ü sâniden.
Hatadır ahiretten beklemek dünyada hayrı,
Öbür dünya bu dünyadan değil, hem hiç değil ayrı. [xv]
İslam dininin ana kaynağı olan Kur’an’da vakıf kavramı bulunmamakta, fakat vakfın konusunu teşkil eden sosyal hizmetler, birçok ayetle teşvik edilmektedir. Bu nedenle Kur’an’da içtimaî yardımlaşmayı emreden ayetlerin sayısı da bir hayli fazladır. Bu yardımlaşma, en başta mecburî devlet vergisi olan zekâtla sağlanmış ve zekâtın sarf edileceği yerler de bizzat Kur’an’da zikredilmiştir.[xvi]
İslam dini, vakıfların göreceği işleri, devlete bir görev olarak vermiş ve bireyleri de devlete yardımcı olmaya teşvik etmiştir. Meselâ sadaka kavramı, bazen zekât anlamında mecburî devlet vergisini karşılamak üzere kullanılırken [xvii] bazen de fertlere bırakılmış ihtiyarî harcamalar için kullanılmıştır.[xviii] Sadaka ve zekât terimleri dışında infak[xix], it’âm[xx], ihsân[xxi], Allah’a güzel borç verme,[xxii] yararlı iş,[xxiii] malından verme,[xxiv] hayır işleme[xxv] ve içtimaî yardımlaşmayı ifade eden mâun[xxvi] gibi kavramlarla birey, kendi isteği ile yapacağı harcamalara da yönlendirilmiştir.
Vakıf müesseselerin ana konularını teşkil eden iyi niyet, samimiyet ve ihlâs ile ödünç verme demek olan “karz-ı hassen”[xxvii] yoksul, düşkün ve yetimlerin gözetilmesi[xxviii] köle ve esirlerin hürriyetlerine kavuşturulması,[xxix] misafirlerin doyurulup yatırılması ve diğer ihtiyaçlarının giderilmesi[xxx] ibadet yerleri ile topluma faydalı eserlerin inşa ve tamiri,[xxxi] öğrenmeye ve öğretmeye verilen önem,[xxxii] sağlığın korunması,[xxxiii] yurt savunması için düşmana karşı hazırlıklı olma[xxxiv] gibi hususlar, Kur’an-ı Kerim’de geniş bir biçimde ele alınıp anlatılmıştır.
Vakıfların kendisine gaye olarak seçtiği konular ile Kur’an’ın Müslümanlardan gerçekleştirmesini istediği konular arasında her hangi bir farklılık söz konusu değildir. Bu nedenle Kur’an’ı vakıfların ilk dinî dayanağı olarak da kabul edebiliriz. [xxxv]
Yardım etmek, yardım edilen insanların mutluluğunu görmek ve vererek Allah rızası elde etmek, bir vakıf kurucusu için vazgeçilmez bir tutkudur. Bu nedenle vakıf, iyiliğe ulaşmak ve Allah’a yaklaşmak için önemli bir araçtır, fakat amaç değildir. Ebû Talhâ, “Sevdiğiniz şeyleri infâk etmedikçe iyiliğe asla kavuşamazsınız”[xxxvi] ayeti nazil olunca Hz. Peygamber’e gelmiş ve Mescid-i Nebevî’nin karşısındaki “Beyraha” adı verilen o meşhur hurma bahçesini Allah rızası için sadaka olarak vereceğini söylemiş, Hz. Peygamber de bunu uygun bulmuştur. Bu nedenledir ki Hz. Peygamber, “Veren el, alan elden hayırlıdır. Yardım etmeye, geçimini üstlendiğin kimselerden başla! Sadakanın hayırlısı, ihtiyaç fazlası maldan verilendir. Kim insanlardan bir şey istemezse, Allah onu kimseye muhtaç etmez. Kim de tokgözlü olursa, Allah onu zengin kılar.” [xxxvii] buyurarak infakı teşvik etmektedir.
Dün olduğu gibi bugün de sıkıntılara ve çalkantılara maruz kalan sosyal yapımız ve sosyal hayatımız, bütün olumsuzluklara rağmen yıkılmadan ayakta durabiliyorsa, bunu -büyük – ölçüde- insanı iyiliğe sevk eden İslam’ın, “infak” anlayışına borçludur. Çünkü infak, insanı iyiliğe götüren yolun adıdır. Allah Tealâ’ nın ifadesiyle “İyilik, bir kimsenin Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitabe, peygamberlere iman etmesi; çok sevdiği ve ihtiyaç duyduğu malından akrabaya, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilenmek zorunda kalanlara, (hürriyetine kavuşmak için sahibiyle sözleşme yapan) kölelere vermesi; namazı kılması, zekatı vermesi, söz verdiğinde sözünde durması, özellikle darlık ve sıkıntıda, hastalıkta, savaşta sabretmesidir.” [xxxviii]
[i] Tevbe, 9/60.
[ii] Me’ariç70/19-25.
[iii] Mu’minun,23/61, Maide,5/2.
[iv] Tevbe, 9/111.
[v] İnternet sitelerinde yer alan “ Bozuk Para ile Cenneti Satın Almak” isimli hikayenin bu bağlamda okunması tavsiye olunur.
[vi] Bakara, 2/271-27; Ra’d,13/22.
[vii] Bakara,2/3.
[viii] Al-i İmran,3/134.
[ix] Bakara, 2/195.
[x] Bakara,2/265.
[xi] Bakara,2/264; Al-i İmran,3/117.
[xii] Buhârî, Edeb 34.
[xiii] Buhari, Zekat, 14; Müslim, Zekat, 78.
[xiv] Müslim, Vasiyye, 14.
[xv] Akif, Safahat, İstanbul 1950, s. 315.
[xvi] Tevbe,9/60.
[xvii] Tevbe, 9/60.
[xviii] Bakara, 2/263-264.
[xix] Bakara, 2/2.
[xx] Bakara, 2/184.
[xxi] Bakara, 2/83.
[xxii] Bakara, 2/245.
[xxiii] Bakara, 2/277.
[xxiv] Nahl, 16/90.
[xxv] Bakara, 2/148.
[xxvi] Maun, 107/7.
[xxvii] Hadid, 57/18.
[xxviii] Fecr, 89/18.
[xxix] Bakara, 2/177.
[xxx] Rum, 30/38.
[xxxi] Tevbe, 9/18
[xxxii] Zümer, 39/9.
[xxxiii] Yunus, 10/57.
[xxxiv] Bakara, 2/190.
[xxxv] Geniş bilgi için bkz. Celal Kırca, Kur’an ve Sosyal Hayatımız, Ankara, 2018, s.61-69.
[xxxvi] Al-i İmran, 3/92.
[xxxvii] Buhârî, Zekât 18.
[xxxviii] Bakara,2/177