Yeni Şafak Yazarı Ömer Lekesiz’in kaleme aldığı “İnsan nefsi nedeniyle kendisinin kurdudur” yazısını siz değerli okuyucularımıza sunuyoruz..
Düşünme konusunda büyüklerimizden devraldığımız birçok değerli husustan biri, Müslüman olmayanların ve Müslümanmış gibi görünenlerin din ve dünya hakkındaki yanlışlarını düzeltmekle uğraşmak yerine, mutemet âlimlerimizin doğrularını pekiştirmenin çok daha makul ve muteber olduğudur.
Bu husus bizim konu edindiğimiz sanat için de geçerlidir. İnsan, din ve sanat ilişkisini, din cihetinden insanın hilkatine, yani onun fıtratının ve nefsinin hakikatlerine göre, büyüklerimizin izlerinden yürüyerek kurmadığımızda, Müslüman sanatlarının hak ettiği dinamikleri doğru kurmamız da mümkün değildir.
Bununla ‘sanat dinden mutlaka beslenir’ gibi tüm ilgili düşünce tarzlarında hakim olan bir genellemeye tabi bir tasdiki değil, dini insansız, insanı da dinsiz olarak düşünmemeyi, diğer bir ifadeyle ancak insanın dindarlığıyla kaim olan net bir bakış açısına sahip olmayı kastediyorum. Böylece, İlahi sanatın genelliği nedeniyle oluşturulan “sanatın dini yoktur” yargısı, insanın bir şeriatı seçmesinin ve zihniyetini buna göre yapılandırılmasının bir gereği olarak “sanatın dini yoktur fakat sanatçının dini vardır” yargısında asıl doğrusuna bağlanabilir ki, bu da sanatın kendisinden önce insan ve din ilişkisinin temellendirilmesini gerektirir.
Zaten, Müslüman sanatlarından bahsedilen yerde insan, İslam ve sanat şeklinde hem üç aşamalı hem de bunların birbirleriyle iç içe geçtikleri müşterek bir yapıdan söz ediliyor demektir. Bizim de konuyla ilgili hareket noktamız budur. Asıl bu durumu İslam şeriatı ve uygulaması, kısaca İslam anlayışı içinde kavradıktan sonra, Müslüman sanatlarının bugünkü problemlerini konuşmayı hak edebiliriz.
O halde geçen yazımızda açtığımız Müslüman Sanatlarının Ana Dinamikleri adlı başlık altında bize düşen arayışı sürdürebiliriz.
Yukarıdaki sıralamada insanı dinin ve sanatın önünde zikredişimize uygun olarak, ilgili ilk dinamiği de yine insan merkezli olarak kurmamız gerekir.
Buna göre belirleyebileceğimiz ilk dinamik: insanın nefsi nedeniyle kendisinin kurdu olduğudur.
İnsanın yaratılışı hakkında Kur’an ve hadislerden gelen bilgilerin tam oluşuna (eksiksizliğine) vurgu yaparak, bilmeyenleri de bunları Kur’an’dan ve hadislerden bizzat öğrenmeye davet ederek, doğrudan nefsi merkeze alan söz konusu tespitimizin detaylarına ana hatlarıyla bakabiliriz.
Öz kendiliği olarak insan nefsi hilkati / yapısı itibariyle iyidir. Ancak sınırsız ve doyumsuz olarak yaratılan nefis kendi tezahürleri itibariyle kötülüğü de ihtiva eder. Böylece insan için ilk bakışta iyi ve kötü olarak bir ikilikten söz ediyor oluşumuz, bunlardan birinin diğeri olmaksızın kendiliğinden hükümsüz, geçersiz olması nedeniyle bu ikilikten aynı zamanda bir-likte massedilmeden, diğer bir söyleyişle Tevhid’te tümlenmeden söz ediyor oluşumuzdur.
Bu tevhidi sağlayan şey ise şeriattır. Zira nefisteki mezkûr genişlik, onun (insanın) dünya hayatını iyi yaşayabilmesi ve bu sebeple ahiret hayatını da iyilik üzere oluşturabilmesi bakımından Yaratıcısı tarafından çerçevelenmeyi hak eder. Şeriat, Allah Teâla’nın belli zamanlarda peygamberleri aracılıyla vaz’ ettiği bu çerçevelemenin adıdır ki, biz bunu din esasında hukuk koymak, hakları belirlemek olarak adlandırıyoruz.
Nefis iyilik ve kötülük minvalinde öyle bir genişliğe sahiptir ki, kendisi bile bu genişliği idrak ve ihata etmekten acizdir. Bu sebeple şeriat ihdas etmek nefse bırakılmaz, bu hak nefsin Yaratıcısının hakkıdır, çünkü yarattığı şeyin (nefsin) tam mahiyetini ancak Yaratıcısı bilir.
Hukuk (Fıkıh) tayin etme manasıyla şeriat, din ve dünya yararını birlikte murat eder ve bu maksatla hükümlerini zahire göre kurar. Dolayısıyla insanın fillerini iyi ve kötü, helal ve haram, yararlı ve zararlı ayrımına göre belirleyen şeriatın hukuku da dünya merkezli olarak, dünya işleri yoluyla kurumlaşır. Nefsin genişliğinin ancak Yaratıcısı tarafından bilinmesi ve dünyanın da ahiretin tarlası olması nedeniyle bu kurumlaşmanın asıl yönü doğrudan ahirete döner.
Bu yanıyla insanın filleri bakımından kuşatılabilir bir varlık olduğunu söylemiş oluyoruz. Ancak insan nefsinin güçleri nedeniyle sadece fillerinden ibaret değildir ki…
Örneğin İslamî literatürde önemli bir yere sahip bulunan kalp ve buna tabi olarak nefsin birçok tezahürü hukuk tarafından bilinirliğe sunulamaz. Bu sebeple de kalp fakihin yetki alanına girmez.
Örneklenme yönünden İlahi Sanatı, icrası yönünden kalbi ve onun hallerini zemin edinen sanat, sadece sonuçları yani esere dönüşmesi itibariyle Fıkh’ın alanına girer.