Ömrünün ikindi vaktinde bir parkta elindeki kitabı okumaya çalışırken yanına usulca oturan gencin sorusuyla başını kitaptan kaldırdı. Önce soruyu anlamamıştı. Gence, bir daha sorar mısın, dercesine baktı. Genç, ona okumayı kendisinin de sevdiğini söyledikten sonra insanların okuma serüvenlerini merak ettiğini ve eğer vakti varsa ondan kendisinin okumaya nasıl başladığını dinlemek istediğini söyledi. Delikanlıyı sevmişti. Uzun zamandır okuma merakı olan biriyle karşılaşmamıştı. Keyifle anlatmaya başladı:
Okumak, benim yeni insanlar ve yeni yerlerle tanışmama vesile olan yolculuğumdur. Yalnızlığıma son verme eylemi de diyebilirim. Geriye dönüp baktığımda hayatıma ne çok insan girmiş ve ne çok yer tanımışım diyorum zaman zaman. Sonra bir kitabevine düşürünce yolumu oradakileri gördüğümde tanışmam gereken ne çok insan ve tanımam gereken ne çok yer varmış, diyerek yeniden okumaya hevesleniyorum. Böyle olunca da kendime soruyorum: İyi bir okuyucu muyum? Sanmıyorum.
Nasıl başladı yolculuğum, onu iyi hatırlıyorum. Harfleri tanıyıp onları da birbiriyle ikişerli, üçerli ve daha çoklu sayılarda tanıştırıp kelimeler, cümleler oluşturmaya başladıktan sonra cümle gruplarını daha çok tanımak için arayışlara girdim. Önüme ne gelirse onu adına okumak denen eyleme maruz bıraktım. Bu bazen bir gazete parçası, bazen bir tabela bazen de bir arabanın üstündeki yazı olabiliyordu. ‘’Kitap’’ kavramı bizim için o zamanlar sadece okuldaki ders kitaplarından ibaretti ve karneye yansıyacak notların yüksek olması için ‘okumak’ zorunda olduğumuz ağır yol arkadaşlarımızdı. Çantaya sahip bir şanslı isek orada ya da bir bez torbada taşıdığımız yol arkadaşlarımızdı. Naylon poşetler henüz istila etmemişti dünyamızı.
Ders kitapları dışında düzenli okuduğum ilk ürün; evimizin duvarına özenle asılan ve sayfaları her gün düzenli olarak ve özellikle yatsıdan sonra koparılan saatli maarif takvimiydi. Hangi yıldı hatırlamıyorum ama. Orada tefrika edilen ve yazarını da şu an hatırlayamadığım ‘’Tozkoparan’’ isimli tarihi romanı sabırla ve bir ‘arkası yarın’ heyecanıyla okumuştum. Okçulukta ‘toz’un yaya sarılan sırma olduğunu ve tozkoparan olmak için çok güçlü olmak gerektiğini o takvim yapraklarından öğrenmiştim. Yeni şeyler öğrenmek müthişti. Kendimi daha iyi hissetmemi sağlıyordu.
Sonra haftalık resimli dergiler, kitaplar… Teksas, Tommiks, Zagor… Emperyal kültürün gizli misyonerleri. Beyazları iyi, Kızılderilileri vahşi ve kötü gösteren çizgiler ve ifadeler. Çok sonra fark ettim. Terk ettim onları ama bir de teşekkür mü borçluyum acaba onlara okumama yardımcı oldukları için? Nihayet Kemalettin TUĞCU ile tanıştım. Hep mutlu sonlu hikayeler sunuyordu bana. Çok kitabını tek oturuşta bitirdim. Orta okul yıllarım, onun sunduğu mutlu biten hikayelerin dünyayı güzelleştirdiğine inanarak geçiyordu. Bu sırada ülke, bir sağ- sol çatışması içinde yangın yerine dönmüştü. Ancak ben bilmiyordum. Evde büyüklerim bir fısıltıyla yeni kavramları sohbetin ortasına boca ediyorlardı. Ama ben hiçbirini anlamıyordum: Kurtarılmış bölge, Lenin, Mao, devrim, Akıncılar, Ülkücüler, şeriat, Milli Türk Talebe Birliği… Bütün bu kavramların üstüne yaz tatilinde okul masraflarımı çıkarmak için çalıştığım yere gitmek üzere yola çıktığım bir sabah, yolumu kesen askerler, işe gidemeyeceğimi bana açıklarken yeni bir kavramı da zihnime çaktılar: Darbe. Meğer öğrenmem gereken ne çok şey varmış. Okudukça öğreniyor, öğrendikçe de artıyordu cehaletim.
Liseye başlamıştım. Darbe, sokak kavgalarını bitirmişti. Bu kez zihinlerde kavga başlamıştı. Bir de sınır komşularımızdan birinde o güne kadar hep miskinlik, körü körüne itaatle ilişkilendirilen İslam; bir devrim gerçekleştirmişti. Bu devrim beni ve birçok arkadaşımı heyecanlandırmıştı. Bu kez de onunla ilgili kitapları okumaya başlamıştım. O dönemlerde kim kendine hangi görüşü yakın buluyorsa o görüşü destekleyen kitapları okuyor, tartışmalara o kitaplardan deliller getirerek karşısındakini ikna etmeye çalışıyordu. Kimse okunan kitapların edebi ve estetik yönüne, o yaşa uygun olup olmadığına bakmıyordu. Okunan her kitap ‘’dava’’ için okunmalıydı. Ancak bu yapılırken de paldır küldür okumalar gerçekleşiyordu. Çok farklı dillerden yeni çeviri kitaplar rafları ve gençlerin ellerini dolduruyordu. Belki çok sonra okunması gereken kitaplar; gençlerin, bizlerin elindeydi. Ben de rasgele okumaların içinde buldum kendimi. Şikayetçi miyim? Hayır. Her dalda bir bilgiye ulaşmamı sağladı bu durum. Sadece iyi bir yol gösterici ile daha düzenli okumalarım olabilirdi, diye düşünüyorum şimdi. O dönemin en büyük eksikliği de buydu zaten. Kendimize yakın bulduğumuz birinin ‘şu kitap çok iyi’ demesi bizim onu alıp okumamıza yetiyordu. Ancak o kitabı ne kadar anladığımız meçhuldü. Çoğu zaman bu, bir orta okul öğrencisine James Joyce’un Ulysses romanını okutmaya benziyordu. Yepyeni kavramlar, terimler havada uçuşuyordu da onları yerli yerine oturtmak pek mümkün olmuyordu.
Bütün bu toz duman içinde elbette çok güzel işler yapanlar da oluyordu. Karşısındakini iyice tanıyan ve seviyesine göre kitapları tespit edip önerenler de oluyordu. Lisedeydim, Matematik öğretmeni ve müdür yardımcısı hocam, adını hatırlıyorum Mikdat Bey, beni odasına çağırdı ve okumam için bir kitap uzattı bana. ‘Oku, bir hafta sonra da gel ve bana özetle bu kitabı’ dedi. Bir çırpıda okumuştum bana verilen kitabı. Sonra, Orhan Pamuk’un Yeni Hayat kitabındaki giriş cümlesini bizzat yaşadım. Giriş cümlesi şöyleydi: ‘’Bir gün bir roman okudum ve hayatım değişti.’’ Bu kitapla ilgili değerlendirmeyi şimdi yapmak istemiyorum. Ama rahmetli Attila İlhan’ın Pamuk’un bu kitabıyla ilgili şu görüşüne de katılıyorum: ‘’Bu esere başlayıp bitiren kişi sayısı oldukça azdır.’’
Hayatım, hayata bakışım değişti. Hevâlarını ilâh edinen, akıllarını putlaştıran ve keyiflerini kanun haline getiren müstekbirlerin dünya görüşlerini hem tahlil etmek hem de reddetmek için kaleme alınan bir eserdi okuduğum. Hayatım değişti. Çünkü daha çok okuma isteği oluştu bende. Okumalarımın içeriği değişti, okuma isteğim arttı. Onu dikkatle dinleyen gence dönerek arık gitmesi gerektiğini söyledi. Çünkü vakit epeyce ilerlemişti. Delikanlıya kalsa sabaha kadar onu dinleyebilirdi. Ancak adam, yine eve gitmesi gerektiğini söyledi. Genç, onu dinlerken keyif aldığını ve bu yolculuğun devamını dinlemek istediğini söyledi. Delikanlıyı o da çok sevmişti. Uzun zamandır onu böyle dikkatle dinleyen biri ile karşılaşmamıştı. Ertesi gün için aynı yerde ve aynı saatte buluşmak üzere sözleştiler. Vedalaştılar.
EYYUP YÜKSEL
MİRATHABER.COM -YOUTUBE-
Birisi de kitap okumak ve kabir ziyareti ile meşgul olurdu. Sebebini soranlara, “selâmeti yalnızlıkta, en iyi vâizi mezarlıkta, en iyi arkadaşı da kitap okumakta buldum,” dedi.
İmam Gazali.
Sözünü hatırlattı bana 🙏🙏
Kaleminize sağlık hocam 👏👏👏