islami haberdini haberortadoğu haberleriislam coğrafyası
DOLAR
34,5130
EURO
36,4631
ALTIN
2.955,44
BIST
9.112,69
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul
Parçalı Bulutlu
18°C
İstanbul
18°C
Parçalı Bulutlu
Cuma Yağmurlu
18°C
Cumartesi Parçalı Bulutlu
9°C
Pazar Az Bulutlu
10°C
Pazartesi Parçalı Bulutlu
10°C

İNSAN VE İKİLEM

İNSAN VE İKİLEM
3 Ağustos 2024 09:40
A+
A-

Okuduğum gazete ve dergilerde ilgimi çeken  yazıları kısmen de olsa  arşivleme gibi bir alışkanlığım var.  Zaman zaman  bunlara  bir göz atar, geçmişte olanlarla  günümüzde yaşananları  mukayese etme  imkanı bulurum.  Bunlar arasında Nokta Dergisi’nin 22 Mart 1987 tarihli sayısında yer alan ve dikkatimi çeken  bir yazı  vardı ve  başlığı da “Ve Söz Tanrısızların”  idi. Bu yazıda ünlü ateistlerle yapılan  mülakattan  bazı pasajlar  sunuluyor ve değerlendiriliyordu. Bunlardan biri de ateist bir annenin anlattıklarına aitti ve onun  anlattıkları  da şöyle ifade edilmişti: “İlk okul üçüncü sınıfa giden oğlu Ümit, senenin başından beri öğretmeninin (Allah) “var”, anne-babasının “yok” cevapları arasında şaşkına dönmüş, sonunda karara varmıştı: “Allah okulda var, evde yoktu!” Evde dinî inançlardan uzak bir ortamda yetişen, okulda zorunlu din eğitimine tabi tutulan bir çok minik, benzer çelişkiler yaşıyor, kimi zaman bunalımlara düşüyordu”. [1]

Bu yazıda en çok ilgimi çeken  “Allah okulda var, evde yoktu!” cümlesi oldu. Zira  bu cümle  bir ikilemi ifade ediyor ve  o  çocuğun da Allah’ın varlığı konusunda bir ikilemde kaldığı anlaşılıyordu.  İkilemde kalmak, sadece okul ile ev arasında yaşanmıyor; hayatın her alanında da yaşanıyor ve bunlar arasında  dinî konularda  yaşanan ikilemlerin daha çok  dikkat çektiği görülüyor. Nitekim  inandığı gerçeklik ile yaşadığı gerçeklik arasında bir çatışma olduğunda, kimi Müslümanın hayatını inandığı gerçekliğe göre mi, yoksa yaşadığı gerçekliğe göre mi?  yaşayacağı konusundaki ikilemi,  buna  bir örnek teşkil ediyor.

Henüz din dersinin seçmeli olduğu o yıllardan  birinde, (1982 öncesi) bir öğrencimin,  “Siz geçen haftaki dersinizde ilk insanın Hz. Âdem olduğunu söylemiştiniz. Fen bilgisi hocamız da geçen haftaki dersinde insanın maymundan evrimleşerek çoğaldığını anlattı. Şimdi biz, öğrencileriniz olarak siz değerli hocamın anlattığına mı yoksa sayın fen bilgisi hocamızın anlattıklarına mı inanacağız?” demişti. Bu öğrencimin,  iki farklı anlatım arasında bir çelişki  gördüğü  ve  hangi görüşe  inanacağı  konusunda ikilemde kaldığı anlaşılıyordu.  Bu ikilem, sadece o öğrencinin yaşadığı kişisel bir durumdan da öte, eğitim sisteminden ve müfredattan kaynaklanan  bir durumdu.

İkilem, şayet ahlakî konularda ise daha çok dikkat çekiyor, toplumda   derin izler   bırakıyor ve  bırakmaya da  devam ediyor. Bu tarz bir ikilemde, bir  tarafta  ihtiyaçlar söz konusu olurken, diğer taraftan da  ahlakî değerlerin erozyonu söz konusu  oluyor.  Mesela bir kişi, gençlik yıllarında helal olmayan  yollardan  elde ettiği  serveti,  yaşlılığında okul veya cami  yaptırmak için  kullanmak istediğinde,  böyle kirli bir  para ile hayır yapmanın     doğru  olup olmadığı sorusunu akla getiriyor ve bunun da zihinlerde  ister istemez bir ikilem oluşturduğu görülüyor. Toplum için  okul veya cami yaptırmak bir ihtiyaç ve  sonuçları itibariyle olumlu davranış olsa da haram yollarla  elde edilmiş kirli bir  paranın hayır işlerinde  kullanılmasının câiz olmadığı da dinî bir gerçeklik. Zira İslâm,  her Müslümandan  haramlardan uzak durmasını ve haram  yollardan servet  elde etmemesini istiyor,  dolayısıyla da “Def-i mefâsid celb-i menâfî’den evlâdır /Kötülüğün giderilmesi, menfaatin elde edilmesinden önceliklidir” şeklinde formüle edilen   ilkeye göre yaşamasını   öneriyor.

İkilemde kalınan konular, sadece bunula sınırlı olmuyor, farklı alanlarda da benzer ikilemler yaşanıyor. Mesela insanlar, kendilerinden bir şey isteyen dilenciye, nasıl bir karşılık veriyorlar? Bu konuda farklı davranış tarzlarının olduğu; kimi insanın, hiç düşünmeden bir şeyler verdiği, kimi insanın  vermediği ve bazı  kişilerin  de verip vermemede tereddüt ettiği ve bir ikilemde kaldığı  görülüyor. Bu tür bir ikilemde kalma  ise  genellikle  inanılan gerçeklik ile yaşanılan gerçeklik  çatışmasından kaynaklandığı  anlaşılıyor.

Bir Müslüman için  inanılan gerçeklik,  “Mallarında (yardım) isteyen ve (iffetinden dolayı isteyemeyip) mahrum olanlar için bir hak vardır”[2] ayeti ile   Hz. Peygamber’e  hitaben söylenen “El açıp yardım isteyeni azarlama[3] ayetidir.   Yaşanan gerçeklik ise, her  isteyenin muhtaç olmadığı, bazılarının  dilenciliği  istismar ettiği ve meslek  haline getirdiği, hatta  bir çoğunun  zengin olduğudur.  Zira Hz. Peygamber’in, “Yoksul/ miskin, bir iki hurma veya birkaç lokma ile baştan savılan kişi değildir; asıl yoksul müstağni davranan kimsedir. İsterseniz, ‘Onlar insanlardan ısrarla istemezler’ ayetini okuyunuz [4] diyerek  yoksulun  bir tanımını yaptığı da bilinmektedir. Bu bilgiye sahip  bir Müslüman,  şayet isteyen kişi  tanıdığı biri  değil ise, onun muhtaç olup olmadığını  bilemeyecek ve verip vermeme konusunda tereddüt edecek  ve  bir ikilemde kalacaktır. Bu nedenle İslam, dinî yardımların  yakın çevreden başlamak üzere  verilmesini tavsiye etmiştir.

İslâm, her şeyden  önce Müslümanların çalışıp çabalamalarını, geçimlerini çalışarak helalinden kazanmalarını; buna rağmen  böyle bir imkanı bulamayıp da geçiminde zorluk çekenler olursa,-ki mutlaka vardır- onlara da yardım edilmesini ister, zekat ve sadaka ile  malî yönden onların   desteklenmelerini  emreder.  Merhum Mahir İz Hoca,  bu konu ile ilgili olarak “Din ve Cemiyet” isimli esrinde  şu görüşlere  yer verir: “ Bu kimseler, ıstırap çekerken, açlık ile boğuşurken, sefalet içinde yüzerken, kendi manevî zevkini, dinî hazzını düşünen kimse bencildir. ”  (…) ve “Bir kimse malını helâl yolda da olsa “keyfe mâ yeşâ”  yani  dilediği gibi” sarf  edemez” der. Ona göre “Mallarında (yardım) isteyen ve (iffetinden dolayı isteyemeyip) mahrum olanlar için bir hak vardır” ayeti, zekat harici yardımın vücûbunu gösterir.  Çünkü bu ayet, Mekke’de nâzil olmuştur ve Medine’de  farz kılınan zekattan farklı bir hükmü ifade etmektedir. Bu hüküm  de  başkalarını memnun etmek, rahata kavuşturmak, böylece onları  sevindirmek ve gönüllerini hoş etmektir. [5]

Kur’an, bu konuda şunları söyler:

“Allah yolunda ne harcarsanız harcayın, ne adarsanız adayın, Allah onu mutlaka bilir. (Mallarını cimrilik edip hayırlı işlerde harcamayarak hem topluma hem de kendine) zulmedenlerin, Allah’ın azabından koruyacak herhangi bir yardımcıları olmayacaktır.

Sadakaları (zekât ve diğer sosyal yardımları) riya ve gösterişten uzak olarak açıktan vermeniz ne güzel! Eğer fakirlere gizlice yardım ederseniz bu sizin için daha da iyi olur. Bu sebeple Allah günahlarınızın bir kısmını bağışlar. Bilin ki, (gizli de verseniz açıktan da verseniz) Allah yaptıklarınızdan haberdardır.

Ey Peygamber! (Servetlerini hayırlı işlerde harcamayan, yaptıkları iyiliği başa kakan) böyle kimseleri güzel işler yapmaya zorla sevk edemezsin. Allah dilediğine (hayır yolunda samimi olan kimselere) razı olacağı hayırlar yapmayı nasip eder. Bilin ki, hayır olarak ne harcarsanız kendiniz için harcamış olursunuz. O halde iyilikleri yalnız Allah’ın rızasını kazanmak için yapın. Bu maksatla yapacağınız her hayırlı işin karşılığı size tam olarak verilecektir ve siz aslâ haksızlığa uğramayacaksınız.

Sadaka ve yardımlar öncelikle kendilerini Allah yoluna adayan yoksullar içindir. Bunların çeşitli yerlere gidip çalışma ve ticaret yapma imkânları yoktur. Onların gerçek halini bilmeyenler, istemekten çekindikleri için onları zengin zannederler. Oysa sen onları yüzlerinden tanırsın, onlar aslâ kimseye el açmazlar. Hiç şüpheniz olmasın ki, Allah hayır olarak harcadığınız her şeyi iyi bilir; ona göre sizi ödüllendirir.

Mallarını hayırlı işlerde gece gündüz, gizli veya açıkça harcayanları, Rableri katında büyük bir mükâfat beklemektedir. Onlara hiçbir korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.[6]

Bu ayetler, çok önemli insanî bir noktaya dikkat çekmekte; kişi ve kurumlara gerçek ihtiyaç sahiplerini  tespit etme, gözetip kollama görevini vermektedir. Bazı insanların  hayasından dolayı istemekten  çekindiğini  ve  müstağnî  bir tavır sergilediğini ifade eden ayet ise almayı değil vermeyi bir  hayat tarzı olarak gören Müslüman şahsiyetine atıfta bulunmakta ve  Müslümandan  böyle bir  kişiliğe sahip  olması  talep edilmektedir.

Muhtaç olmadığı halde dilenmeyi alışkanlık haline getiren kişiler hariç, gerçekten muhtaç  olduğu halde müstağni olan insan,  dilenmeyi onur kırıcı  bir davranış olarak görür.   Zira istemede, onur kıracak söz ve davranışlara muhatap olma ihtimali söz konusu olabilmektedir. Onurlu bir insan, böyle bir davranışın kendisini inciteceğini  ve onurunu kıracağını bilir ve istemekten sakınır.

Dilenme şiirlere de konu olmuştur.  Nitekim Muhsin İlyas Subaşı, bir şair  duyarlılığı ile dilenen  insan  psikolojisini şöyle dile getirir:

 Bir ayak seslerine, bir de toprağa yakın,

Başı hiç dik olmadı, kamburu düzelmedi.

Alın tek onurunu, üç-beş kuruş bırakın,

El açan o bakışlar, bir gün olsun gülmedi…

 

Önündeki mendille sınırlanmış dünyası,

Yorgun düşen o parça umudunu taşıyor.

Çökmüş omuzlarına yokluğun ihtirası,

Sokağın dramında kaderini yaşıyor…

 

Çevre sağır, toplum kör, onu tanımaz bile.

Her gün önünden geçen demez, -burda biri var.

Bir lirayla bırakır günahını mendile,

Acısını yalnızca kendi yüreği duyar!…

 

Bu nedenle Kur’an,   yapılan  iyiliğin  ve yardımların başa kakılmamasını ister ve şu tavsiyede bulunur:

Mallarını Allah yolunda harcayan, sonra da yaptıkları bu iyiliği yoksulun başına kakmayan ve onu incitmeyen kimseler Allah katında mükâfatlarını mutlaka bulacaklardır. Onlar için korku söz konusu değildir ve onlar hiç üzülmeyeceklerdir. Unutmayın ki, gönül alıcı güzel bir söz ve bir kusuru bağışlama, sonradan başa kakılan iyilikten daha hayırlıdır”.[7]

Prof. Dr. Celal Kırca

MİRATHABER.COM -YOUTUBE-

YAZARIN DİĞER YAZILARINA ULAŞMAK İÇİN BURAYA TIKLAYINIZ 

[1] Nokta Dergisi, Ve Söz Tanrısızların, 22 Mart 1987, s.55.

[2] Zâriyât, 51/19.

[3] Duha,93/10.

[4] Müslim, Zekat, 102.

[5] Mahir İz, Din ve Cemiyet, İstanbul 1973, s.45.

[6] Bakara,2/270-274.

[7] Bakara 2/262-263.

ETİKETLER: ÜSTMANŞET, yazarlar
Yorumlar
  1. Sündüs Öztürk dedi ki:

    Hocam yine her zamanki gibi çok güzel bir konu bulmuş ve bir o kadar güzel yazmış. Yüreğinize sağlık hocam

  2. Muhammed Bahaeddin Yüksel dedi ki:

    İslam’a dair sokak kültüründen Kur’an’ın içeriğiyle tanışan öğrencilerimizde gerçekten sık rastladığımız bir durumdur ikilemde kalmak. Kıymetli hocam Celal KIRCA bu konuda da kalemini ustaca kullanmış, güzel bir anlatımda bulunmuş. Hocamızın yüreğine sağlık.