İnsanın eğitilebilir bir yapıya/ doğaya sahip olup olmadığı sorusunun cevabını insanoğlunun doğası üzerine düşünüp yoğunlaşarak verebileceğimiz kanaatindeyim. Eğer insanın doğası üzerine yeterince tefekkür edebilir, onun yapıp ettiklerini, davranışlarını, düşünme biçimlerini derinlemesine analiz edebilirsek bu konuda bir cevabımız olur diye düşünüyorum.
İnsan üzerine düşünmeye başlandığında, insanoğlunun maddi/fiziki ve manevi/psikolojik doğasına yönelip, bu doğanın hem fiziki hem de psikolojik açıdan “ne”liği, “nasıl”lığı, farklılığı üzerine kafa yormak en öncelikli iş olmalıdır. Arkasından bu özelliklerinin kendisine neler kattığı, sosyal bir varlık olarak kendisini nasıl inşa ettiği, bu özelliklerinin günlük hayata yansımaları, günlük hayatı kurmadaki, onu değiştirip dönüştürmesindeki etkisi konusunda bir fikrimizin olması gerekir.
Hemen şunu ifade etmeliyiz ki, her bir insanın, hem kendisi ile ilgili, kendi insanlığı üzerinden yaptığı okumalar, yaşanmışlıklar, karşılaştırmalar, değerlendirmeler, bilgi ve tecrübeler hem de yakın çevresi ile ilgili gözlemleri nedeniyle yüzeysel de olsa, alışkanlıklar şeklinde de olsa kendisinin/insanın ne olduğu veya ne olmadığı konusunda bir fikri, bir kanaati bulunur. Ancak bu kanaat daha çok insanın fiziki, yani canlı bir varlık olma boyutu ile sınırlı kalır. Çünkü insanoğlunun geneli yaşayarak, görerek, tecrübe ederek, birebir karşılaştırma yaparak kendilerini inşa ederler. Zihinsel yazılımları da bu şekilde gerçekleşir. Bundan dolayı da onlar somut olaylarla, şeylerle ilgili konularda fikir beyan ederler. Böyle olmakla birlikte insanın sadece etten, kemikten, kandan müteşekkil bir canlı varlık olmadığını da bilirler. Tanımlayamadıkları, anlayamadıkları bu gayp alanını, soyut, metafizik ve içinde gizem barındıran konuları ise dini/imanî bir boyut olarak görürler. O alanda fikir beyan etmezler. O alan onlar için tartışmasız kabul gerektiren bir doğma alanıdır. Sonuçta her bir insan, insanın, her canlı/ölümlü gibi canlı/ölümlü olduğu, ancak sadece bundan ibaret olmadığı yönünde bir algıya sahiptir.
Dolayısıyla insanın, sıradan bir canlı olması yanında şu veya bu düzeyde, düzlemde ve gerçeklikte akleden, düşünen, üreten, değiştiren, dönüştüren, bozan, düzelten, icat eden/yaratan bir boyutunun olduğu her bir insan tarafından yüzeysel bir şekilde de olsa teyit edilir.
Elimizdeki en temel veri, insanoğlunun insanlığının içinde birbirini tamamlayan, birbirini besleyen ancak birbirinden farklı iki boyutun olduğudur. İnsanın da iki boyutu ile birlikte bir bütün olarak eğitilebilir bir varlık olup olmadığını bu iki boyutunu birlikte göz önünde bulundurarak okuduğumuzda, araştırdığımızda sağlıklı bir değerlendirme yapmamız mümkün olabilir.
Öyle ki, insanı insan kılan yanı, her canlı ile ortak olan, yani bir bedene sahip olması değil, bu bedenle ortaya koyduğu, bu bedenin enerjisi ile gerçekleştirdiği, olumlu- olumsuz somut- soyut kazanımlar, davranışlar, eylemler, eserler, etkinlikler, düşünme ve ifade etme yeteneğidir. İşte insanın eğitilebilir olup olmadığı konusunda, var olan eğitim modellerinin, bu iki boyutu da ihata edip edemediğini hem mevcut uygulamaları, uygulamanın çıktılarını hem de insanı bir bütün olarak incelediğimizde bir kanaate varabileceğimizi düşünüyorum.
İlk söz olarak, hayvanları bile ancak tabiatları çerçevesinde, kendi fıtratlarının, doğal yapılarının, özelliklerinden, alışkanlıklarından yararlanarak eğitip terbiye edebilmek, evcilleştirebilmek mümkün oluyorsa, bunun aksinin başarısızlıklarla sonuçlandığını biliyorsak insanın eğitiminin daha zor ve komplike bir iş olduğunu ifade edebiliriz. Öyle ki kuşlar, böcekler, köpekler, kediler, atlar, filler ve diğerleri ancak kendi fıtratları çerçevesinde eğitilebiliyor, şartlandırılabiliyor veya evcilleştirilebiliyor. Şartlandırmanın bile bir veri ve temel üzerine olması gerekiyor.
Örneğin bir ayının, bir aslanın, kaplanın, penguenin, yılanın, kertenkelenin, kangurunun kendi doğasının aksine evcilleştirilmeleri bugüne kadar mümkün olmamış, ancak bir süreliğine ve belli bir çerçevede şartlandırılıp eğitilebilmesi, doğalarının değiştirilebilmesi sadece o denek üzerinde mümkün olabilmiş. O türün tümünü ihata edememiş. Hayvanlar âleminde bile hal böyle iken insanlık için tüm insanlığı ve o insanın her bir boyutunu kapsayacak bir eğitim sistemi nasıl kurulabilir veya hem birey bazında hem de toplum bazında böyle bir eğitim nasıl mümkün olacaktır? Ancak insanoğlu böyle bütüncül ve derinlikli bir arayışa girmeden sadece onun hayvani/canlı boyutu ilgilenmiş ve sistemini onun bu boyutunu esas alarak (hayvanları terbiye etmede kullandığı yöntemlere benzer yöntemler geliştirerek) kurmuştur.
Yeryüzündeki türler arasındaki bu gerçekliğe rağmen insanoğlu bu durumu kabullenmemiş, tarih boyunca hayvanlara uyguladıklarından daha ağır şartlandırma yöntemleri ile hemcinsini, onun doğasının hilafına değiştirip dönüştürmeye, istenilir davranışlar sergilemeleri için şartlandırmaya çalışagelmiştir. Yapılan şey sadece insanın doğasının tahribi ile değil, insanın elinin değdiği her şeyin tahribi ile sonuçlanmıştır. Özellikle son iki yüz yılda yaşananlar ve yapılanlar bu iddiamızı kanıtlar niteliktedir.
Evet insanın bu beşerî/canlı yanı yakın çevresinden doğrudan etkilenir. Çevresi onu bir şekilde o çevrenin bir parçası kılar. O çevrenin dilini konuşur, davranışlarını benimseyip tekrarlar. O çevreyi, o çevrenin değerlerini kendisine kimlik edinir. Kısacası o çevrenin insanı olur. Çünkü insan biraz çevresi ile birlikte insandır, sosyal olma boyutunu hatta kendisini ifade edebilme yeteneklerini doğal çevresi sayesinde elde eder. Yaşanılan süreç doğal bir öğrenme ve kişinin kendisi olma süreci ise burada fazla bir sorun yoktur. Hayvani/ canlı olma boyutu ile başlayan bu oluşum ve öğrenme süreçleri zaman içerisinde insanın diğer boyutuna da sirayet eder. Bu doğal öğrenme süreçleri herhangi bir zorlama ve şartlandırma olmaksızın, (etkilenme ve etkileme, toplumun göreceli yönlendirmesi ile sınırlı kalarak) bir süreç içerisinde bireyler ve toplumlar kendi oluşumlarını tamamlarlar.
Ancak çoğu zaman hem dini hem de siyasi otoriteler bu doğal sürece müdahale ederek topluma ait bireylerin “istenilen” davranışları elde edip günlük hayatta onları sergilemesini isterler; toplumu da bu yönde yönlendirmeye çalışırlar. Bu yönlendirme sadece örneklik düzeyinde kalarak yapılsa burada da fazla bir sorun görünmeyecektir. Ancak insanoğlunun tarihi yönlendirmelerin daha çok birey ve toplum üzerinde baskı kurularak yapıldığını ortaya koyduğu için bu tür yönlendirmeler de bir çeşit şartlandırmaya dönüşmektedir.
Dolayısıyla ister modernite öncesi dönemde veya modernitenin tam olarak giremediği çevrelerde isterse modernite sonrası dönemde olsun çocuklar, doğal öğrenme süreçlerine tabi olamadan, baskın ve egemen kültür ve anlayışların etkisi ile kendi iradelerine rağmen o çevrenin rengine bürünüp çevrenin istediği kalıba girmek durumunda kalırlar. Gelinen bu aşamada bazı aileler ve irade sahipleri bu durumu istenilmeyen bir şey olarak kabul edip çocuğu bu çevreden korumak, uzaklaştırmak ve farklı değerler yüklemek için farklı şartlandırma sürecine tabi kılarlar, örneğin onları özel eğitim-öğretim süreçlerine tabi kılarak onlara farklı davranışlar ve değerler kazandırmak isterler. Bu da çocuğun kendini ve çevresini keşfetmede, kendi özel yeteneklerinin ortaya çıkmasında öncekilerden daha az sorunlu olmayan bir eğitim sürecine tabi kılınarak farklı bir şartlandırma ile karşı karşıya bırakılmış olur. Aslında her iki durumda da çocuğun kendisini ve çevresini keşfetmesi sağlanmamış olur.
İnsanı şartlandırarak bir süreliğine ona bazı davranışlar kazandırabiliriz. İnsanın fiziki yanı buna izin veriyor. Ama o sadece fiziki boyuttan ibaret bir varlık değil ki. Bu şartlandırmalar çerçevesinde o, bir süreliğine istenilen davranışları sergileyebilir. Bir süreliğine onun öteki boyutunu unutması sağlanabilir, metafizik boyutu örtülebilir. Ancak yapılan şey sadece bir erteleme olur. Zaten yapılan ve var olan da budur. Ancak bu eğitimin/şartlandırmanın sadece onun hayvanı/canlı olma yanı ile sınırlı kalması nedeniyle (çünkü bu bir zorunluluktur), gerçek anlamda aydınlanmış, eğitilmiş bir bireyden söz etmemiz de mümkün olmuyor. Çünkü onu diğer canlılardan ayıran boyutu bir süreliğine örtülse, köreltilse, kirletilse ötelense bile bu çaba onda kalıcı ve her insanda aynı şekilde tecelli eden bir şartlandırmayı mümkün kılmıyor.
Son beş yüz yıllık eğitim öğretim tarihine baktığımızda din hizmetleri ve meslek edinme/edindirme ile ilgili çalışmaları bir tarafa bırakarak (bu konuyu ayrı değerlendireceğiz) konuşacak olursak bu eğitim öğretim, insanın canlı olma boyutu ve bedeni hazları, refleksleri esas alınarak yapılmıştır. Böyle olunca yapılan eğitim tek boyutlu olmuş ve bir şartlandırma çalışmasından öteye gidememiştir. Yapılan bu eğitim-öğretim onu ya bir robota dönüştürerek çevresindekilerin aynısına dönüştürmekte ya da çevresi ile çatışan, çevresine ayar vermeye çalışan kendisinde doğaüstü güçler bulunan üstün bir tür/ırk olduğu zehabına kapılmasına neden olmaktadır. Böylece o her durumda doğallığını kaybederek hem toplumsal hem de biyolojik, tabii çevresinin tahrip edilmesine sebep olmaktadır.
Kısacası bu eğitim öğretimin bir sonucu olarak elde ettiği imkân ve beceri ile doğayı tahrip edip bir halden başka bir hale dönüştürmüş, hem kendi cinsi arasındaki hırs ve kavga nedeniyle hem de doğanın tahribatının yol açtığı sıkıntılar nedeniyle küresel çapta felaketlere neden olmuş ve olmaya da devam etmektedir. Eğer eğitimden şartlandırmayı anlıyorsak ve yapılanları, kullanılan yöntemleri doğru ve meşru olarak görüyorsak insanı insan kılan özellikleri keşfetmemiz, değerli olanlarını yüceltmemiz başka bir bahara kalmış demektir. Ayrıca mevcut durumdan şikâyet etmenin de bir gerekçesi yoktur.
Dünyanın ticari hacmi en büyük sektörünün eğitim-öğretim sektörü olduğu herkesin malumudur. Bu büyük olma durumu sektörün hem sermaye yapısı ve dönen para için hem de muhatap kesiminin sayısal büyüklüğü için söz konusudur. Ayrıca eğitim, devletlerin, iktidarlerın hem kendi halkına hem de diğer halklara karşı kullandığı en kıyıcı ve en etkili silahıdır. Hele bu eğitim öğretimin okullaşmış hali, J. T. Gatto’nun deyimi ile “bir kitle imha silahından başka bir şey değildir.” Öncelikle bu gerçekliğin altını çizmekte yarar var.
Evet, böyle bir sistem ile insanı/insanları diğer insanlardan, toplumlardan, farklı çevre ve coğrafyalardan, farklı sosyal ve kültürel durumlardan soyutlanarak bir müddet hayatlarını tek boyutlu olarak sürdürebilmeleri sağlanabilir. İnsan geçici olarak tek boyutlu bir varlığa dönüştürülebilir, diğer boyutu unutturularak fıtratına yabancılaştırılabilir. Ancak o, hem doğasındaki, hem de çevresindeki pek çok uyarıcı ve uyandırıcı araç, durum ve yaşadığı travmaların, olayların etkisi ile metafizik boyutu ile yani gerçek insanı yanı ile yüzleşmek durumunda kalır. Yani er geç bir şekilde kendi gerçekliğinin ve insani bütünlüğünün farkına varmak durumunda kalacağından, bu şartlandırılmışlık, bu eğitilme hali ilelebet devam etmez. Bu durum bazen bir kuşak bazen birkaç kuşak sürebilir. Ama onlar bir şekilde çevrenin, şartların değişmesi ve sınırsız sayıdaki etkenin, tetikleyicinin devreye girmesiyle kendi gerçeklileri ile, bütüncül yapısı ile yüzleşme durumunda kalıyorlar, kalacaklardır. Kalacaklardır ama alternatifleri olmadığı için bir süre kurban alacağını bilen kurbanlık hayvan durumundan da çıkamayacaklardır.
İnsanın, kurban olacağını bilen kurban koyun hali onun en çok arayış içerisinde olduğu, yol aradığı, çözümler aradığı, kendisini ve çevresini sorguladığı, yarına yönelik planlar yaptığı bir döneme karşılık gelir. Aslında bu dönemler onun en dinamik olduğu, zihninin, kulaklarının en açık olduğu, empati yapabilme halinin en yoğun olduğu verimli ve doğurgan zamanlarına tekabül eder. Bu açıdan kendini özgürleştirmek için yollar aramanın ötesinde özgürlüğün kıymeti, sorumlu olmanın anlamı bu süreçlerde aynel yakin olarak hissedilir ve bilinir.
Bu nedenle bu süreçleri yaşayan insanlar ancak farklı önerilere ve farklı süreçlere açık olurlar, mevcut eğitim-öğretim algısının ve sisteminin dışına çıkmadan insanın iki boyutunu da muhatap alan gerçek bir öğrenme modelinin ortaya çıkmayacağını tartışmaya başlayabilirler. Çünkü, mevcut Eğitim- öğretimin felsefesini, anlam ve gayesini, çerçevesini, amaç ve hedeflerini, devlet, aile ve öğrenciler tarafından nasıl algılandığını, ne tür beklentilerin olduğunu veya oluşturulduğunu, en önemlisi de çıktılarını tartışmadan mevcut eğitim anlayışlarını eleştirisini yapmış olmayız. Bu konularda yoğunlaşmadan, bu yapı ile ilgili bir kanaate sahip olmadan sistemin ıslahı ile ilgili önerilerde bulunmanın hem gerçekçi hem de anlamlı olmayacağını düşünüyorum.
Aslında sistemin ıslahından söz etmek mevcut eğitim algısını olumlamak ve şu ana kadarki çıktılarını meşrulaştırmak anlamına geleceği için hiçbir önerinin sistemi ıslah etmeye gücü yetmeyecektir. Çünkü sistem kendisi, kendisini değiştirip dönüştürmeye yönelik her öneriyi veya projeyi akim kılacak özelliğe sahiptir. Ne yapılırsa yapılsın sistemin çıktısında bir değişiklik olmamaktadır, olmayacaktır. Beş yüz yıllık tecrübe bunu göstermiş durumdadır. Esas olanın çıktının/mezun öğrencin niteliğinin ne olduğudur. Dolayısıyla önce mevcut sisteme alternatif, insanın bütününe seslenen modelin/ sistemin ortaya konması, sonrasında bu yeni sisteme geçiş sürecinin aşamalarının konuşulması mümkün olur. Aynı zamanda teorik düzeyde de olsa bir kıyaslama ve karşılaştırma yapma imkânı ortaya çıkar.
İnsanın bütününe yönelik nasıl bir öğrenme modeli olmalıdır sorusunun cevabını aramaya devam edeceğiz inşallah…
Gelişen Olaylara İslami Bakışın Adresi