Prof. Dr. Mustafa TEKİN
Modernlikle başlayan süreç insanlığın bir özgürleşme süreci olarak takdim edildi ve hala modern dünya=özgürlük şeklindeki bir formülasyon bütün handikaplarına rağmen işletilmeye devam ediyor.
Modernlik insanın (bunu insanlık olarak da okuyabiliriz) Tanrı’ya referansta bulunmadan bir dünya inşa edebileceğine dair inancını ifade eder her şeyden önce. Böyle bir süreçte, ontolojik olarak insan Tanrı’nın yerine ikame olurken, epistemolojik olarak da insan üretimleri bilgiler Tanrısal bilgi gibi bir kesinlik içerisinde sunuldu.
Fakat ilerleyen süreçte postmodernlik gerek aklın gerekse bilimin evrenselleştirici doğası ve iddialarına karşı çıkarak, bugün gelinen noktada tek başına insanı (ben olarak okuyunuz) ontolojik merkez kılarken bilmenin sınırlarını da bireyin sınırlarına doğru çekti. İnsanlık henüz bütün sonuçlarını görmediği böyle bir sürecin bütün handikaplarını henüz yaşamadığı için, başına ne geleceğinden habersiz gülmeye devam ediyor. En başta dış dünyadaki sabitelerini kaybettiği için bir görelilik içerisinde kaybolmaya mahkumdur. Bazıları, “herkesin bilgisi kendine” şeklinde özetlenebilecek postmodern süreci özgürlüğün doruk noktası olarak okuyor. Ancak bunlar henüz resmin bütününü görmedikleri için üç adım ötesini hesap edecek durumda değiller.
Dünya insanı teorik olarak böyle bir çıkmazın içindeyken, pratikte küresel kapitalizmin ağları içerisinde köleleşmek için adeta yarışmaktadır. İlginç olan ise bu köleliğin özgürlük formatları içerisinde sunulması. Yani insan özgürlüğe koştuğunu zannederken, kendi boynunu bağladığının farkında değil. Bunu da tüketim ve borçlanma ile yapmaktadır.
Dünya ölçeğinde büyük bir gelir adaletsizliği bulunmaktadır. Zygmunt Bauman’ın verdiği rakamlara göre dünyada % 10’luk kesim dünya kaynaklarının % 85’ini almaktadır. Geri kalanlar ise borçla hem köleleştirilmekte hem de ayakta tutulmaya çalışılmaktadır. Aslında şu anda gerçekleştirilmeye çalışılan değişim de, bu global sistemi ayakta tutmak üzere “Cesur Yeni Dünya” cinsinden postmodern bir tahakküm kurmak.
Hakikatin gözden düştüğü böyle bir ortamda, enformasyon bolluğu ancak hakikatin gözden kaybedilmesi ya da yeni bir hakikat yaratılmasını sonuçlamaktadır. Tam da böyle bir noktada köleliğine doğru istekli bir şekilde koşturan insanlara gözden düşürülmeye çalışılan Tanrı’nın kitabından birkaç kavram hatırlatacağım. Bu hatırlatma, bir yandan insan için karmaşıklaştırılan hayata dair bir sadeleştirmeyi, diğer yandan insanın kurtuluşunun yegane imkanının Tanrı olduğuna bir göndermeyi ifade etmektedir.
Kur’an-ı Kerim insanlık tarihini bir grand theory olarak okur: Hak ve Batıl. Bu iki kavram arasındaki temel fark; ilkinin adaleti, hakikati, hakkı merkeze alması karşısında ikincisinin gücü merkeze almasıdır. Aslında tarih boyunca insan değişmemiştir. Eline güç araçlarını geçirdiği andan itibaren diğerleri üzerinde tahakküm kurmaya girişmektedir. Yalnızca bu tahakkümün formları değişmektedir.
Batıl verili olan gerçekleri değiştirmeye çalışan, gerçekliği gücün emrine koşan, bugün için global aktörlerin istekleri doğrultusunda yeniden gerçeklik yaratmaya çalışan bir şekilde tebellür etmektedir. Bugün için Hak, Tanrı, insan ve eşyanın yerli yerine konulduğu bir dünyayı yeniden inşa etmektir.
İkincisi, erken inzal döneminde “Fekkü Rakabe (kölelere özgürlük)” mottosudur. Özgürlük, serbest piyasa koşullarında daha çok borçlanarak raflardan ürün seçmek değildir. Özgürlük bugün bölüşümde adaletsizliğe, daha çok borçlandırılmaya; hasılı insan olarak tüm bağımlılıklara itiraz etmektir. Giderek tabiattan kopan, kendisi olmaktan çıkarak yabancılaşan distopik insan figürü için özgürlük hala güçlü bir çağrı olarak vardır.
Üçüncüsü; takva kavramıdır ki, insanın kendisini kuşatan her türlü yozlaşmalar karşısında titiz davranması, kendisini koruması ve muhafaza etmesini ifade eder. Kur’an-ı Kerim daha en başta “bu kitap müttakiler (arınmak isteyenler) için yol göstericidir” derken Tanrısal kılavuzluğun niçin değerli olduğuna da atıfta bulunmaktadır.
Bugün insanlık ağır bir tehdit altındadır. Tam da bu sebeple insanlığa yeni bir dayanışma hattı çizmek gerekmektedir. Bu hattın temel belirleyicisi “Hak”kı ayağa kaldırmak, batılı tüm insanlık nezdinde ifşa etmek, zulme, köleliğe karşı durmak; ve tüm bunları yaparken de paçasını kötülüğe kaptırmamak. Bu anlamda takva da bu dayanışma hattının metodolojisi gibi durmaktadır.
İslami literatürde adalet her şeyi ait olduğu yere koymak, zulüm de bir şeyi ait olmadığı yere koymak şeklinde tanımlanmaktadır. İnsanlık epey zamandır Tanrı da dahil olmak üzere her şeyi ait olduğu yerin dışına yerleştirdi. Tam da bu sebeple insan da tabiat da eşya da bozuldu (fesada uğradı). Şimdi ilk görev her şeyi yerli yerine oturtmak.