Mesnevî’de geçen bir hikâye vardır: Adamın biri; Arap, Türk, Rum ve İranlı olan dört arkadaşa bir dinar verir. Arkadaşlar bu dinar ile ne alacakları konusunda aralarında tartışmaya girerler. İranlı “engür alıp yiyelim” der. Arap “hayır olmaz, ben ıneb isterim”, Türk ise “en iyisi üzüm almak” diye itiraz eder. Bu konuşmalar üzerine Rum: “Hiç tartışmayın! İstafil alalım, olsun bitsin” der. Aralarında anlaşamayınca tartışma büyür ve sonunda kavgaya dönüşür. Onların bu kavgasını gören ve bu dört dile de vâkıf olan birisi “durun, hepinizin de istediği olacak” der ve parayı ellerinden alarak pazardan onlara “üzüm” getirir. Kavga eden arkadaşlar o zaman anlarlar ki; hepsi de kendi dillerinde aynı şeyi yani “üzüm” istiyorlarmış ama bunu farklı kelimelerle anlatıyorlarmış. İşte bu hikâye ile Mevlânâ, ayrılığın yalnızca isim ve sûretlerde olduğunu, hakîkatin ise “bir” olduğunu, bu ikiliğin ise yalnızca tüm dilleri bilen “Süleymân” vasıflı biriyle kaldırılacağını bize anlatmaya çalışmaktadır.
Görülüyor ki; Allah katında “insanlık” bir bütündür ve insanın ezelî mutluluğunu hedef alan din de özü itibariyle aynı hakîkattir. İlâhî vahyin son temsilcisi olan Hz. Peygamber “Bütün insanlar Âdem’in çocuklarıdır ve Âdem de topraktan yaratılmıştır” der. Bütün bunlar, beyazın siyaha, Arabın Arap olmayana, zenginin yoksula, güçlünün zayıfa, erkeğin kadına üstünlük taslamasının yersizliğini ve yanlışlığını bize anlatmaktadır. Hz. Peygamber’in “Vedâ Hutbesi”ndeki konuşmasına “Ey insanlar!” diye başlaması, konuşmanın içeriğinde de “kavmiyetçiliğe, ırkçılığa” karşı çıkan ifadeleri ön planda tutması ve kadın hakları konusunda insanların dikkatini çekmesi çok düşündürücüdür. Bu konuda Kur’ân’ın insanlara verdiği ölümsüz mesaj şudur: “Ey insanlar! Bakın, Biz sizi bir erkek ve bir kadından yarattık ve sizi kavimler ve kabileler hâline getirdik ki birbirinizi tanıyabilesiniz. Şüphesiz, Allah katında en üstün olanınız, O’na karşı derin bir sorumluluk bilincine sahip olanınızdır. Allah her şeyi bilendir, her şeyden haberdar olandır.”[1]
Dikkat edilirse bu âyet de “Ey insanlar!” diye başlıyor ve orijindeki biyolojik kardeşlik eşitliği vurgusunu bütün insanlar için geçerli olan insan onurundaki eşitliğe yansıtıyor. Yani, bize; bir diğerimiz üzerinde hiçbir kalıtımsal üstünlüğe sahip olmadan tek bir insanlık ailesine mensup olduğumuzu bilmemiz gerektiğinin hatırlatmasını yapıyor. Anlaşılıyor ki; insanların “kavimler ve kabileler”e dönüşmesi, görünürdeki farklılıklarının ardındaki temel insanî birliği/birlikteliği anlama ve takdir etme eğilimini azaltmayı değil, tersine bu eğilimi arttırmayı amaçlamaktadır. Bunun karşılığında da bütün ırkçı, milliyetçi/kavmiyetçi veya kabilevî önyargılar kınanmıştır. Bütün bunlardan sonra da insanın gerçek değerinin Allah’a karşı olan sorumluluk bilinciyle ölçüleceği gerçeği açıklanmıştır. Âyette sosyolojik dinî kimliğin değil, insanın sadece Allah’a olan teslimiyetinin ve O’nun irâdesini hayata yansıtmasının üstünlük olduğunun gösterilmesi dinin de bir olduğunu bize açıklıyor.
Kur’ân; bölge, iklim, renk, ırk, mevki ayrımı yapmadan bütün insanlara hitap eder. Bunun iki anlamı vardır: İlki mesajın/dinin evrenselliği, ikincisi ise insanın yaratılıştan saygıya değer olmasıdır. Allah “âlemlerin Rabbi”, Peygamber “âlemlerin rahmetidir”. O halde, âlemleri kuşatan bir mesaj bütün âleme hitap eder. Bu hitap karşısında her insan eşit haklara sahiptir. Bu nedenle dinde; resmî mâbed, resmî mezhep, resmî din adamı olmadığı gibi ne hiyerarşi, ne aristokrasi ve ne de kırallık vardır. Din/İslâm, insanlığın birliğini zedeleyecek sınıfsal farklılıklara hayat hakkı tanımaz. O halde, bütün insanlar saygıya lâyıktır. Allah ve Peygamberi sevmek bütün insanları sevmeyi gerektirir. Ne Allah mesajını gönderirken ayrım yapmıştır, ne de Hz. Peygamber mesajı tebliğ ederken ayrım yapmıştır.
Kur’ân, hitaplarını bütün insanlığa yöneltir ve seslenişini şu tâbirlerle gerçekleştirir: “İnsan[2], kul[3], insanoğlu[4], beşer[5], men[6].” Bütün bu tâbirlerle hitap edilen fertler topluluğu bir ümmet oluşturur. Bu ümmet, Hz. Peygamber söz konusu olduğunda, bütün insanlıktır ve bu noktada bütün insanlar kardeştirler.[7] Bu kardeşlik ırk, renk, dil, bölge esasına değil; iman esasına dayanır. Önemli olan biyolojik kardeşlik değil, yol kardeşliğidir. Yol kardeşleri aynı hakların, aynı şereflerin sahibidirler ve Allah’a kullukta tek bir ümmet olmuşlardır. Bu gerçekliği ifade eden Kur’ân âyeti şudur: “Muhakkak ki, bu sizin ümmetiniz bir tek ümmettir; çünkü hepinizin Rabbi Benim; öyleyse Bana karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun!”[8]
Dikkat edilirse âyet, hangi tarihî isimlendirme altında olursa olsun, gerçek anlamıyla Allah’a inanan herkese hitab etmektedir. Kur’ân, Allah’ın elçilerinin hepsini içine alan önceki atıfla, zamanın ihtiyaçlarına ve hitab ettikleri toplumların tâbi olduğu izafî şartlara bağlı olarak getirdikleri uygulamaya ilişkin ilke ve kurallar arasındaki hâricî ve biçimsel farklılıklar ne olursa olsun, bütün peygamberlerin aynı temel gerçeklerle gönderildiklerine, aynı temel gerçekleri tebliğ ettiklerine işaret etmektedir.
Bu düşünceye kaynaklık edecek bir başka âyet de şudur: “Ve sana, [ey Peygamber], hakîkati ortaya koyan bu ilâhî kelâmı, geçmiş vahiylerden bugüne kalanı tasdik edici ve içinde hangi doğruların bulunduğunu belirleyici olarak indirdik. Öyleyse, [ey Peygamber,] geçmiş vahyin izleyicileri arasında Allah’ın indirdiklerine uygun olarak hüküm ver, ve sana gelmiş olan hakîkati terk ederek onların mesnetsiz görüşlerine uyma. Biz, her biriniz için [farklı] bir sistem ve [farklı] bir hayat tarzı belirledik. Eğer Allah dileseydi, hepinizi bir tek topluluk yapardı. Ama indirdikleri aracılığıyla sizi sınamak için [başka türlü diledi]. O halde hayırlı işlerde yarışın! Hepinizin dönüşü Allah’adır; o zaman Allah, ayrılığa düştüğünüz şeyleri size gösterecektir.”[9]
Âyetin başında Kur’ân’ın “Müheymin” olarak tanımlanması onun, geçmiş kitaplarda neyin gerçek neyin gerçek dışı olduğuna karar vermenin belirleyici ölçüsü olduğunu vurgulamak içindir. Yine Hz. Peygamber’in geçmiş vahyin izleyicileri arasında hüküm vermesi yalnızca hukukî ihtilaflar için değil, ama aynı zamanda ahlâkî anlamda neyin doğru neyin yanlış olduğuna dair hükümler için de geçerlidir. Bu âyetten önceki âyette “İncil’in izleyicileri”nin ve baştaki pasajlarda da Tevrat’ın anılmasından açıkça anlaşılacağı gibi, burada sözü edilen halk hem yahudiler hem de hıristiyanlardır.
Fakat asıl bizim konumuzu ilgilendiren nokta âyette zikredilen “her biriniz için farklı bir sistem ve farklı bir hayat tarzı belirledik” ezelî gerçeğidir. Bu ifadenin orijinalinde geçen “şir’a/şerîat” ve “minhâc” terimleri yeni din dilinin oluşturulmasında önemli rolü olan kelimelerdir. Şir’a lafzî olarak, insanların ve hayvanların yaşamaları için zorunlu olan su ihtiyacını karşıladıkları “su kaynağına giden yol”u gösterir ve Kur’ân’da bir topluluğun sosyal ve mânevî refahı için gerekli olan bir hukuk sistemini göstermek için kullanılır. Minhâc terimi ise, genellikle soyut anlam taşıyan “açık yol”, yani bir “hayat biçimi” anlamına gelir. Ancak, şir’a ve minhâc terimleri, yalnızca belli bir inanç sistemi ile ilgili kanunları değil aynı zamanda Kur’ân’a göre Allah’ın her peygamberi tarafından tebliğ edilen bütün değişmez, temel mânevî hakîkatleri de kapsayan din teriminden anlam olarak daha dar kapsamlıdır. Çünkü peygamberler tarafından tesis edilen belli bir hukuk sistemi yani “şir’a veya şerîat” ve tavsiye edilen hayat biçimi yani “minhâc”, zamanın ihtiyaçlarına ve her toplumun kültürel gelişmesine bağlı olarak değişir. İşte bu “çoklukta birlik” Kur’ân’da sıkça vurgulanmıştır.[10]
Kur’ân, öğretilerinin evrensel geçerliliği ve metinsel değişmezliği ile Hz. Peygamber’in “hâtemü’l-enbiyâ” yani peygamberlerin sonuncusu[11] olması sebebiyle bütün vahiylerin zirvesini temsil eder ve rûhî/mânevî tatminin en son, en mükemmel yolunu ortaya koyar. Ancak Kur’ân mesajının bu benzersizliği, önceki inançların mensuplarını Allah’ın rahmetine ulaşmaktan alıkoymaz. Çünkü –Kur’ân’ın sıkça işaret ettiği gibi– onlar arasından Tek Allah’a ve Hesap Günü’ne yani bireyin ahlâkî sorumluluğuna katıksız biçimde inananlar ve erdemlice bir hayat yaşayanlar, “ne korkacak ne de üzüleceklerdir”.
Bir yoruma göre minhâc, “Allah’a, Peygamber’e ve âhirete iman gibi dinin açık, sabit, sürekli; zamana, mekana ve ahvale göre değişmeyen esasları” demektir. Buna göre dinin değişmeyen esaslarına minhâc, zamana, mekana ve ahvale göre değişebilen ayrıntılarına da şir’a/şerîat denilmektedir. Bununla birlikte her ikisinin de aynı anlama geldiğini, âyette birinin diğerini pekiştirmek maksadıyla zikredildiğini kabul edenler de vardır.[12] Bu iki kavramdan anlıyoruz ki; yeni din dilinin insanlığa yönelik evrensel çağrısı, önce temel/değişmez değerler olan “minhâc” üzerinden yürütülmelidir. Sonra da bu yeterlilik koşulu/temeli üzerine Son Peygamber’le tamamlanan ve geçmiş vahiyleri tasdik eden ve düzelten Kur’ân’ın temsil ettiği “şir’a/şerîat”a, yaşanacak güzel örneklikle zemin hazırlanmalıdır. Ama böyle bir yolu izlemek yerine son vahyin “şir’a”sını bir zorunluluk olarak insanlığın önüne koymak/dayatmak “[Bütün insanlığı] hikmetle ve güzel öğütle Rabbinin yoluna çağır”[13] âyetinin rûhuna aykırı davranmak olduğu gibi “dinde zorlama yoktur”[14] ilkesine de ters düşmektedir.
Bu izahlardan sonra tekrar başlığımıza dönersek deriz ki; insanlık bir bütünse –ki öyledir– din de birdir ve bu dinin adı “Allah’a teslim olma/Allah’ı tevhid etme” anlamında “İslâm”dır. Aslında Kur’ân, bu hakîkatten ayrılmış tüm “Ehl-i Kitap”a buluşacakları çatıyı/dini çok açık bir şekilde vurgulamıştır: “İyilik yaparak kendini Allah’a teslim eden ve hanîf olan İbrâhim’in dinine uyandan daha güzel dinli kimdir?”[15] Sözünü ettiğimiz bu din dilini kendi zamanında iyi anlamış olacak ki, Kânûnî Sultan Süleymân Kudüs’ün Yafa Kapısı girişine şu kitabeyi yazdırmıştır: “Lâ ilâhe illallâh İbrâhim halîlullâh.
NECMETTİN ŞAHİNLER
MİRATHABER.COM -YOUTUBE-
YAZARIN DİĞER YAZILARINA ULAŞMAK İÇİN BURAYA TIKLAYINIZ
[1] Hucurât/13: “Yâ eyyühe’n-nâsü innâ halaknâküm min zekerin ve ünsâ ve cealnâküm şuûben ve kabâile li teârafû, inne ekrameküm ındallâhi etkâküm, innallâhe alîmün habîrun.”
[2] A’râf/185; Fâtır/5.
[3] Meryem/93; Hicr/49.
[4] A’râf/26, 31, 35, 172.
[5] Şûrâ/51; Müddessir/31, 36.
[6] Akıl sahibi varlık.
[7] Hucurât/10.
[8] Mü’minûn/52: “Ve inne hâzihî ümmetüküm ümmeten vâhıdeten ve ene rabbüküm fettekûni.”
[9] Mâide/48: “Ve enzelnâ ileyke’l-kitâbe bi’l-hakkı musaddıkan limâ beyne yedeyhi mine’l-kitâbi ve müheyminen aleyhi fahküm beynehüm bimâ enzelallâhu ve lâ tettebi’ ehvâehüm ammâ câeke mine’l-hakkı li küllin cealnâ minküm şir’aten ve minhâcen ve lev şâallâhü le cealeküm ümmeten vâhıdeten ve lâkin li yeblüveküm fî mâ âtâküm festebiku’l-hayrâti ilallâhi merciuküm cemîan fe yünebbiüküm bimâ küntüm fîhi tahtelifûne.”
[10] Bakara/148; Enbiyâ/92-93.
[11] Ahzâb/40.
[12] Elmalılı, III, 1698.
[13] Nahl/125.
[14] Bakara/256.
[15] Nisâ/125: “Ve men ahsenü dînen mimmen esleme vechehû lillâhi ve hüve muhsinun vettebea millete ibrâhîme hanîfen. Vettehazallâhü ibrâhîme halîlen.”
çok güzelll…