Vicdan mekanizmasının unsurundan birisi olan irade, “bir eğilim veya eğilimdeki tasarruftur”, yani bir “iç yöneliş” veya o iç yönelişi kullanma yetkisidir. Buna göre iki şeyden birini seçme durumunda bulunan bir insan, o iki şeyden herhangi birini seçme gayretinde bulunur. Bu yönüyle irade, bir şeyi yapmak veya yapmamak noktasında insana verilen fıtrî güç veya iktidardır, yani insanın herhangi tarafa meyletme veya meyletmeme kuvveti ve isteğidir. Bir konu hakkında bilinçli bir seçme gücü olması hasebiyle irade, kişiyi, davranışlarının ve fiillerinin neticelerinden mesul hâle getiren ahlâkî bir ilkedir.
Manevî boyutuyla irade, “nefsin isteklerini aşma, bedenin arzularına başkaldırma, Hakk’ın rıza ve hoşnutluğunu kendi istek ve dileklerine tercih ederek, kendine rağmen her yerde ve her durumda O’nda ve O’nun muradında fâni olmak” şeklinde tanımlanabilir. Allah-insan ilişkileri boyutuyla iradeyi, iki kısma ayırabiliriz:
a) İrade-i Cüz’iyye (Cüz’i İrade): Az ve zayıf irade anlamına gelen irade-i cüz’iyye, Allah tarafından insanın kendi yetkisinde bıraktığı istek ve arzudur. Buna göre, insanın irade yetkisi sınırlı ve Yaratan’ın irade-i külliyesine, yani O’nun dilemesine bağlıdır. Kişi, bireysel iradesiyle, hak çizgisinde her zaman gayret, azim ve kararlılık göstermelidir. Bireysel iradeye yüklenen değer sayesinde insan, azim ve sabır ile manevî tekâmül yolculuğuna çıkabilir.
b) İrade-i İlahiye (Küllî İrade): Allah’ın mutlak manada her şeye şamil emri ve isteğidir. Bir başka ifadeyle, Yaratan’ın sınırsız iradesi, evrensel, kayıtsız ve şartsız hâkimiyetidir. Bir insan, cüzî iradesini Yaratıcının sonsuz iradesiyle bütünleştirirse, sınırlı iradesiyle sınırsızlığa erişebilir. Maddeten zayıf iken, güçlü hâle gelebilir.
İradenin özel mahiyetine gelince. Bilindiği gibi, varlığımıza ait bütün uzuvlar yaratılmıştır. Buna göre bunların fiilen mevcut olduğunu söyleyebiliriz. Ancak, irade için bu durum, biraz farklıdır. İradenin haricî bir vücudu olmadığı için, yaratılmış değildir. Yaratılmış olmamakla birlikte yine de Allah tarafından bilinen manevî bir haslettir. Bir başka ifadeyle ilmî plânda iradenin dahî fiktif (itibarî) bir vücudu vardır. İrade, diğer yaratılanlar gibi mevcut olarak yaratılmadığı için, cebrî değildir, yani kişi, yaptıklarından sorumludur.
Maneviyat Ekseninde İradenin Kullanımı
Küllî irade ekseninde maneviyat odaklı bir hayat yaşamak isteyen kişi, teşriî (dinî) emir ve yasaklara riayet etmeli, yani kendisini yoktan var eden Yaratan’ın yap veya yapma dediği hususlarda azamî derecede dikkatli olmalıdır. Daha sonra kişi iradesiyle tekvinî (yaratılışa ait) emirlere riayet etmeli, yani Allah’ın âlemdeki cari sünnetine (Sünnetullah; Fıtratullah) uygun hareket etmelidir. İnsan, ruh ve nefis taşımasından dolayı hayra da şerre da açık bir takım fıtrî duygu ve yeteneklerle donatılmıştır. Bu yetenekler âdeta iç içedir. İnsan, iradesiyle bu kabiliyetleri dengeli bir şekilde kullanma becerisini gösterebilirse, potansiyel istidatların üstünde manevî bir konuma gelebilir. İradesini, hak rızasını kazanma idealine uygun bir şekilde kullanan her insan, elde edeceği manevî huzur ile bazen meleklerin önüne bile geçebilir.
Ancak, iradesini yerli yerinde kullanmayan bir insan, hem manevî dengesini kaybedebilir, hem de manevî çalkantılara girebilir. Meselâ yapılması gerekenleri yapmadan her şeyi Allah’a havale eden bir kişi, cüz’i iradesini kabul etmediğini gösterir. İnsanın hareketlerinin kendi elinde olmadığı anlamında gelen bu tutum ve davranış, insanın manevî ve sosyal hayatını zedeleyebilir. Doğrusu işlerin, fevkaladeliklere göre değil, sebeplere göre planlanmasıdır. Nitekim yüce Peygamberimiz (sav), Uhud Savaşında üzerindeki zırhının üstüne bir zırh daha giymesi, tedbir alarak tevekkül etmenin önemini gösterir.
Dolayısıyla kişi, Allah’ın, irade üzerine çok şeyleri bina ettiğini düşünerek, iradenin küçüklüğüne büyüklüğüne bakıp aldanmadan günlük hayatında iradesinin hakkını vermeli, yapılması gerekenleri iyi niyet ve teenni (ihtiyat ve dikkat) içinde yapıp, neticeyi Allah’ın muradına bırakmalıdır. Mademki Allah, bazı şeyleri iradenin üzerine bina etmiştir; öyleyse iradeye her zaman itibar edilmelidir. Çünkü Allah, insanların geleceğini onların iradeleri üzerine kurmuştur. Dolayısıyla geleceğe dönük olarak irade, bir nevi plan ve projedir. İradenin mahiyeti ne olursa olsun, sebeplere riayet asıl olmalıdır. Hadiselere de yine sebepler plânında bakılmalıdır. Mesela ilaç (bitki), bir sebep (vesile) olarak yaratılmıştır. İlaçlar, belli rahatsızlıklara, sebepler plânında iyi gelebilir. Ancak yegâne Şafi (şifa-sağlık veren) yine de Yaratan’dır. Maneviyat ve hakikat boyutlarıyla iyileştiren ilaç değil bizzat Allah’tır.
Ezcümle
Müslümanlar olarak bizler, irademizi Allah’ın gösterdiği istikamette ve makul sınırlar içinde kullanmalıyız. Bunun yanında irademizi şuur ile birleştirmeliyiz. Çünkü şuurlu bir irade, kişiyi manevî derinliğe ulaştırır. Kişi, bu durumda ilham kaynaklarına kavuşabilir. İlhamın aydınlatıcı perspektiflerinde iradesini kullanabilen bir insan, hayatında çok farklı manevî boyutlara ulaşabilir. Ve nihayetinde bir Müslüman, bu manevî şuurla iradenin sonuçlarını Allah’a havale etmelidir. Kişi, kendine ait görevleri layıkıyla yerine getirdikten sonra olacakları Allah’ın uhdesine bırakmalıdır. Şu iyi bilinmelidir ki, Allah’ın yapacağı şeylere talip olmak, kişinin cüz-i iradesini aşan bir konudur. Kişiye, sadece kulluk görevi ve sonuçları sabırla beklemek ve sonuca (aleyhine de olsa) rıza göstermek düşer. Böylece irade ile ilgili imtihan da kazanılmış olunur. Ne mutlu, iradesini doğru kullanan ve manevî imtihanını kazanan Müslümana.
Prof. Dr. Ali SEYYAR
Gelişen Olaylara İslami Bakışın Adresi