islami haberdini haberortadoğu haberleriislam coğrafyası
DOLAR
34,5266
EURO
36,4900
ALTIN
2.961,39
BIST
9.119,91
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul
Parçalı Bulutlu
18°C
İstanbul
18°C
Parçalı Bulutlu
Cuma Yağmurlu
18°C
Cumartesi Az Bulutlu
9°C
Pazar Az Bulutlu
10°C
Pazartesi Parçalı Bulutlu
11°C

İSLÂM VE SAĞLIK İLİŞKİSİNE BİR BAKIŞ: İBN SİNA ÖRNEĞİ

İSLÂM VE SAĞLIK İLİŞKİSİNE BİR BAKIŞ: İBN SİNA ÖRNEĞİ
3 Aralık 2022 09:59
A+
A-

Tıp ilmi, İslâm dini gelinceye kadar, bir takım sağlık kaidelerinin ve tecrübelerinin bir sanat olarak değerlendirildiği, tabiplerin usta-çırak usûlü ile yetiştirildiği ve dar anlamda hastalara çare arandığı bir mes­lekti. Fakat İslâm dini ile birlikte tıp ilmi, birden bire evrensel boyutlara erişmiş ve insanlık, o zaman bugünkü mo­dern anlayışına kavuşmuştur.  Zira  Kur’ân, şu ana kadar bi­linebilen en mükemmel koruyucu hekimlik kaidelerini getirirken, Hz.  Peygamber de sağlığın önemi, sağlığın korunması ve tedavisi konusundaki açıklamalarıyla tıbba yeni  bir anlayış getirmiştir.

Kur’ân ve Sünnet’in getirdiği temel esasların ve anlayışın  ışı­ğında diyebiliriz ki, İslâm, insanlar önce hastalansın­lar, sonra tedavi olsunlar, istememiştir. Bilâkis insanlar, hastalanmasın, sıhhat ve sağlığını korusun ve mu­hafaza etsinler istemiştir. Bütün kaide ve prensipleri­ni, emir ve yasaklarını, bu amaca uygun olarak ge­tirmiş ve insan sağlığının bütünüyle korunmasını amaçlamıştır. Bütün ihtimam ve öneme rağmen şayet insan, hastalanırsa, o zaman da mutlaka tedavi olma­sını  istemiştir.

Bu nedenle  İslâm sağlık ile ilgili kaideleri, dinî müeyyidelere de bağlamış ve bunların uygulanmasını ibâdetin bir çe­şidi olarak  görmüştür.  Nitekim  namaz kılmak için bir Müslü­man, günde beş defa ellerini, yüzünü, kollarını ve ayak­larını yıkayacak; cünüp olduğunda da  boy abdesti alacaktır.  Bu ve benzeri kaide ve prensipleri ile  de insan sağlığını ko­rumayı amaçlayan İslam,  tedaviye dair kesin  kaide getirmemiştir. Bu sahayı, insanların çalışma, araştırma ve tecrübelerine bırakmıştır. Bu genel prensip dahi İslâm’ın yüceliğini  ve tabiîliğini göstermeye kâfidir. Zira bugün çok iyi biliyoruz ki, tedâvî  metodları ve usulleri gelişmekte ve değişmektedir. Hatta aynı hastalık için tedavi, hasta­dan hastaya da değişebilmektedir.

Bu nedenle Hz. Pey­gamber,“Ey Allah’ın kulları tedâvî olunuz. Allah ver­diği her hastalığın şifâsını da yaratmıştır”[1]   buyurarak, tedavi olmamızı, ihmalkar davranmamamızı   tavsiye  etmiştir.  Diyebiliriz ki  Hz. Peygamber’in bu tavsiyesi,  bir taraftan tedavi edici tıbbın sonsuz ufuklarını işaret  ederken, diğer taraftan da İbn Sînâ’ya tıp alanında araştırma  yapmayı ilham etmiştir. Bilindiği gibi  onun bu konudaki  eseri, el-Kânün fi’t-Tıbb’ tır.[2]

“ el- Kanun” yaklaşık bir milyon kelimelik bü­yük bir tıp ansiklopedisi olup eski tıp ile İslâm tıp ilmi­nin tamamını ihtiva eder.

İbn Sina’nın tıp anlayışı, bir yönü ile Hipokrat ve Calinus’a dayansa da, diğer taraftan Kur’ân ve hadîse,  şahsî inceleme ve araştırmalarına dayanmaktadır. Daha 10 yaşında iken Kur’ân’ı ezberleyen ve eğitim ve öğretimini, İslâmî eğitime göre yapan İbn Sina’nın ta­babetinde, İslâm’ın tıbba getirdiklerini görmemek mümkün değildir. Onun Kanun’unda koruyucu hekim­lik ile ilgili koyduğu kaide ve prensipler arasında hiç­bir zıtlık bulunmadığı gibi, bilâkis tam bir uyum mev­cuttur. Kur’ân’ı anlayarak  ve yorumlayarak insanlara faydalı olmayı amaçlayan  İbn Sina’nın, Kur’ân’daki hijyen ile ilgili kaide ve prensip­leri bilmemesi mümkün değildir. Kur’ân’daki muhteva ile Kanun’da açıklanan prensip ve kaideler mukayese edildiğinde, bu gerçeğin mevcudiyeti açıkça görülecek­tir.

İbn Sînâ, Kanun adlı kitabının önsözünde tıbbı, insan sağlığını korumak ve insan sağlığından kaybolan şeyleri tekrar geri getirmek[3] şeklinde tarif eder. Yani Tıbbın asıl amacını, sağlığı korumak ve muhafaza etmek şeklinde anlar.  Ona göre, hastalıkları halkın zannettiği gi­bi cin, şeytan ve yel gibi şeyler değil, insan vücuduna yerleşmiş olan küçücük kurtçuklar (buna bugün mikrop diyoruz) yapmaktadır. Resûlullah “Temizlik imanın yarısıdır.”[4] buyurmuş­tur. Binaenaleyh temizliğe dikkat eden insan, bu kurt­lardan, dolayısıyla hastalıklardan kısmen kurtulabi­lir.[5] Bu anlayışta, onun koruyucu hekimliği, İslâm’ın koruyucu hekimliğine dayandırdığını görmekteyiz. Bu nedenle o, koruyucu hekimliğe çok önem vermiş ve bu konuda geniş açıklamalarda bulunmuştur. İbn Sînâ’ya göre, sıhhati korumak için lâzım gelen tedbirlerin ilki riyazet, ikincisi gıda ve üçüncüsü uykudur.[6]

Riyazet, arzu ile yapılan hareketlerdir. Bu hareketler o kadar önemlidir ki, riyazeti terk etmek hayatı terk etmek gibidir.[7] Arzuya bağlı bu hareketler, 12 kı­sımdır. Bunlar arasında, güreş, boks, at koşturmak, koşu yapmak, ok atmak, kılıç-kalkanla oynamak İbn Sina’nın üzerinde önemle durduğu hareketlerdir.[8]Tavsiye ettiği bu hareketler arasında güreş yap­mak, ok atmak, koşmak da Peygamberimizin tavsiye ettiği hareketler arasındadır[9]. Hz. Peygamber, ok atma ve yüzme gibi sportif faaliyetleri ve hareketleri sadece teşvik etmekle kalmamış, bizzat kendisi de tat­bik etmiştir.[10] Nitekim kendisi eşi Hz. Âişe ile birlikte tenha yerlerde koşu yapmıştır.

İbn Sînâ, Hz. Peygamber’in tavsiye edip bizzat uyguladığı sportif hareketlere ilâveten ken­disi de gözlem ve deneylerine dayanarak bazı hareket çeşitleri ilâve etmiş ve maddeler halinde bu davranış­ları sistemleştirmiştir.

İbn Sînâ’ya göre sıhhati korumanın diğer bir şartı da, yiyeceklere dikkat edilmesidir. Münasip bir biçim­de yemek yemek için 23 şart vardır ve bu şartlara riâyet edilerek yenilecek yiyecekler, sıhhati korumaya yardımcı olurlar. Bu şartlar arasında yer alan yemek, hakikî açlık üzerine olmalı; gıdanın cinsine,  miktarına  ve yemeklerin sayısına bakmalı gibi kaideler, İslâm’ın da emrettiği kaideler­dir. Kur’ân bu konuda “Yiyiniz içiniz, fakat yeme ve içmede asla aşırı gitmeyiniz. [11] buyurmaktadır. Az ve öz yemek, dengeli beslenmek, Kur’ân’ın emridir. Bu ne­denle İslâm âlimleri, bu âyet için tıbbın yarısıdır de­mişlerdir.[12]

İbn Sînâ, yenilecek gıdalardan et ve sütü, meyvelerden üzüm, incir ve hurmayı özellikle tavsiye etmektedir.[13] Kur’ân’da da “Size kudret helvası ve bıl­dırcın indirdik”[14] ve “Daha iyi olanı, daha düşük şey­lerle mi değiştirmek istiyorsunuz!”[15] denilmek suretiy­le etin önemine işaret edilmektedir. Yine Kur’ân, üzüm[16], incir,[17] ve hurma[18] konusunda insanların dikkatini çekmekte ve bu meyveler üzerinde önemle durmaktadır. Acaba Kur’ân, neden bir başka yiyecek üzerinde değil de et üzerinde, neden bir başka meyve değil de üzüm, incir ve hurma üzerinde önemle durmaktadır?

Bugün bize bu soruyu sorduran  bu bilgi, öyle tahmin ediyorum ki İbn Sînâ’ya da sordurmuştur. Onun bu konuda bizden farkı, bi­zim bu konular üzerinde düşünüp araştırma yapma­yışımız; onun kafa yorup araştırmalara ve incelemelerde bulunmuş olmasıdır.  Ona göre insan, midesi tam doluncaya kadar sofrada kalmamalı, bilakis  iştahı varken sofradan kalkmalı; yenen yemeklerin her birini, daha arzusu geçmeden bırakmalıdır. Birgün tesadüfen fazla yenmiş ise ertesi gün aç durmalıdır.[19] İbn Sina’nın  bu tavsiyesi ile Hz. Peygamber’in şu  tav­siyesi arasında hiç bir fark yoktur.   Hz. Peygamber ise şöyle demektedir: “İnsanoğlunun midesini doldurmasından daha zararlı bir şey yoktur. Kişiye belini doğrultacak kadar yemek yeter. Bari hiç olmazsa midenin üçte birini yemeğe, üçte birini suya, üçte birini de havaya ayırsın”[20]  Bu hadîs ölçülü yeme­nin miktarını belirttiği gibi, midenin üst kısmında kimyevî reaksiyonlardan meydana gelen gazın varlığı­na da işaret etmektedir.

İbn Sînâ’ya göre uyku, tabiî kuvveti takviye eder. Nefsanî kuvvetleri rahatlatır ve cevherini çoğaltır. Uy­ku çok faydalı bir şeydir.[21] Kur’ân’da da “Uykunuzu dinlenme vakti kıldık.[22] buyurulmaktadır. İbn Sînâ, yatarken  evvela sağ tarafa yatmalı, sonra sola dönmelidir, der. [23]   Koruyucu hekimlik konusunda İbn Sînâ ile Kur’ân ve Hadis arasında yaptığımız bu kısa mukaye­se dahi, onun bu konu ile ilgili görüşlerinin Kur’ân ve Hadîs’e ne kadar dayandığını göstermeye kâfidir.

Tıbb-ı Nebevî diye isimlendirdiğimiz Hz. Peygam­ber’in tedâvî amacıyla kullandığı ilaçlar veya tavsiye ettiği şeyler, genellikle tıbbî folklorda kullanılan ve yan etkileri bulunmayan maddelerdir. Bunların birço­ğu nebatîdir. Hatta bir kısmı, insanların günlük yiye­cekleri arasında yer almaktadır.  Nitekim Hz. Peygamber’in bal , zeytin yağı, hurma, çö­rek otu, Zemzem suyu, uduhindi, sinameki, kem’e adı verilen bir çeşit mantar, sabir denilen bir bitkinin suyu ve kına kullandığı rivayet edilmektedir.

İbn Sînâ’nın Kânun fi’t-Tıbb’ını yazarken Kur’ân’dan etkilendiğinin bir diğer delili de süt çocuğu­nun emzirilmesi konusundaki görüşüdür. O, çocuğu mümkün olduğu kadar annesi emzirmelidir[24], der. Ayrıca çocuklara iki yaşına kadar süt verilmesini ve  bu sütün de yavaş yavaş kesmesini tavsiye eder.[25] Anne sütünün özellikle iki sene emzirilmesi meselesi, dikka­timizi çeken bir konu olmuştur. Zira Kur’ân’da “Anne­ler çocuklarını tam iki sene emzirirler”[26] denilmekte­dir. Rahatlıkla söyleyebiliriz ki, hafız olan ve Kur’ân’ı çok iyi bilen İbn Sînâ, Kur’ân’ın bu tavsi­yesini, bir tıp kaidesi olarak sunmuştur.  Prof. Dr. Hüseyin Atay, bu konuda şunları söylemektedir:

“İslâm dünyasında kim olursa olsun, eskiden herkes Kur’ân’ı okumakla ilk kültürünü almakta idi. Carra De Vaux, der ki:  ‘İbn Sînâ, Sabit b. Kurra, Kindi ve Farabî gibi şahsiyetler, milletlerine ve zamanlarına ait olmayıp zaman ve top­lumlarını nazar itibara almadan beşer zihninin yetiştirdiği büyük ve ender insanlardır’. Bundan şu önemli sonuç çıkar: Kur’ân okumak, öğrenmek ve ezberlemek­le çocuğun körpe zihninin dondurulmuş ve düşünme melekesinin yok edilmiş olduğunu iddia etmenin saç­malığı ortaya çıkıyor. Ayrıca her Müslümanın da çocu­ğuna bu terbiyeyi ve eğitimi vermesi kendi kültürünü iyi kavramaya, milletini iyi anlamaya ve onunla bü­tünleşmeye sebep oluyordu. Böylece şuurunun ve varlı­ğının temeli olan milletinden, onun manevî değer ve kültüründen hız alır, kabiliyet ve çalışma azmine göre sahasında dünya milletlerinin büyükleri arasında zik­redilmeğe değecek yerini bulur.”[27]

 

Prof. Dr. Celal Kırca

[1] Buharî, Tıp,1.

[2] P. Hitti,  Siyasî ve Kültürel İslâm Tarihi, Ter. Salih Tuğ, İstanbul 1980,11/562-563.

[3] İbn Sina, el- Kanun fı’t-Tıb, Beyrut, Tarihsiz, 1/3.

[4] Tirmizî, Sünen, Tefsir Elhâkümüttekâsür.

[5] Âkil Muhtar Özden, İbn Sina Tıbbına Bir Bakış, s. 2. İbn Sina adlı ki­taptaki makale T. Ünal, İslâm Medeniyeti Mec. 26 Nisan 1969, s. 23.

[6] Âkil Muhtar, s. 39.

[7] Âkil Muhtar, s. 40.

[8] Âkil Muhtar, s. 40.

[9] Âkil Muhtar,  s. 40.

[10] Buhari, Salat, 4.

[11] A’râf, 7/31.

[12] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, İstanbul 1935, 3/2153.

[13] Âkil Muhtar, s. 43.

[14] Bakara, 2/57.

[15] Bakara, 2/61.

[16] Nahl, 16/67.

[17] Tîn, 95/1.

[18] Nahl, 16/67.

[19] Âkil Muhtar, s. 43.

[20].Tirmizî, Zühd 47.

[21] Âkil Muhtar, s. 45.

[22] Nebe’, 78/9.

[23] Âkil Muhtar, s. 45.

[24] Âkil Muhtar, s. 39.

[25] Âkil Muhtar s. 39.

[26] Bakara, 2/233.

[27] Hüseyin Atay, İbn Sînâ’da Varlık Nazariyesi, Ankara, 1983, s. 4-5.

ETİKETLER: ÜSTMANŞET, yazarlar