Tıp ilmi, İslâm dini gelinceye kadar, bir takım sağlık kaidelerinin ve tecrübelerinin bir sanat olarak değerlendirildiği, tabiplerin usta-çırak usûlü ile yetiştirildiği ve dar anlamda hastalara çare arandığı bir meslekti. Fakat İslâm dini ile birlikte tıp ilmi, birden bire evrensel boyutlara erişmiş ve insanlık, o zaman bugünkü modern anlayışına kavuşmuştur. Zira Kur’ân, şu ana kadar bilinebilen en mükemmel koruyucu hekimlik kaidelerini getirirken, Hz. Peygamber de sağlığın önemi, sağlığın korunması ve tedavisi konusundaki açıklamalarıyla tıbba yeni bir anlayış getirmiştir.
Kur’ân ve Sünnet’in getirdiği temel esasların ve anlayışın ışığında diyebiliriz ki, İslâm, insanlar önce hastalansınlar, sonra tedavi olsunlar, istememiştir. Bilâkis insanlar, hastalanmasın, sıhhat ve sağlığını korusun ve muhafaza etsinler istemiştir. Bütün kaide ve prensiplerini, emir ve yasaklarını, bu amaca uygun olarak getirmiş ve insan sağlığının bütünüyle korunmasını amaçlamıştır. Bütün ihtimam ve öneme rağmen şayet insan, hastalanırsa, o zaman da mutlaka tedavi olmasını istemiştir.
Bu nedenle İslâm sağlık ile ilgili kaideleri, dinî müeyyidelere de bağlamış ve bunların uygulanmasını ibâdetin bir çeşidi olarak görmüştür. Nitekim namaz kılmak için bir Müslüman, günde beş defa ellerini, yüzünü, kollarını ve ayaklarını yıkayacak; cünüp olduğunda da boy abdesti alacaktır. Bu ve benzeri kaide ve prensipleri ile de insan sağlığını korumayı amaçlayan İslam, tedaviye dair kesin kaide getirmemiştir. Bu sahayı, insanların çalışma, araştırma ve tecrübelerine bırakmıştır. Bu genel prensip dahi İslâm’ın yüceliğini ve tabiîliğini göstermeye kâfidir. Zira bugün çok iyi biliyoruz ki, tedâvî metodları ve usulleri gelişmekte ve değişmektedir. Hatta aynı hastalık için tedavi, hastadan hastaya da değişebilmektedir.
Bu nedenle Hz. Peygamber,“Ey Allah’ın kulları tedâvî olunuz. Allah verdiği her hastalığın şifâsını da yaratmıştır”[1] buyurarak, tedavi olmamızı, ihmalkar davranmamamızı tavsiye etmiştir. Diyebiliriz ki Hz. Peygamber’in bu tavsiyesi, bir taraftan tedavi edici tıbbın sonsuz ufuklarını işaret ederken, diğer taraftan da İbn Sînâ’ya tıp alanında araştırma yapmayı ilham etmiştir. Bilindiği gibi onun bu konudaki eseri, el-Kânün fi’t-Tıbb’ tır.[2]
“ el- Kanun” yaklaşık bir milyon kelimelik büyük bir tıp ansiklopedisi olup eski tıp ile İslâm tıp ilminin tamamını ihtiva eder.
İbn Sina’nın tıp anlayışı, bir yönü ile Hipokrat ve Calinus’a dayansa da, diğer taraftan Kur’ân ve hadîse, şahsî inceleme ve araştırmalarına dayanmaktadır. Daha 10 yaşında iken Kur’ân’ı ezberleyen ve eğitim ve öğretimini, İslâmî eğitime göre yapan İbn Sina’nın tababetinde, İslâm’ın tıbba getirdiklerini görmemek mümkün değildir. Onun Kanun’unda koruyucu hekimlik ile ilgili koyduğu kaide ve prensipler arasında hiçbir zıtlık bulunmadığı gibi, bilâkis tam bir uyum mevcuttur. Kur’ân’ı anlayarak ve yorumlayarak insanlara faydalı olmayı amaçlayan İbn Sina’nın, Kur’ân’daki hijyen ile ilgili kaide ve prensipleri bilmemesi mümkün değildir. Kur’ân’daki muhteva ile Kanun’da açıklanan prensip ve kaideler mukayese edildiğinde, bu gerçeğin mevcudiyeti açıkça görülecektir.
İbn Sînâ, Kanun adlı kitabının önsözünde tıbbı, insan sağlığını korumak ve insan sağlığından kaybolan şeyleri tekrar geri getirmek[3] şeklinde tarif eder. Yani Tıbbın asıl amacını, sağlığı korumak ve muhafaza etmek şeklinde anlar. Ona göre, hastalıkları halkın zannettiği gibi cin, şeytan ve yel gibi şeyler değil, insan vücuduna yerleşmiş olan küçücük kurtçuklar (buna bugün mikrop diyoruz) yapmaktadır. Resûlullah “Temizlik imanın yarısıdır.”[4] buyurmuştur. Binaenaleyh temizliğe dikkat eden insan, bu kurtlardan, dolayısıyla hastalıklardan kısmen kurtulabilir.[5] Bu anlayışta, onun koruyucu hekimliği, İslâm’ın koruyucu hekimliğine dayandırdığını görmekteyiz. Bu nedenle o, koruyucu hekimliğe çok önem vermiş ve bu konuda geniş açıklamalarda bulunmuştur. İbn Sînâ’ya göre, sıhhati korumak için lâzım gelen tedbirlerin ilki riyazet, ikincisi gıda ve üçüncüsü uykudur.[6]
Riyazet, arzu ile yapılan hareketlerdir. Bu hareketler o kadar önemlidir ki, riyazeti terk etmek hayatı terk etmek gibidir.[7] Arzuya bağlı bu hareketler, 12 kısımdır. Bunlar arasında, güreş, boks, at koşturmak, koşu yapmak, ok atmak, kılıç-kalkanla oynamak İbn Sina’nın üzerinde önemle durduğu hareketlerdir.[8]Tavsiye ettiği bu hareketler arasında güreş yapmak, ok atmak, koşmak da Peygamberimizin tavsiye ettiği hareketler arasındadır[9]. Hz. Peygamber, ok atma ve yüzme gibi sportif faaliyetleri ve hareketleri sadece teşvik etmekle kalmamış, bizzat kendisi de tatbik etmiştir.[10] Nitekim kendisi eşi Hz. Âişe ile birlikte tenha yerlerde koşu yapmıştır.
İbn Sînâ, Hz. Peygamber’in tavsiye edip bizzat uyguladığı sportif hareketlere ilâveten kendisi de gözlem ve deneylerine dayanarak bazı hareket çeşitleri ilâve etmiş ve maddeler halinde bu davranışları sistemleştirmiştir.
İbn Sînâ’ya göre sıhhati korumanın diğer bir şartı da, yiyeceklere dikkat edilmesidir. Münasip bir biçimde yemek yemek için 23 şart vardır ve bu şartlara riâyet edilerek yenilecek yiyecekler, sıhhati korumaya yardımcı olurlar. Bu şartlar arasında yer alan yemek, hakikî açlık üzerine olmalı; gıdanın cinsine, miktarına ve yemeklerin sayısına bakmalı gibi kaideler, İslâm’ın da emrettiği kaidelerdir. Kur’ân bu konuda “Yiyiniz içiniz, fakat yeme ve içmede asla aşırı gitmeyiniz. “[11] buyurmaktadır. Az ve öz yemek, dengeli beslenmek, Kur’ân’ın emridir. Bu nedenle İslâm âlimleri, bu âyet için tıbbın yarısıdır demişlerdir.[12]
İbn Sînâ, yenilecek gıdalardan et ve sütü, meyvelerden üzüm, incir ve hurmayı özellikle tavsiye etmektedir.[13] Kur’ân’da da “Size kudret helvası ve bıldırcın indirdik”[14] ve “Daha iyi olanı, daha düşük şeylerle mi değiştirmek istiyorsunuz!”[15] denilmek suretiyle etin önemine işaret edilmektedir. Yine Kur’ân, üzüm[16], incir,[17] ve hurma[18] konusunda insanların dikkatini çekmekte ve bu meyveler üzerinde önemle durmaktadır. Acaba Kur’ân, neden bir başka yiyecek üzerinde değil de et üzerinde, neden bir başka meyve değil de üzüm, incir ve hurma üzerinde önemle durmaktadır?
Bugün bize bu soruyu sorduran bu bilgi, öyle tahmin ediyorum ki İbn Sînâ’ya da sordurmuştur. Onun bu konuda bizden farkı, bizim bu konular üzerinde düşünüp araştırma yapmayışımız; onun kafa yorup araştırmalara ve incelemelerde bulunmuş olmasıdır. Ona göre insan, midesi tam doluncaya kadar sofrada kalmamalı, bilakis iştahı varken sofradan kalkmalı; yenen yemeklerin her birini, daha arzusu geçmeden bırakmalıdır. Birgün tesadüfen fazla yenmiş ise ertesi gün aç durmalıdır.[19] İbn Sina’nın bu tavsiyesi ile Hz. Peygamber’in şu tavsiyesi arasında hiç bir fark yoktur. Hz. Peygamber ise şöyle demektedir: “İnsanoğlunun midesini doldurmasından daha zararlı bir şey yoktur. Kişiye belini doğrultacak kadar yemek yeter. Bari hiç olmazsa midenin üçte birini yemeğe, üçte birini suya, üçte birini de havaya ayırsın”[20] Bu hadîs ölçülü yemenin miktarını belirttiği gibi, midenin üst kısmında kimyevî reaksiyonlardan meydana gelen gazın varlığına da işaret etmektedir.
İbn Sînâ’ya göre uyku, tabiî kuvveti takviye eder. Nefsanî kuvvetleri rahatlatır ve cevherini çoğaltır. Uyku çok faydalı bir şeydir.[21] Kur’ân’da da “Uykunuzu dinlenme vakti kıldık.“[22] buyurulmaktadır. İbn Sînâ, yatarken evvela sağ tarafa yatmalı, sonra sola dönmelidir, der.[23] Koruyucu hekimlik konusunda İbn Sînâ ile Kur’ân ve Hadis arasında yaptığımız bu kısa mukayese dahi, onun bu konu ile ilgili görüşlerinin Kur’ân ve Hadîs’e ne kadar dayandığını göstermeye kâfidir.
Tıbb-ı Nebevî diye isimlendirdiğimiz Hz. Peygamber’in tedâvî amacıyla kullandığı ilaçlar veya tavsiye ettiği şeyler, genellikle tıbbî folklorda kullanılan ve yan etkileri bulunmayan maddelerdir. Bunların birçoğu nebatîdir. Hatta bir kısmı, insanların günlük yiyecekleri arasında yer almaktadır. Nitekim Hz. Peygamber’in bal , zeytin yağı, hurma, çörek otu, Zemzem suyu, uduhindi, sinameki, kem’e adı verilen bir çeşit mantar, sabir denilen bir bitkinin suyu ve kına kullandığı rivayet edilmektedir.
İbn Sînâ’nın Kânun fi’t-Tıbb’ını yazarken Kur’ân’dan etkilendiğinin bir diğer delili de süt çocuğunun emzirilmesi konusundaki görüşüdür. O, çocuğu mümkün olduğu kadar annesi emzirmelidir[24], der. Ayrıca çocuklara iki yaşına kadar süt verilmesini ve bu sütün de yavaş yavaş kesmesini tavsiye eder.[25] Anne sütünün özellikle iki sene emzirilmesi meselesi, dikkatimizi çeken bir konu olmuştur. Zira Kur’ân’da “Anneler çocuklarını tam iki sene emzirirler”[26] denilmektedir. Rahatlıkla söyleyebiliriz ki, hafız olan ve Kur’ân’ı çok iyi bilen İbn Sînâ, Kur’ân’ın bu tavsiyesini, bir tıp kaidesi olarak sunmuştur. Prof. Dr. Hüseyin Atay, bu konuda şunları söylemektedir:
“İslâm dünyasında kim olursa olsun, eskiden herkes Kur’ân’ı okumakla ilk kültürünü almakta idi. Carra De Vaux, der ki: ‘İbn Sînâ, Sabit b. Kurra, Kindi ve Farabî gibi şahsiyetler, milletlerine ve zamanlarına ait olmayıp zaman ve toplumlarını nazar itibara almadan beşer zihninin yetiştirdiği büyük ve ender insanlardır’. Bundan şu önemli sonuç çıkar: Kur’ân okumak, öğrenmek ve ezberlemekle çocuğun körpe zihninin dondurulmuş ve düşünme melekesinin yok edilmiş olduğunu iddia etmenin saçmalığı ortaya çıkıyor. Ayrıca her Müslümanın da çocuğuna bu terbiyeyi ve eğitimi vermesi kendi kültürünü iyi kavramaya, milletini iyi anlamaya ve onunla bütünleşmeye sebep oluyordu. Böylece şuurunun ve varlığının temeli olan milletinden, onun manevî değer ve kültüründen hız alır, kabiliyet ve çalışma azmine göre sahasında dünya milletlerinin büyükleri arasında zikredilmeğe değecek yerini bulur.”[27]
Prof. Dr. Celal Kırca
[1] Buharî, Tıp,1.
[2] P. Hitti, Siyasî ve Kültürel İslâm Tarihi, Ter. Salih Tuğ, İstanbul 1980,11/562-563.
[3] İbn Sina, el- Kanun fı’t-Tıb, Beyrut, Tarihsiz, 1/3.
[4] Tirmizî, Sünen, Tefsir Elhâkümüttekâsür.
[5] Âkil Muhtar Özden, İbn Sina Tıbbına Bir Bakış, s. 2. İbn Sina adlı kitaptaki makale T. Ünal, İslâm Medeniyeti Mec. 26 Nisan 1969, s. 23.
[6] Âkil Muhtar, s. 39.
[7] Âkil Muhtar, s. 40.
[8] Âkil Muhtar, s. 40.
[9] Âkil Muhtar, s. 40.
[10] Buhari, Salat, 4.
[11] A’râf, 7/31.
[12] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, İstanbul 1935, 3/2153.
[13] Âkil Muhtar, s. 43.
[14] Bakara, 2/57.
[15] Bakara, 2/61.
[16] Nahl, 16/67.
[17] Tîn, 95/1.
[18] Nahl, 16/67.
[19] Âkil Muhtar, s. 43.
[20].Tirmizî, Zühd 47.
[21] Âkil Muhtar, s. 45.
[22] Nebe’, 78/9.
[23] Âkil Muhtar, s. 45.
[24] Âkil Muhtar, s. 39.
[25] Âkil Muhtar s. 39.
[26] Bakara, 2/233.
[27] Hüseyin Atay, İbn Sînâ’da Varlık Nazariyesi, Ankara, 1983, s. 4-5.
Seçilmiş Cumhurbaşkanımızın katıldığı merasimden sonra bir gurup teğmenin sonradan korsan yeminle Mustafa Kemal’in askerleriyiz diyerek…
İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) Meclisi’nde alınan kararla su fiyatlarına %17,5 zam yapıldı ve her ay…
İstanbul' da Şiddetli lodos, Marmara Bölgesi'nde deniz ulaşımını sekteye uğratmaya devam ediyor. İstanbul, Bursa ve…
Ebu Cehil deistti, diğer Mekkeli müşrikler de deistti, Allah’ın varlığına inanıyorlardı ama Hz. Muhammed’in Allah’ın…
Önceki yazımızda Yûsuf 12/76 ayetini kısmen ele almıştık. Bu yazımızda ise ayetin ele almadığımız yönleri…
Eksikleri Varsa da Doğruya Yakın Bir Görüş Mirat Haber olarak, İslam'a aykırı olmadığı müddetçe, her…
View Comments