Her ilahî din, amacı gereği insanın Allah’la, insanlarla ve kâinatla olan ilişkilerinde yol gösterici bir misyona sahiptir ve son ilahî din olan İslam’ın da temel misyonu budur. Bu nedenledir ki son ilahî kitap Kur’an’da, insanın Allah ile, insanın insanlarla ve insanın çevresi başta olmak üzere evrenle olan ilişkilerini düzenleyen, insanlara yol gösterip kılavuzluk eden bilgilerin ve kuralların yanında; varlıkların araştırılmasını ve işleyiş kanunlarının keşfedilmesini insandan isteyen ve onun aklına ve iradesine havale eden bilgiler de yer almaktadır. İslam’ın sanayi ve teknoloji ile ilişkisi de buradan başlamakta ve devam etmektedir.
İslam’ın ana kaynağı Kur’an’a göre dünya ve içindeki bütün canlı ve cansız varlıklar, hatta ay ve güneş, insanın emrine verilmiş ve onun istifadesine sunulmuş varlıklardır. Kur’an bunu “tashir/emre amade kılmak” kavramı ile ifade eder. İnsanın bunlardan istifade edebilmesi ve hizmetinde kullanabilmesi için öncelikle onu tanıması ve keşfetmesi gerekmektedir. Aksi takdir de tanımadığı ve kendisini keşfetmediği bir objeyi kullanabilmesi mümkün değildir. Bu nedenledir ki Kur’an, bu konuda da insana yol göstermekte, peygamberlerin ve birkaç özel kişinin hayatlarından bazı kesitler sunarak kılavuzluk etmektedir. Nitekim Kur’an’da Hz. Adem ve Hz. Yusuf üzerinden tarıma; Hz. Nuh, Hz. Davud, Zülkarneyn ve Hz. Süleyman üzerinden sanayiye yönelik mesajların yer aldığı görülmektedir. Dolayısıyla peygamberler, Allah tarafından kendilerine verilen bilgileri, tebliğ ve tebyin etmek, uygulamak ve örnek davranışlarda bulunmakla görevlendirilmiş kişilerdir.
Kur’an’da sanayiye dair yer alan en dikkat çekici bilgi, hiç şüphesiz Hz. Nuh’un bir germi inşa etmesi ile ilgili olanıdır. Zira ilk insan Hz. Adem’den birkaç nesil sonra yaşamış olan Hz. Nuh’un, kendisine inanan insanları, eşyalarını ve hayvanlarını alabilecek büyüklükte bir gemi inşa etmiş olması, tarihin kaydettiği ilk sanayi örneğidir. Bu hususu açıklayan ayetten Hz. Nuh’un, gemiyi Allah’ın kendisine bildirdiği biçimde [1] yaptığı ve geminin yapımında tahta ve mıh kullandığı[2] anlatılmaktadır. Tahtadan bir gemi yapmak için, önce ağaçların tahta haline getirilmesi gerekmekte, bunun için de gerekli malzemeye ihtiyaç bulunmaktadır. Hz. Nuh, en azından ağacı kesecek ve yontacak aletlere , ayrıca tahtaları birbirine tutturacak çivilere muhtaçtı. Nitekim Kur’an’da, Hz. Nuh’un kullandığı aletlerden söz edilmese de geminin yapımında çivi kullanıldığı bilgisine yer verildiği görülmektedir.
Gemi ile ilgili günümüz gemiciliği için dikkatimizi çeken bir diğer bilgi ise, gemide “ tennur’un feveran”[3] etmiş olmasıdır. Tennur, lügatte kapalı bir ocak veya fırın demektir. Türkçedeki karşılığı “tandır”dır. Aynı kökten türeyen feveran sözcüğü şiddetle kaynamak ve fışkırmak anlamına gelmektedir. Elmalılı Hamdi Yazır’ın, kelimenin bu anlamından hareketle Hz. Nuh’un yaptığı bu geminin sıradan bir gemi olmadığını, bir ocağa sahip olduğunu ve o ocağın yanmasıyla hareket ettiğini söylemesi de ayrıca dikkat çeken bir yorumdur. [4]
Kur’an’da sanayileşme ile ilgili dikkat çeken diğer önemli bir bilgi de, Hz. Davut’un demirden zırh yapma sanatına sahip oluşudur. Demirin keşfi, eritilmesi daha eski olmasına rağmen, onun bir mum gibi kullanılarak elbise yapılması sanatı, Hz. Davud’a nasip olmuştur. Nitekim Hz. Davud’un, demire mum gibi istediği biçimi verdiği ve onu da kumaş gibi dokuduğu nakledilmektedir. Kur’an-ı Kerîm’de demirle ilgili ayetlerden birincisi, «Ona sizi savaşta korumak için zırh yapmayı öğrettik»[5] ayeti, diğeri ise, «geniş zırhlar yap, dokumasını sağlam tut diye ona demiri yumuşak kıldık»[6] ayetidir. Demirden zırh yapma, oldukça üstün bir kabiliyet isteyen bir sanattır. Önce demirden halkalar, tek tek yapılır. Sonra iç içe girdirilerek vücudu saracak şekilde örülür. Bu tür zırhlar, hem daha çok kullanışlıdır hem de daha çevik hareket etmeyi sağlar. Ayetten anlaşıldığına göre, bu tür zırhlar, ilk defa Hz. Davud tarafından Allah’ın öğretmesiyle yapılmıştır. Allah, Hz. Davud’a böyle bir zırh yapmasını öğretmiş olmakla, insanlara demir sanayisinin oluşumu ve gelişimi konusunda da kılavuzluk etmiş olmaktadır.
Hz. Davud’dan önce mi, yoksa sonra mı yaşadığı kesinlikle bilinemeyen ancak demiri ve bakırı eriterek bu ikisini birleştiren ve bir dağ geçidinde engel olarak kullanan Zülkarneyn ile ilgili ayetler de, demir ve bakır sanayiinden söz eder. [7] Sanayi tarihinde demir ve bakırı eritmek ve sıvı haline getirmek önemli bir aşamadır. Gerek Hz. Davud’un zırh yapması, gerekse Zülkarneyn’in demir ve bakırı eritmesi ve bir ihtiyaç için kullanması, insanlığın sanayileşme evrelerini göstermesi açısından önemli ve değerli bilgilerdir.
Sanayileşme evrelerini gösteren bir başka bilgi de Hz. Süleyman’ın yaptırdığı sarayla ilgilidir. İlgili ayette «Melike’ye köşke gir dendi. Melike köşke girdi, salonu görünce onu derin bir su zannetti, eteğini çekti. Süleyman ona, doğrusu bu, camdan yapılmış şeffaf bir zemindir, dedi ”[8] şeklinde bir bilgi yer almaktadır. Camdan yapılmış şeffaf bir zemine sahip olan bu saray hakkında daha fazla bir bilgiye sahip değiliz. Ancak Hz. Süleyman’ın Belkıs gelmezden önce saray salonunun zeminine havuz yaptırdığı, bu havuzun içine deniz hayvanları koydurduğu, üstünü de beyaz kristalle kaplattığı ve Belkıs’ın tahtını bu salonun ortasına koydurduğu nakledilmektedir. Ayette ise Belkıs’ın saraya girince kristali fark edemediği için suya gireceğini sanarak eteğini topladığı anlatılmaktadır. Sanayileşeme tarihi açısından önemli olan, Hz. Süleyman devrinde böyle bir sarayın yapılmış ve bu sarayda şeffaf camın kullanılmış olmasıdır. Bu da o dönemde cam sanayisinin olduğunu ve camın nasıl yapıldığının bilindiğini göstermektedir.
Kur’an’da zikredilen bu örneklerin ve genel muhtevasında yer alan bilgilerin, İslam medeniyetinin temelindeki fikrî, ilmî, felsefi ve sanayi hareketlerinin yönlendiricisi ve teşvikçisi olduğunda hiç şüphe yoktur. Bu nedenledir ki 8. yüzyıldan 13. yüz yıla kadar devam eden beş asırlık dünya medeniyet tarihi, İslam medeniyet tarihinden ibarettir. Bunu sağlayan da Müslümanların insan hayatını bir bütün olarak ele almaları, değer açısından dinî ilimler ile tabiî ilimleri eşit düzeyde görmeleridir. Nitekim tercüme vasıtasıyla elde ettikleri astronomi, tıp, fizik ve kimya gibi ilimlerini, hiçbir komplekse kapılmadan Kur’an’daki ilim, fen ve sanayi ile ilgili ayetlerin daha anlaşılması için kullanmış olmaları bunun bir göstergesidir. Bu sayede Farabi, İbn Sina, İbn Rüşd, Birunî, Kindî gibi pek çok ilim adamının; otomatik kapıları; kuyulardan suyu çeken aygıtları; demir, kalay ve kurşun gibi metallerin hassas belirlenmiş yoğunluklarını ölçen pnömatik aletleri, otomatik kontrol sistemlerini yapan Ebu’l İz el-Cezeri gibi mekanikçilerin yetişmesi mümkün olmuştur Bu dönemde tabii ilimlerin, “alemdeki cisimleri, yani gökleri, yıldızları, su, hava, toprak ve ateş gibi basit; hayvan, bitki ve madenler gibi mürekkep cisimler ve bunların değişme, istihale ve imtizaç sebeplerini tetkik eden ilimler” [9] olarak tanımlanması boşuna değildir. Ne var ki bu bilgilere rağmen, Müslümanların belli bir dönemden sonra bilime ve sanayiye gereken önemi vermemiş olmaları, ayrıca düşündürücü ve hüzün verici bir durumdur. Bu da onlarda olumludan olumsuza doğru bir zihniyet değişiminin olduğunu göstermektedir. Nitekim bu olumsuz değişinin en canlı örneği, Takiyyüddin tarafından kurulan rasathanenin uğursuzluk gerekçesiyle yıkılmışmış olmasıdır. Bu nedenle Halil İnalcık, “Türklük Müslümanlık ve Osmanlı Mirası” isimli kitabında söz konusu bu zihniyet değişimini ve rasathanenin yıkılışını hüzünlü bir dil ile anlatır.[10]
Kur’an, insanlar için hem bir iman objesi, hem de bir bilgi objesidir. O, sadece dinî yasalardan söz etmez, doğa yasalarından da söz eder ve bunu “sünnetullah” kavramıyla ifade eder, dolayısıyla bu yasaların araştırılmasını insan aklına, iradesine ve sorumluluğuna bırakır. Bu nedenle onun bilimsel konularla ilgili verdiği bilgileri yok sayarak görmemezlikten gelmek, ancak ön yargının bir tezahürü olabilir. Zira bilim, bilindiği gibi olgusal, mantıksal, genelleyici, seçici ve değişken sistematik bilgilerdir. Her bilim dalı, kendi alanına giren olguları tespit eder ve açıklar ve tasvir eder. Bilim, nesnelerle ve olgularla tikel olarak (parça parça) uğraşır. Bunları parçalayıp ayrı ayrı konu edinir. Bu nedenle de doğru bilgi, ideal bilimlerde, (mantık ve matematikte ) mantık kuralları ve matematik yasaları ile, doğa bilimlerinde, nedenselliğe dayanan doğa yasaları ile, din ve tarih bilimlerinde ise, belgelere dayanan açıklamalar ve anlama yöntemleri ile elde edilmeye çalışılmaktadır.[11]
Sonuç olarak Kur’an’da yer alan bilgiler bize -bilim ile din arasında yöntem farklılığı olsa da- bazı alanlarda konu birlikteliğinin bulunduğunu ve bu bilgilerden yararlanılması gerektiği mesajını vermektedir. Bu nedenle sadece beşerî bilgileri esas alıp Kur’an’ın verdiği bilgileri göz ardı etmek, en hafif ifadesiyle Kur’an’ı ve beş asırlık İslam medeniyetini ve onun mümtaz kurucularını ademe mahkum etmek demektir. Bu da bilim ahlakıyla bağdaşmayan bir durumdur.
Prof. Dr. Celal Kırca
[1] Mü’minun, 23/27; Hud,11/37
[2] Kamer,54/13.
[3] Hud,11/40.
[4] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dibi Kur’an Dili, İstanbul 1936, 4/278.
[5] Enbiya,21/80.
[6] Sebe’,34/10-11.
[7] Kehf,18/96.
[8] Neml,27/44.
[9] Gazzali, el-Munkızu mine’d Dalâl, İstanbul 1278, s.20.
[10] Halil İnalcık,Türklük Müslümanlık ve Osmanlı Mirası, İstanbul 2014 ,s.149-150.
[11] Bedia Akarsu, Felsefe Terimleri Sözlüğü, İstanbul 1994, s.36.
Celal Kırca Hoca’nın ilme önem verdiğimiz asırlardaki ahvalimizden bahsettikten sonra; “Müslümanların belli bir dönemden sonra bilime ve sanayiye gereken önemi vermemiş olmaları, ayrıca düşündürücü ve hüzün verici bir durumdur” tespiti çok önemlidir. Zira bilim Müslümanların elinde ilerleyip gelişirken insana, tabiata ve topluma hizmet aracı idi. Ne zamanki bilim, bilgiyi güç olarak tanımlayan bir zihniyetin eline geçti, işte o zaman başta insan olmak üzere toplum ve tabiatın fıtri düzeni bozuldu. Velhasıl dünya Müslüman bilim adamlarını kaybedince dengesini de kaybetmiş oldu.