islami haberdini haberortadoğu haberleriislam coğrafyası
DOLAR
34,5356
EURO
36,4311
ALTIN
2.963,19
BIST
9.159,71
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul
Parçalı Bulutlu
18°C
İstanbul
18°C
Parçalı Bulutlu
Cuma Yağmurlu
18°C
Cumartesi Az Bulutlu
9°C
Pazar Az Bulutlu
10°C
Pazartesi Parçalı Bulutlu
11°C

İslâm’da Akıl ve İman İlişkisi (7)

İslâm’da Akıl ve İman İlişkisi (7)

Geçmiş yazılarımızda (şuurlu/şuuraltı) akıl ve aklî süreçler üzerinde bazı zihnî açıklamalarda bulunmuş ve kalben aklederek, iman hakikatlerine kavuşmanın mümkün olduğunu belirtmiştik. Bu bağlamda insanlık ve geleceğimiz açısından en önemli bir hakikat olan imanın akıl bağlamındaki önemi gün ışığına çıkmaktadır. İman, akıl ile ilişkili olabileceği gibi bundan bağımsız olarak belki de bir nasip konusu olarak da ortaya çıkabilmektedir. Bu açıdan bakıldığında iman, iki çeşittir.

Biri, aileden ve sosyal çevreden gelen taklidî imandır. Diğeri ise aklî mekanizmaları kullanarak, kendi varlığının ne olduğunu düşünerek, dünyada mevcut din esaslarını birbirleriyle kıyaslayarak, nefsaniyeti okşayan müsamahaları bırakarak, elde edilen hakikî (tahkikî) imandır. Bu iman, kişinin, kendi hür iradesi istikametinde aklî süreçlerde elde ettiği bilgi, kanaat, fikir ve duygularla ilgili manevî kazanımların bütünüdür.

İman aşamasına gelmiş bir insan, taraf olduğu bir meselenin doğruluğuna artık kesin olarak inanır. İnandığına da sımsıkı sarılır. İnancından taviz vermeden sağlamca ve metanetle yaşamaya gayret gösterir. Aklî delillerle kazanılan iman telakkisinde artık hiçbir zaman inanç şüpheleri hâsıl olmaz. Peygamberimizin (sav) ifadesiyle:

“İman, temenni ile dış görünüşle değildir. O (akletme neticesinde) kalpte yer eden ve davranışların doğruladığı şeydir.” (Câmiü-s-Sağir; C. 4; No: 3298).

İman, aklî süreçlerin son merhalesine ulaştıktan sonra kalben de tasdiklenmesi gerekir, ta ki bu inanç, sadece bir temenniden ibaret olmasın. Çünkü zahirî görüntülerle iman korunamaz. Her bir tutum ve davranışın, başta akıl ve vicdan olmak üzere manevî kaynaklar tarafından da onaylanıp doğrulanması, tahkikî iman için ayrıca bir şarttır.

Dünyevî (din dışı) inançlar olacağı gibi taklit veya tahkik (inceleme) kökenli dinî inançlar da olabilir. Taklit yoluyla elde edilen dinî inançlar, genelde sosyal çevrenin kişi üzerinde yaptığı etkiler sonucunda ortaya çıkar. Tahkik (inceleme-araştırma) yoluyla ulaşılan dinî inançlar, gerçek anlamda elde edilen imanî inançtır. Bu yönüyle inanç; hayal, tasavvur, idrak, mantık, iç görü, mukayese ve benimseyerek bir sonuca gitme çabalarının mükemmel bir sonucudur. Hz. Ebu Bekir’in ”kesin inanç, imanın tamamıdır” sözü de belki de bu zihnî sürecin sonucunda elde edilen kâmil imana işarettir. Hz. Ali de bu inancın nasıl korunacağı hususunda bizlere önemli bir ipucu verir ve şöyle der: “Allah’a güvenen insan, inancını korur.”

İslâm; dini inancı (imanı), manevî hasletlerin desteği ile elde edilen akıl üstü bir inanç olarak görür. Buna göre iman, hem aklı besler, hem de akıl ve diğer manevî hasletler tarafından beslenir. İman, kişinin kendi ihtiyariyle akıl kapısından girer, kalbe yerleşir; nefsaniyete yol açan bütün manevî tehlikelerden uzaklaşabilir. İslâm, bu cihetiyle iman ile ilgili tekliflerini hep akla yöneltmiş ve din için aklı bir esas olarak kabul etmiştir. “Aklı olmayanın dini de yoktur” prensibi, İslâm için geçerli olan bir esastır.

İman esasları doğrultusunda ferde düşen görev, halis bir niyetle aklî mekanizmaları aracılığı ile hakikati öğrenmek ve bilmektir. Kişi, idrak kapasitesine göre bildiklerini yaşamalıdır. Ancak iman şuuru açısından bu da yeterli değildir. Kişi, bildiklerini bilinçli (şuurlu, ihlâslı, benimseyerek) yaşamalıdır. İman heyecanını ve lezzetini koruyabilmek açısından bu da yeterli değildir. Kişi, bildiklerini sadece bilinçli değil sürekli olarak da yapmalıdır. Mesela, dinin dolayısıyla imanın direği olan namazın önemini sadece bilmek yeterli değildir. Kişi, namazını ihlâsla ve sürekli (günde beş vakit) olarak kılmalıdır. Allah’a karşı sorumluluk duygusu, aklî mekanizmaları fıtrat ekseninde geliştirmek, korumak ve yaşamak ile mümkün olabileceği unutulmamalıdır. Bu manevî sorumluluk duygusu, aklı kalbî ve vicdanî duygularla iyi kullanmakla ancak elde edilebilir. Hz. Ebu Bekir’in ifadesiyle “Akıllılığın en üst derecesi, Allah’a karşı sorumluluk şuurunda olmaktır.”

Allah, ibadet ve kulluk görevlerimizi en iyi bir şekilde ifa edebilmek açısından bizleri, akıllarını kalbî duygularla en üst seviyede kullanan müminlerden eylesin. Amin.

Prof. Dr. Ali SEYYAR

Gelişen Olaylara İslami Bakışın Adresi

Yorumlar
  1. Ali Haluk Pektaş dedi ki:

    “Ey iman edenler… iman ediniz” diyen Kuran-ı kerimin Nisa-136 ayetinin vermek istediği mesajın bir açılımı olan bu yazının, daha bir kalbi duyguların derinliği ile okunmasını öneririm…