İslâm’da savaş; kan dökmek, toprak kazanmak, ganimet elde etmek, petrol kuyularını ele geçirmek için yapılmaz. İslâm’da savaş, genelde müdafaa eksenlidir. Cihad, Allah ile insanlar arasındaki engelleri kaldırarak, onların Allah ile buluşmalarını sağlama gayretidir. Savaş ise büyük ve kutsal bir hareket olan cihadın bir parçasıdır. Ama kaynaklarda cihad bazen savaş yerine de kullanılır. Yani cihad, savaşı da içine alan bir harekettir. Fakat savaş kelimesi, cihadın ihtiva ettiği manayı tamamen kapsamaz. Cihad kıyamete kadar devam edecek olan bir harekettir; kesintisizdir, mekruh vakti yoktur. İslâm’ın doğru anlaşılması, anlatılması, sevdirilmesi için ortaya konulan her türlü gayret cihadın kapsamına girmektedir. Savaş ise gerektiğinde İslâm düşmanları ile yapılan fiilî mücadelenin sadece bir kısmıdır.
Peygamber Efendimiz (s.a.v), her zaman barışa önem vermiştir. Hudeybiye Barışı, O’nun hayatında büyük bir zaferdir. O Yüce Peygamber, kendisine her türlü kötülüğü yapmış, hicrete mecbur etmiş olan Mekkelilere şefkatle davranmış, Mekke’yi kan dökmeden fethetmiştir. Hâlbuki on üç yıl Mekke’de hayatı hayatı Müslümanlara dar eden Mekkelilerin hepsini, isteseydi kılıçtan geçirebilirdi. Ama bunu yapmamıştır, çünkü O, rahmet peygamberidir.
İslam’da barış esastır. Gayrimüslimler Müslümanlarla barış içinde yaşamayı isterlerse, İslâm ille de savaşı öngörmez. Zaten İslâm böyle düşmanca bir ortamı tasvip de etmez. Hatta düşmanlık anında bile gönüllerdeki sevgi tohumlarını muhafaza eder. O daima iyilikle muameleyi ve adaleti gözetmeyi öngörür.
İslam, insanların yeryüzünde barış ve sükûnet içinde yaşamalarını temin eden bir dindir. İslâmî yaşantının aslı ve temeli barıştır. Savaş ise ancak bir mecburiyet sonucu, yani başka türlü hareket etme imkânı kalmadığı zaman söz konusu olur. Çünkü İslâm, insanların dünya ve âhirette kurtuluşuna, huzurlu bir hayat sürdürmelerine çalışır.
İslam’da savaş ise yüce bir dava uğruna, fikir ve düşünce hürriyeti adına, insanlığa giden yolları açma uğrunda yapılır. Bununla beraber gerektiğinde barışa gitme de ihmal edilmez. Çünkü barış esas, savaş ise tâlidir: “Ey iman edenler! Hep birden barışa girin, şeytana ayak uydurmayın, o sizin apaçık düşmanınızdır.” (Bakara, 2/208)
Evet, işte bu ve benzeri ayetler, Müslümanları barışa davet etmiş, onlara savaş hâlinde dahi itidal ve istikameti göstermiştir. Onun dışındaki sistemlerin ise savaşları canavarlık üstüne canavarlık, barışları da savaştan farklı olmamıştır.
İslam’da insan hayatı önemlidir. Düşmanı, barışa doğru meylettirmeyi başardıkları her an Resûlullah (s.a.v) barış yapmak için hazırdı. Zaten O (s.a.v), hiçbir savaşı başlatmadı, ancak düşmanları tarafından savaşa zorlandı. Savaşta asıl maksadı saldırıyı önlemek, zulmü ortadan kaldırmak ve yeryüzünde barışı ikame etmekti. Kur’ân bu prensibi şu ayetlerle açıklar: “Eğer onlar barışa yanaşırlarsa sen de yanaş ve Allah’a güven. Çünkü Allah her şeyi hakkıyla işitir ve bilir.” (Enfâl, 8/61), “Eğer müşriklerden biri senden sığınma hakkı isteyip yanına gelmek isterse, sen ona güvence ver, ta ki Allah’ın kelâmını dinlesin, düşünsün. Sonra şayet Müslümanlığı benimsemezse onu, kendisini güvenlikte hissedeceği yere (vatanına) ulaştır.” (Tevbe, 9/6)
Müslümanların asıl gayelerinden biri de dünyada barışı hâkim kılmak olduğundan, bu hedefe ulaşmada işbirliği yapmaya hazır ülkelerle barış ve nizamı sağlamak ve sürdürmek için her türlü çabayı gösterir. Bu tür bir ilişki kurmak isteyen her ülkeyle dostça bir antlaşmaya girmeye ve işbirliği yapmaya her zaman hazır ve isteklidir. Bu antlaşmayı ve şartlarını karşı taraf resmen bozmadıkça, kendisi de bozmaz. Antlaşmalara ve paktlara hürmet etmek, İslâm’ın temel bir prensibi olup, müminlerin bunları ihlâl etmelerine müsaade etmez. Bununla birlikle, karşı taraf antlaşmayı bozduğunda müminler artık antlaşmanın şartlarına bağlı olmayıp, serbestçe hareket etme hakkına sahiptirler. Uluslar arası ilişkilerde, İslâm Devleti mümkün olduğu derecede gerek barış ve düzenin
kurulması gerekse düşmanlık ve çatışmadan kaçınmak için elinden geleni yapar. Ancak anlaşmazlığı çözecek barışçı vasıtalar tükendiğinde savaşa katılır.
İslâm, insan hayatına çok büyük önem vermiş ve insan hayatını korumak ve kurtarmak için mümkün olan her şeyi yapmıştır. Kur’ân’da şöyle buyrulmuştur: “Haksız yere Allah’ın haram kıldığı cana kıymayın!” (En’âm, 6/151) Bu, Allah tarafından insan hayatının korunmuşluğunun ilân edilmesidir. Bir insan başkalarının yaşama hakkına saygı gösterdiği sürece, hiç kimseye onu öldürme izni verilmez.
Sevgili Peygamberimiz (s.a.v) bu prensibi insanlara Veda Hutbesi’nde gayet açık bir şekilde anlatmıştır: “Bu gününüz, bu ayınız ve bu beldeniz saygı değer ve dokunulmaz olduğu gibi (aranızda) kanlarınız, canlarınız ve namusunuz da saygıdeğer ve dokunulmazdır.” (Buhârî, Eymân 16)
“Ey insanlar! Düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyin, Allah’tan afiyet dileyin. Fakat düşmanla karşılaşınca da sabredin ve bilin ki cennet kılıçların gölgesi altındadır.” (Nevevî, el-Alâkâtü’d-Devliyye, Beyrut 1974, s.48) hadisi de savaşı değil, barışı işaret eder.
Dolayısıyla İslâm’da savaşın asıl hedefi, insanları öldürmek, ganimet kazanmak, yeryüzünü tahrip etmek değil; aksine, zulmü ortadan kaldırmak, gayrimüslimler için hidayete giden yoldaki engelleri kaldırmaktır. Bunun içindir ki İslâm, sömürme, emperyalist tutkular ve sırf devlet toprağını genişletme hevesine yönelik savaş anlayışını kesinlikle reddeder. (Serahsî, el-Mebsût, Beyrut 1993, X/5)
İslâm’da savaşın sebebi, Müslüman olmayanların dine dâhil edilmesi değildir. İslam hukukçularının çoğunluğuna göre savaşın sebebi, düşmanın; İslam’a ve Müslümanların ülkesine karşı saldırıda bulunmasıdır. Savaşın belirgin gerekçesi şudur: “Size savaş açanlarla Allah yolunda siz de savaşın, ancak (sakın) aşırı gitmeyin.” (Bakara, 2/190) Başka bir ifadeyle savaşın sebebi, Müslüman olmayanların dine dâhil edilmesi değildir. Çünkü zaten Kur’ân bunu yasaklamıştır: “Dinde zorlama yoktur.” (Bakara, 2/256). Eğer öyle olsaydı, kadın-erkek, yaşlı-çocuk, din adamı-sivil ayrımı gözetilmeden gayrimüslim olan herkesin öldürülmesi gerekirdi ki, İslâm Tarihi’nde böyle bir hâdise olmamıştır. Müslümanlar istemediği hâlde düşmanla savaş durumu ortaya çıkmış olsa bile, kesin olarak kadınları, çocukları, yaşlıları, özürlüleri, din adamlarını ve hatta savaşta aktif görev almayan sivil erkekleri öldürmemişler, katliam ve soykırım yapmamışlardır.
Belirli kişi ve kuruluşların kendi inanış ve davranışlarına uymayan kişilere hayat hakkı tanımamaları, onları yıpratmak için bir takım gayri insani davranışlara başvurmaları zulümdür, terördür.
Ne yazık ki, Kur’an’ın üçte biri, akıl etme, tefekkür, gözlem ve araştırmayı emrederken, bu görevleri ihmal etmiş, sözde Müslümanların, İslâm’ı savunmak için kaba güçten başka yöntemleri kalmamıştır.
Meşhur hikâyedir. Cahil çobanın birine Allah’ın varlığını ve birliğini ispat edip edemeyeceği sorulduğunda, göğsünü gere gere ispat edebileceği cevabını vermiş. Orada bulunan kimseler, bu cahil çobanın bunu yapamayacağından emin olduklarından, bunu nasıl yapacağını sormuşlar. O da, elindeki sopasını göstermiş. İşte bununla ispat ederim demiş. Bu defa nasıl? Sorusuna da:
-İnkâr eden kişiye, Allah vardır, birdir dedirtinceye kadar basarım sopayı demiş.
İşte bu gün dünyada Müslüman geçinenlerin portresi budur. O nedenle de dünyanın her yerinde Müslüman geçinenler ve gerçek Müslümanlar, kan döken, kargaşa çıkaran, cani ve terörist olarak görülür oldu.
Netice itibariyle, İslâm’da barış esastır, savaş ise ârızî bir durumdur. İslâm hukukunda savaşların meşrûiyeti ise yukarıda saydığımız sebeplere bağlıdır. Bunun dışında kalan ve emperyalist maksatlara yönelik veya ganimet ve mal hırsıyla veya şahsî duyguların tatmini ve şöhret kaygısıyla yapılan savaşlar meşru olmadığı gibi, yeryüzünde bozgunculuk yapmaya teşebbüs olarak nitelendirilmiş ve kötülenmiştir.
Şu notu da düşelim: Çeşitli kaynaklar, insanlığın 5 bin yıllık tarihinde savaşsız geçen yılların yalnızca 292 yıl olduğunu kaydediyor. Aynı kaynaklara göre bu savaşlarda 4 milyarın üzerinde insan hayatını kaybetmiştir. Sözgelişi Asya, Avrupa, Afrika ve Okyanusya dâhil dört kıtada birden yapılan İkinci Dünya savaşı 50 milyon insanın ölümüne, 100 milyondan fazla insanın da sakat kalmasına neden olmuştur.
Dünya Sağlık Örgütü (WHO)’nün 2001 yılındaki “Global Launch Of the World Report on violence and Health” başlıklı raporunda şiddete ve savaşlara dikkat çekilerek şöyle deniliyor:
“Şiddet bütün dünyanın gündeminde ve rahatsızlık veriyor. Dünyanın her yerinde günde ortalama 4 bin 400 kişi, yılda 1,6 milyon kişi şiddet yüzünden ölüyor. Milyonlarca insan ise bu savaşlardan çeşitli şekillerde zarar görüyor.”
Birleşmiş Milletler İkinci Dünya Savaşı’nın başladığı 1 Eylülü “Dünya Barış Günü” olarak ilan etti ve yarım yüzyıldır bu gün dünyada çeşitli etkinliklerle kutlanıyor. Fakat bunca çaba ve kutlamalara rağmen dünya barış yüzü görmemiştir; bu gidişle göreceğe de benzemiyor.
Gelişen Olaylara İslami Bakışın Adresi