Müslüman ülkelerin modernleşme serüveninde birkaç karakteristik özellik damgasını vurmuştur. Birincisi, Müslüman dünyanın Batı modernitesi ile ilişkisi olabildiğince pragmatiktir. Bir başka deyişle, anlık ihtiyaçları gidermek üzere Batı’ya bakarak oradan iktibaslar yapmak biçimindedir. Aslına bakılacak olursa, bunun bugün de hala devam ettiğini belirtmemiz gerekir.
İkincisi, Batı karşısında kendi içerisinde gerilim taşıyan bir tutum vardır. Bir yandan “küffar” olarak görülen ve bu bağlamda ahlak, yaşantı ve hayat perspektifi itibarıyla eleştirilen; ancak öte yandan “gelişmiş”liği sebebiyle takip edilmesi gereken bir Batı vardır. Bu ikircikli bakış, Müslüman toplumların gündelik hayatına da tenakuzlar, iç gerilimler şeklinde yansımıştır. Ancak hangi kesimden olursa olsun, yaşam tarzı ve beğenilerde bir değişimin varlığı inkar edilemez.
İslam ve modernlik söz konusu olduğu zaman, bunların ikisini de birbirine hiç değmeyen unsurlar kabul ederek yapılan yürüyüş, bugün için birbirinden tamamen kopmuş evrenleri ve kapalı dünyaları bizim karşımıza çıkarmaktadır. Işid ve neo-selefi türden yapılanmaların bunların iyi bir örneği olduğunu düşünüyorum. Çünkü bunlar, modern dünyaya tamamen bir reddiye geliştirerek, aslında kendi sınırları dışında pek anlam ifade etmeyen kapalı evrenler inşa etmektedirler. Fakat şunu belirtmeliyiz ki, neo-selefi hareketler moderniteye katı bir itirazı ifade etseler de, kendileri son derece modern bir harekettir ve usul olarak modernliği takip etmektedirler.
Farklı kültür ve medeniyetler tarih içerisinde farklı zamanlarda bir paradigma olarak hakim olabilirler. Bugün Batı medeniyeti hakim paradigma olarak kendisini göstermektedir. Her farklı kültür ve medeniyet dairesi, diğerleriyle alışverişte bulunarak, diğerini aynen iktibas ederek değil fakat evrensel olabilecek unsurları kendi kültür ve medeniyet düzleminde eritip bir yere yerleştirerek kendisini geliştirebilir. Bir zamanlar İslam medeniyetinin güçlülüğü söz konusu idi. Ancak şimdi Batı medeniyeti, küresel ölçekte hakim durumdadır. Bu bağlamda Müslümanların öncelikli yapmaları gereken şey, öncelikle Batı ve diğer kültür ve medeniyet daireleriyle sürekli etkileşimde bulunarak, alışveriş yaparak paradigması çerçevesinde aldıklarını bir yere yerleştirmesi ve kendisini yeniden inşa etmesidir.
Özelde demokrasiye gelecek olursak, birçok konuda olduğu gibi demokrasi konusunda da, Müslüman dünyada iki tavır söz konusu olmuştur. Bunlardan ilki, demokrasiyi Batı’dan geldiği için tamamen ret şeklindedir. İkincisi de, “ondan bizde de var” mantığını işleterek, otomatik olarak işlevselleştirmek.
Bir medeniyet ve kültürün farklılıklarla temas ve iletişimi işte burada da devreye girecektir. İslam dünyasında, maalesef bir çok konuda olduğu gibi demokrasi konusunda da, işin felsefesinden başlayarak yazılmış bir kritik mevcut değildir. Demokrasiyi tamamen bir reddin konusu kılanlar, acaba İslam dünyasının şu anda içinde bulunduğu yönetim zafiyetlerini, Mısır gibi ülkelerde darbe zihniyetinin yol açtığı travmaları düşünüyorlar mı? Türkiye’nin geçmişte darbe teşebbüslerine maruz kaldığını ve kesintiler olsa da demokrasinin iyi veya kötü işlediği, düşüncelerin serbest hale geldiği zamanlarda insanların da rahat nefes aldığını düşünüyorlar mı?
Sürekli olarak “İslam’da şu yok”, “İslam’da bu yok” diyenlerin, bir kere de İslam’da neyin var olduğunu söylemelerini istirham ediyorum. Başlıktaki soruyu tekrar edelim; “İslam’da demokrasi yok diyenler, bize neyi vaat ediyor?”
Ali Rıza Demircan’dan Not: Hocamız İslâm açısından demokrasiyi tahlil etmeksizin haklı bir soru yöneltiyor.
Bu konuda kalem oynatmış ve bilgi-bilinç yoksullarının yermelerine muhatap olmuş bir kişi olarak “demokrasiyi” küfürle niteleyenlerin ortaya bir şeyler koyamadıkları gibi bize bir şeyler vaat edemediklerine de tanık olduk.
Hocamızın sorusunu biz de yöneltiyor ve yapılacak açıklamaları yayınlamak üzere bekliyoruz. İnşaallah biz de bazı açıklamalar yapmaya çalışacağız.