Okulların başladığı haftanın mübarek cuma günü, on beş kişilik mütevazı bir ekiple Bursa’dan İstanbul’a yola çıkmıştık. Üç günlük bir İngilizce etkinliğe katılacaktık. Hepimizde ufak tefek heyecanlar, acemilerimizde ne ile karşılaşılacaklarını bilememenin korkusu, bizdeyse önceki programlardaki tadı tekrar alabilme umudu vardı.
Kalacağımız otel ve programın yapılacağı üniversite, İstiklal Caddesi’ndeydi. Ben de bu büyülü(!) mekânı ilk defa görecektim. Hani İstanbul denince akla gelen, medeniyetlerin buluştuğu cadde. Kırmızı tramvayıyla (maalesef biz oradayken tamirattaydı), Arafat’ı aratmayan kalabalığıyla, sokak çalgıcılarıyla, alışveriş mabetleriyle, Madame Tussauds’ı ve sergilediği yarı çıplak Lady Gaga’sıyla şehrin merkezi İstiklal Caddesi. Çılgın garsonların hizmet verdiği pahalı restoranların, olmazsa olmazımız haline gelen Starbucks Coffee’nin, Gratis’in, Simit Sarayı’nın, Beyoğlu Çikolatacısı’nın arasından akan bir insan seli. Her cinsten, her cinsiyetten (!), her milletten, her meşrepten insanı bir arada görebileceğiniz sayılı yerlerden. İkizimin bana hatırlattığı gibi; “ Dünya tek bir ülke olsaydı başkenti İstanbul olurdu.” demiş ya Napolyon Bonapart beyefendi. Sürtünerek ilerleyebildiğimiz kalabalıklardan tek bir kelime Türkçe işitemediğimiz gibi, İngilizceyi bile zor duyuyorduk. Gitar eşliğinde Fransızca şarkılar söyleyen entel bir çifti geride bıraktığımızda, Türkiye’de olduğumuzu unutmuştuk bile.
Zaten Bursa dönüşümüzde, hepimiz kendimizi üç saat uzaklıktaki İstanbul’dan değil de, Venedik’den ya da Madrid’den dönüyormuş gibi hissedecektik. Bu sırada, yani memleketimize kavuşmaya ramak kalmışken kulaklarımdan “Sana, Bana, Vatanıma, Ülkemin İnsanlarına Dair” şiirinin mısraları geçiverdi. İki gecemizi, sabah ezanı nidasının duyulmasına izin vermeyecek şiddette müzik yapan bir türkü barın karşısında geçirince (hoş, hangi camiinin ezanını duyacaktık ki bu gâvur ilinde) anlayamayacaktık tabii ki üstadın sözlerini. Diyor ya hani:
“Nice akşamlar bilirim ki
Karanlığını
Bir millet hastanesinde
Dokuz kişilik kadınlar koğuşu koridorunda
Başını kalorifer borularına gömmüş
Beyaz giysilerinden uykular dökülen tabiplerden
Haber sormaya korkan
Genç kızların yüreğinden almıştır.”
Gece yarısından şafağa kadar sürmesi planlanan içkili yat partisine katılmadığımız, katılamayacağımız için bizimle “muhatap olmuş olmaktan” esef duyan bir nesille karşı karşıyayız ne yazık ki. Karanlıkları yok etme gücüne sahipler artık. Bu gücü vermiş onlara bu cadde, bu şehir, bu yüzyıl.
Turistlerin beraberlerinde getirdikleri tek şey lisanları ve müzikleri değil tabii. Kültürlerini de almışlar yanlarına. Öyle ki şehrin en işlek yerinde, insan selinin ortasına boylu boyunca uzanmış bir “homeless” görebiliyorsunuz rahatlıkla. Bu insanların Erdem Bayazıt’ın bahsettiği, “ elleri daracık ceplerinde kaybolmuş, kenar mahalle çocukları”ndan ne farkı var diyebiliriz elbet. Ne yalan söyleyeyim, milyonlarca kişinin aynı anda ayak bastığı caddenin orta yerinde yatan bir insanın “bir sıcak somun için, yalın kat bir don için” değil de, “fakirliğimle de olsa beni görün” kaygısıyla orada olduğuna kaniyim. Elbette ki içimizi acıtan şeylere de şahitlik ettik. Arka sokakların birinde, bir karton üzerinde uyumuş küçük bir çocuğun vaziyeti, bizi her şeyin artık bittiğine ikna edebilecek kuvvetteydi. Yakınlardaki bir grup polis memurundan bir şeyler yapmalarını istediğimizde bize verdikleri cevap şöyleydi:” Abla, yetimhaneye götürüyoruz, oradan da kaçıyorlar. Biz n’apalım?” Bu millet bir çocuğa bile sahip çıkamayacaksa biz hangi “istiklal”den, hangi “istikbal” den bahsediyoruz acaba? “İsyan şiirleri bilirim sonra/ Kelimeler ki tank gibi geçer adamın yüreğinden” dediği gibi üstadımızın isyan edesimiz geliyor bazen. Yüreğimizi ezip geçiyor bir şeyler.
Komitemizden bir kız, makyaj çantasını toplarken bana ufak bir açıklama yapma ihtiyacı duyuyor: “ Sabahtan beri de kadın haklarını tartışıyoruz ama işte… Zaten bir tek düğünlerde topuklu ayakkabı giyebiliyorum. Makyaj setimdeki kırmızı ruj da öyle duruyor, başka yerde de kullanılmaz ki.” Ülkedeki belki de en iyi yabancı dil seviyesine sahip kırk gençle geçirdiğimiz bu üç günde “ İslam ülkelerinde kadına şiddet” i masaya yatırdık güya. Birbirimizi anlayamadık çünkü aynı “kadın”dan bahsetmiyorduk:
“Kadınlar bilirim ülkeme ait
Yürekleri Akdeniz gibi geniş, soluğu Afrika gibi sıcak
Göğüsleri Çukurova gibi münbit
Dağ gibi otururlar evlerinde
Limanlar gemileri nasıl beklerse
Öyle beklerler erkeklerini
Yaslandın mı çınar gibidir onlar sardın mı umut gibi. “
Şimdi, onlara bunu gösterirsek kadını eve hapsetmekle suçlamazlar mı bizi? Haklarını çiğnemiş, özgürlüklerini ellerinden almış, şiddet uygulamış olmaz mıyız hemcinslerine? Bütün bunların üstüne…
“Bütün bunların üstüne
Hepsinin üstüne sevda sözleri söylemeliyim
Vatanım milletim tüm insanlar kardeşlerim
Sonra sen gelmelisin dilimin ucuna adın gelmeli
Adın kurtuluştur ama söylememeliyim
Can kuşum, umudum, canım sevgilim.”
Söyleyemiyor sevdiğinin adını okuyucularına, yüzlerce kişi önünde yapılan evlilik tekliflerine inat. Galata Kulesi’nin dahi hicap duyacağı şovlar yapılıyor.Kimimiz de iç çekiyor belki, “Ahh, ne romantik…” diyerek.
Kendimi çok beğenmemden değil bütün bunları söylemem. Tüm gayretim“ Kızdığında cehennem, sevdiğinde cennet kesilen Müslüman yürekler”den olabilmek. Alıp götürecekti içimdeki bütün umudu bu cadde, bilmeseydim “Yalnızca kafirlerin ve fasıkların Allah’ın rahmetinden ümit keseceklerini.” Hz. İbrahim’e kocamış iken çocuk bağışlayan Rabbimiz, biz bu köhnemiş kalplere de nurunu ihsan eder elbet. Hz. Yakup’a senelerce ayrı kaldığı evladını gösteren O Kerem Sahibi, bizi ve memleketimizi de rahmetiyle, bereketiyle, ihsanıyla, ikramıyla tekrar buluşturur.
Biz üç günümüzü geçirdik bu caddede. Bilmem alışır mıydık daha çok kalsaydık. Ama dostum Hatice Anlağan’ın dediği gibi, “ İnsanın ruhunu kirletir İstiklal”
Bursa İpekçilik İmam Hatip Lisesi Lise 3. Sınıf Öğrencisi
Gelişen Olaylara İslami Bakışın Adresi