Bir et parçası olan kalpte fizyolojik problemler olabileceği gibi –mesela damarların tıkanması, kalp kapakçılarında ortaya çıkan sorun vs.-, manevi merkez konumundaki kalbe de hastalık arız olabilir. Kur’an-ı Kerim, kelami bir konu üzerinden kalbin manen ölümcül bir hastalığa yakalanabileceğine işaret eder. Manen kalbin hastalanması, sapasağlam (iman üzere) iken, inkâra sapması, böylece manen ölmesi demektir.
Müfessirleri ve kelamcıları hayli meşgul etmiş olan “muhkemler ve müteşabihler” meselesi, konunun söz konusu iki ilim branşının ötesinde bugüne, bugün içinde bulunduğumuz acıklı duruma bakan yüzü var. Kur’an gibi ilahi kelamı tek bir olay (nüzul sebebi) veya belli bir zaman dilimine (nüzul vasatı) indirgemek mümkün değildir.
Kısaca üzerinde mutabakata varıldığı üzere muhkemler fıkhın, müteşabihler kelam, tasavvuf ve felsefenin konularıdır. Her üç alandaki çaba ve maksat, gerçek akıl sahiplerinin (ulu’l elbab) kalplerinde vuku bulacak bir sapmanın etkisinde kalmadan yüce Allah’tan gelenin hakiki, nihai, yol gösterici ve kurtarıcı bilgi olduğuna iman etmeleridir. Nitekim sonraki ayet, kalplerda vuku bulacak bir kaymanın yol açabileceği başka kaymalara dikkat çekmektedir. Kaymanın muhkem ve müteşabihler konularında vuku bulacağına işaret edilmesi önemlidir.
Son yıllarda bazı ilahiyatçılar işte bu türden bir “kalp hastalığı”na yakalanmışlardır ki, kendileri kayıp gittikleri gibi başkalarını da kaydırıp helâke sürüklemektedirler.
Tefekkür, taakkul, tezekkür, tafakkuh, tedebbür vb. düşüne faaliyetleri yüce Allah’ın insana en büyük bağışıdır. Lakin herkes bu bağıştan nasibini almıyor. Kur’an-ı Kerim, ancak “Temiz akıl sahiplerinden başkası öğüt alıp-düşünmez.”Elbab” her türlü şaibeden uzak akıl sahibi kimseler demektir. (2/Bakara, 269; Al-i İmran, 190-91; Zümer, 17-18.) Bunlar, sağlıklı bir zihni bünyeye, selim bir kalbe sahiptirler, akılları her türlü şaibe, bulanıklık ve karışıklıktan uzaktır, istek ve arzularının, tutkularının kontrolünde değildir, takva üzere çalışır. Bu yüzden muhkemlere sımsıkı sarılır, müteşabihler üzerinde derinlemesine tefekkür eder, iç anlamlarına ulaşmaya çalışırlar. Bütün bu çaba ve cehdin içine girerlerken, imanlarında herhangi bir sarsıntı meydana gelmez; kendilerini ve başkalarını tehlikeye atmazlar. Onların gayesi, hakikatin bilgisine mümkün oranda yaklaşmak, onun renklerini ve çizgilerini temaşa etmek –Yunanca teori varlıktaki olay ve olguların temaşası demektir- ve eğer bir kısım lahzalarına ulaşma şansına sahip olmuşlarsa, bundan insanları yararlandırmaya, yollarını aydınlatmaya çalışmaktır. Müteşabihler denizinde yola çıkan akıl sahipleri muhkem gemisini terk edip, derin sulara kendilerini atmazlar.
Kur’an’ın söz konusu iki anahtar terimiyle ilgili bu kısacık değerlendirmeden sonra asıl konumuz olan “kalp hastalığı” üzerinde durmak gerekir. Ayet şöyle:
“Rabbimiz, bizi hidayete erdirdikten sonra kalplerimizi kaydırma ve katından bize bir rahmet bağışla. Şüphesiz, bağışı en çok olan Sensin Sen!..” (3/Al-i İmran, 8)
Bu, mü’minlerin dilinden yapılmış duadır. Hidayet en büyük nimet, iman en büyük ayrıcalıktır. Hidayetin öncesinde sapkınlık söz konusudur. Şu var ki, imanın ve hidayetin teminatı yoktur. Yani kişi hidayetten sonra sapkın yollara yönelebilir, son nefese kadar insan imtihandan geçmektedir.
Her şey kalbin içinde cereyan ettiği için, kalbin sağlıklı ve selim olması ile hastalanması ve kayması ana değişkendir. Bir hadis-i şerifte “Ey kalpleri ve gözleri evirip çeviren (Allah’ım)! Kalbimi dinin üzere sabit kıl” (Tirmizi, Kader, 7) buyrulur. Bu hadis, insanın iman ile inkâr arasındaki gerilimini özetler.
Elbette, karar verici olan insanın kendisi, iradi tercihleri, bireysel seçimleridir. Ama onun kararlarında, tercih ve seçimlerinde etkileyici faktörler vardır. Dünya hayatının çekiciliği, makam-mevki, şan-şöhret, bedensel hazlar, güç, gösteriş vs. Bunlar kalbin hastalıklarına yol açan negatif faktörlerdir. Kalp sabit değildir, evrilir çevrilir, halden hale inkılab eder. Gözler gibi sürekli hareket halindedir, bir tür gel-git (med ve cezir) hali yaşar. Göz, bir bakışla yöneldiği her obje ve duruma göre kalpte bir takım tesirlere yol açar. Kalpte uyanan arzular, duygular yeni kararların teşekkülünü sağlar.
Yine bir hadis-i şerifte şöyle buyrulur: “Mü’min’in kalbi, Rahman’ın iki parmağı arasındadır” (Müslim, Kader, 17; Tirmizi, Kader, 7). Uluhiyet bunu gerektirir. Biz Allah’ın kudret eli altındayız. Ama aynı zamanda özgürüz, irademiz var, seçimlerimizle her an kendimize yeni yol haritaları çizebiliriz. Bu durumda doğru yoldan sapmamak için Allah’ın yardımına muhtacız. Sonuçta Allah bizi kötülüğe zorlamaz, aksine iyiliği emreder. Fakat “Onlar sapıp eğilip-sapınca (zeyğ), Allah da onların kalplerini eğriltip saptırdı” (61/Saf, 5).
İman ve inkar (küfür ve şirk) kalbin fiili, amelidir. Kalp ise devamlı değişir, tabiatı gereği bir halden başka bir hale geçer. Bizi bir fiile sevk eden sebepler olduğu gibi kalbimizin fiillerinde de rol oynayan sebepler vardır. İnkâr ve isyan fiili nefsin ruhu istila etmesi, kibir, önyargı ve taassup sonucunda vuku bulur. “Kişinin bir şeyi (tutkuyla) sevip istemesi onu sağır ve kör eder” (Ebu Davud, Edeb, 115-116; Müsned, V, 194).
Kalbi bu tür hastalık ve musibetlerden ancak iman, salih amel, ilim, takva, ibadetler, hakikat sevgisi, itaat, adalet ve tevazu ile korumak mümkündür. Bunlar kalbe girmiş imanı koruyan kale duvarlarıdır; biri yıkılacak olsa, inkar, fısk-u fücur, zulüm ve fesat içeri girmeye başlar.
Allah’ın yardımını talep etmekten maksat, bizi kalplerimizde hastalıklara, kaymalara (zeyğ) yol açacak belalara maruz bırakmamasıdır. Yardım O’nun katından rahmettir. Bunun şifa sağlayan bir bağış/hibe olması kalbi vahiy nuruyla aydınlatmasını, hastalığı tedavi etmesini sağlayacaktır. Nasıl kuruyan ve yer yer susuzluktan çoraklaşıp çatlayan toprağı yağmur şenlendiriyorsa, vahiy de kuruyup çölleşen kalbi canlandırır. Böylesi durumlara maruz kalmış insanlar ve aynı tehlikenin eşiğinde isek kendimiz için de yine vahyin nuruna dahil olmak için dua edip Allah’ın yardımını talep etmek gerekir.
Öylesine cazip beşeri durumlarla karşılaşırız ki, kalplerimizde zaaf başlar. Zaaflarımız bizim felaketimizdir. Mesela çok ünlü bir avukatın yüksek meblağda para karşılığında bir katili veya hırsızı savunup mazlumun hakkının gasp edilmesine sebebiyet verdiğini düşünelim. Bu hakikatte büyük bir beladır. Böyle bir durumla karşılaşıldığında Allah’ın bize doğruyu ilham etmesi, takva duygusunu uyandırması, bizi nefsimizin tutkularına karşı koruması en büyük nimet ve bağıştır. Şeytanın ve nefsin şerrinden korunmayan hidayet üzere kalmaya devam edemez, sürgit Şeytan faaliyet halindedir, son nefesine kadar insanı doğru yoldan saptırmak ister.
“Bizi hidayete erdirdikten sonra” cümlesi bir ölçüde müteşabihler üzerinden Kur’an’ın yanlış ve maksatlı teviline göndermedir. Nice bedbaht insan var ki, hakikati bildiği halde, hatta bu ilmin tahsilini yaptığı halde dünya malı, siyasilerin gözüne girme arzusu onu yalan yanlış tevillere sürükler; böylece hem kendini hem insanları Allah’ın yolundan, hidayetten saptırır. Kavramayan toplulukların Allah kalplerini çevirir (9/Tevbe, 127). Nice insan var ki, bir zamanlar hak ve özgürlükler mücadelesi veriyorken, kendisine yapılan cazip teklifleri geri çeviremeyip, geçmişte yaptıklarının ve savunduklarının tam karşıtı işler yapmaya, düşünceler savunmaya başlamıştır. (Bkz. 7/A’raf, 175.)
Tesirde uzun uzadıya ele alınan bu ayetleri zikretmemizin sebebi, yukarıda işaret ettiğimiz üzere, bazı ilahiyatçıların, eskiden İslami kimliğe sahip olmuş zatların Kur’an vahyinin Arap yarımdasındaki insanlara ve Miladi 7. Yüzyılın ilk yarısındaki zamana hitap eden tarihsel bir metin olduğunu iddia etmeleri, bunu cahilane, fütursuzca yayıp durmalarıdır.
Bu iddiayı birçok yönden ve ilmi delillerle çürüğe çıkarmak mümkün, nitekim ilmi bir değeri de yoktur. Ama biz, aslında her türden kemli-felsefi veya ilmi mülahazanın ötesinde asıl meselenin bir kalp hastalığının sonucu olduğuna inanıyoruz.
Sadece tarihselcilikle değil, şu veya eften püften sebeplerle dinden çıkan nice erkek ve kadın görüyoruz; başını açanlar, namazı bırakanlar, İslakcılıktan istifa ettiğini, Kemalizme sarıldığını ilan edenler vs…
Bu vak’aların tümü birer kalp hastalığıdır (marazu’l kalb). Bu hastalığa yakalananlar, hastalıklarını başkalarına da bulaştırıyorlar. Böyleleri gerçekten bahtsız kimselerdir, imandan sonra kalpte hasıl olan zeyğ en büyük bahtsızlıktır.
Rabbim hidayet üzere şifa versin.
ALİ MEHMETOĞLU
MİRATHABER.COM -YOUTUBE-