Kur’an bakış açısından kalp manevi hayatın merkezidir, ahlaki tutum ve davranışlarımıza karar kalpte verilen kararlar sonucu oluşur. Aydınlanma, manevi/ahlaki hayat faaliyetlerinin merkezini kalpten beyne taşıdı.
Şüphesiz beyin de hayati derecede önemlidir, hatta son zamanlarda bilim insanları bağırsakların dahi ikinci beyin veya beyin kadar merkezi önem taşıdıklarını iddia etmektedirler.
Bize göre kalp manevi-ahlaki karar merkezi (“Kalpleri var fıkhetmiyor” 7/A’raf, 179), beyin matematiksel ve organize eylemlerin düzenlendiği zeka merkezidir. Bu açıdan akıl kalbe, zeka beyne aittir. Aklını kullanan İlahi emir ve nehiylerin dışına çıkmaz, aklı yerine zekasını kullanan dünyanın en büyük (zeki) hırsızlığını yapabilir. İnsanı harama ve helale sevkeden ise kalpte olup bitendir ki, biz buna “takva” ve “fücur” arasındaki iradi tercih deriz.
Öyleleri var ki, ne yapsan yap, iman etmezler. Kur’an-ı Kerim bunları şöyle anlatır:
“Şüphesiz, inkâr edenleri uyarsan da, uyarmasan da, onlar için fark etmez; inanmazlar. Allah, onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir; gözlerinin üzerinde perdeler vardır. Ve büyük azap onlaradır.” (2/Bakara, 6-7.)
Kur’an-ı Kerim’e göre takva sahibi mü’minlerinler Allah katında birinci sınıf insan grubu olup model insanlardır (49/Hucurat, 13). Diğer iki grup kafirler ve münafıklardır.
“Küfür” sözlükte örtü demektir. Araplar hem gündüzü örten karanlığa veya geceye hem tohumu toprağa gömen çiftçiye ‘kafir’ derler. (57/Hadid, 20.) Küfrün kavramsal anlamı, Allah’ın varlığını tanımamak ve indirilen vahiyleri referans almamak suretiyle Hak ve Hakikat’in, temel gerçekliğin üstünü örtmek ve Allah’ın bahşettiği sayısız nimetini inkar etmek demektir. Küfür genel manada inkar ve nankörlüktür.
Küfürde ısrar edenin beşeri cevheri bozulur, küfür üzere olup küfürde ısrar eden kişi için artık uyarılıp uyarılmaması fark etmez (36/Yasin, 9-10). Böylelerinin yakalandığı ağır hastalık dolayısıyla kalpleri ölmüştür.
Kalbi ölmüş olanın korkutulup uyarılması onun üzerinde herhangi bir etkisi olmaz. Çünkü inanmıyor. İnanmayan bir insana bir konu, bir canlı veya bir varlık hakkında bilgi ve haber vermenin faydası yoktur. Kur’an takva sahiplerini doğru yola iletir (2/Bakara, 2). İstanbul diye bir şehrin varlığına inanmıyorsa, İstanbul’da şehrin ortasından geçen bir boğaza da inanmaz. Allah’tan gelen ayetleri inkar edenler (6/En’am, 4;) kendilerine mucize de gösterilse yine inanmazlar (54/Kamer, 2). Nitekim Firavun ve iktidar seçkinlerine (mele’ ve mütref) dokuz büyük mucize gösterildi, yine de inanmadılar (17/İsra, 101). Göklerde ve yerde Allah’ın varlığına ve birliğine birer işaret olan her şey onlar için herhangi bir anlam ifade etmez (10/Yunus, 101).
Böylelerinin inkârı küfr-i inadidir. Bilgi eksikliğine dayanmıyorsa, küfr-i inadi hamakattır, birçok psikolojik hastalığın tedavisi var, ahmaklığın tedavisi yoktur.
“İnzar” sadece korkutmak değil, uyarmak ve haber vermek suretiyle korkutmaktır. Asıl anlamı, bir tutum veya davranışın sonucunda vuku bulması kaçınılmaz olan tehlikeye dikkat çekmektir. Bizler, mutlak anlamda ve kesin olarak vuku bulacağı bilgisiyle kimseyi korkutamayız, çünkü mümkünler dünyasında bazı sonuçlar gerçekleşmeyebilir. Mesela hava tahmin raporlarına dayanarak “yarın şiddetli yağmur yağacak ve ortalığı sel basacak” diye uyarabiliriz ama bu kesin değil. Çünkü yağmur yağmayabilir veya yağar da sağanak olmayabilir. Peygamberlerin inzarı ise kesindir. Onlar, bildirdiği bilgi ve haberleri mutlak bilgiye sahip olan el-Alim olan Allah’ın vahyinden almaktadırlar, kendi tahminleri değildir. Bu yüzden peygamberlerin uyarılarını ciddiye almak gerekir.
En bedbaht insanlar hakikate ve hidayete duyargalarını kapatanlardır. Böylelerine fayda sağlanmayacağı anlaşılan durumlarda tebliğde ısrar etmek tebliğin ve tebliğle anlatılmak istenen mesajın değerini, itibarını düşürür. Çünkü yüce Allah belli kişilerin asla iman etmeyeceğini haber vermektedir. Bu kişiler Hakikat’ten ve Hakikat’in Bilgisi’nden yüz çevirmede öyle bir noktaya gelmişlerdir ki, onların iman edeceklerine ilişkin neredeyse ümit kalmamıştır.
Burada Allah’ın, bu belli kişilerin iman etmeyeceklerini söylemesi ile onların iman etmemeleri arasında “bilgi ve haber verme (ihbar)” dışında herhangi bir ilişki var mıdır? Allah, bütün insanların iman etmeleri için vahiyler gönderir. Peygamberler herkese hidayet yollarını gösterir, doğrunun adresini tarif eder; imana çağırır. Ancak bazı kişiler bunların hiçbirine kulak vermez; çünkü beşeri melekeleri (düşünme, işitme ve görme yetileri) artık fonksiyon göremez hale gelmiş bulunmaktadır. Bu, görme yetisini tamamen kaybetmiş bir insanın sahiden göremeyeceğinin bunu bilen biri tarafından bildirilmesine benzer. Bir doktorun kaza geçiren birinin artık hiçbir şekilde göremeyeceğini söylemesi, doktorun onun görme yetisini elinden aldığı anlamına gelmiyor. Allah, böylelerinin iman etmeyeceğini biliyor ve haber veriyor. Bilmek başka, yapmak başkadır, her bilen yapmaz. Bilim insanı güneşin tutulacağını bilir ama kendisi tutmaz.
Küfürde ısrar ve inat ruhun cevherini bozduğundan, bir bakıma artık imana dönmesi mümkün olmaktan çıkmaktadır. Bu bilgi ve haber hidayete engel değildir. Bilgi ve haber, imana engel olsaydı, kulun hiçbir irade ve özgürlüğünün olmaması gerekirdi. Yine bilgi ve haber imana engel teşkil etseydi, yüce Allah, onlara iman etmeyi emretmezdi.
Tebliğde akli ve burhani ikna yöntemlerine başvurmak gerekir. İkna ile iman etmiyorsa, ikraha, baskı ve şiddete başvurmadan, onunla bir arada belli bir hukuk zemininde yaşama yollarını aramalı. Karşılıklı ihtiram sağlanırsa, bu dahi dolaylı bir tebliğ yerine geçer. Çünkü insan ne kadar inatçı olursa olsun, günün birinde ruhunda çakacak bir ışığı (28/Kasas, 29) yakalayıp hidayet nuruna kavuşması mümkündür. Israr ve ikrah çakacak ışığa mani olabilir. Bu çerçevede bir arada yaşanacak kimsenin, Müslümanların dinlerine, hayat haklarına ve izzetlerine saygı göstermesi beklenir. Bunun genel çerçevesi Mümtahine sûresinin 8 ve 9. ayetlerinde çizilmiştir.
Kur’an-ı Kerim, inkar edenlerinin kalplerini 10 ayrı şekilde nitelendirmektedir:
1) Hatem (Mühür): “Allah onların kalplerini mühürlemiştir” (2/Bakara, 7);
2) Tab’ (Damgalamak): “Bunun için de kalplerine damga vuruldu” (63/Münafikun, 3; 4/Nisa, 155.);
3) Dıyk (Daralmak): “Kimi de dalalette bırakmak isterse, onun göğsünü daralttıkça daraltır.” (6/En’am, 125);
4) Maraz (Hastalık): “Onların kalplerinde hastalık vardır.” (2/Bakara, 10);
5) Reyn (Günahların kalbi örtmesi): “Hayır, onların kazandıkları kalplerini örtmüştür” (83/Mutaffifin, 14);
6) Mevt (Kalbin ölümü): “Ancak dinleyenler icabet eder. Ölüler (ise) onları da Allah diriltir.” (6/En’am, 36 ve 122);
7) Kasavet (Katılık-taşlaşma): “Bundan sonra kalpleriniz yine katılaştı; taş gibi hatta daha katı.” (2/Bakara, 74 ve 39/Zümer, 22.);
8) İnsiraf (yüz veya sırt çevirme): “Sonra sırt çevirip giderler. Gerçekten onlar kavramayan bir topluluk olmaları dolayısıyla, Allah onların kalplerini çevirmiştir.” (9/Tevbe, 127.);
9) Hamiyet (Taassup ve kibir): “Hani o inkâr edenler, ‘gurur ve soy asabiyetini (hamiyet)’, ‘cahiliyenin gurur ve asabiyetini’ kendi kalplerinde alevlendirip-kışkırttıkları zaman…” (48/Fetih, 28);
10) İnkâr eden kalp: “Ahirete inanmayanların kalpleri inkarcıdır ve onlar müstekbir (büyüklenenler)dir.” (16/Nahl, 22.)
ALİ BULAÇ
MİRATHABER.COM -YOUTUBE-