Tunus’da Bin Ali’nin devrilmesinin ardından Nahda Hareketi’nin Tunus seçimlerini kazanıp iktidara gelmesiyle, insanlar ertesi sabah devlet dairelerinin önünde yüzlerce kişilik kuyruklar oluşturdu. Önceki rejim döneminde çözülememiş mes’ele ve sıkıntıları, davaları ya da işlemleri olan herkes, yeni hükümetin kapısını çaldı ve hemen çözüm istedi. Dr. Merzuki’nin ifadesine göre, bu davaların bazıları 25 yıllıktı, ancak insanlar Nahda hükümeti göreve gelir gelmez, bu sıkıntıların bir sihirli değnekle çözülmesini bekledi.
Zamana yenik düşüp unutulmaya yüz tutmuş dosyalar aniden canlanmış gibiydi. İnsanlar bu dosyaları ellerine alıp Nahda’dan çözüm talep etti. Ancak açıkça görülüyordu ki, bu durum, İslamî kimliğe sahip parti deneyimini başarısızlığa uğratmayı amaçlayan bir teşebbüstü. Bu partiye taşıyamayacağı kadar yük yüklenmiş ve 40 yıllık istibdat ve yolsuzluk mirası omuzlarına bırakılarak başarısızlığa sürüklenmek istenmişti.
Buna karşılık, Seyyid Kutub’un “gaflet içinde olan kitleler” diye vasıflandırdığı bir grup da, keyfi ve arzuları doğrultusunda hareket ediyordu. Bu grup, sabır göstermeye ya da bir saat dahi katlanmaya yanaşmıyordu. Oysa aynı insanlar, 40 yıl boyunca yolsuzluğa ve zulme sabredip görmezden gelmişti. Bu sebeple Nahda tecrübesi, şeklen ve zahiren başarısız görünüyordu; çünkü bırakılan kötü miras, birkaç gün, hatta bir seçim dönemi içinde çözülemeyecek kadar büyüktü.
Bu durumla eş zamanlı olarak, kontrolsüz bir medya hükümete saldırıyor ve şu tür ifadelerle tenkitler yöneltiyordu:
• Devleti İslamîleştirme, laiklerle iş birliği yap.
• Gücü tekeline alma.
• Parlamento oturumlarında Allah’ın adını anma.
• Sakal bırakma.
• Fiyatları düşürmedin.
• Para biriminin değerini artırmadın.
• Ekonomiyi canlandıramadın. ve benzeri birçok suçlama.
Uzun sürmeden, Nahda partisinin halkın beklentilerini karşılayamaması üzerine insanlar İslamcıların yönetiminden kurtulmayı seçti. Bu dönemde İslamcı liderler hapsedildi. Böylelikle istibdat ve baskı yeniden geri döndü. Devlet daireleri devrim öncesindeki gibi çalışmaya başladı. Ancak bununla birlikte, düşünce özgürlüğü yok edildi, ağızlar susturuldu ve hapishaneler tekrar doldu.
Aynı durum Mısır’da da tüm detaylarıyla yaşandı. Ancak Mısır’da Müslüman Kardeşler’in karşı karşıya kaldığı mücadele, daha sert ve şiddetliydi. Bu mücadele, Rabiatu’l-Adeviye meydanındaki bir katliamla sonuçlandı. Karşı devrim, Mısır gençliğini ezdi. Gençlerin suçu, yetmiş yıl boyunca ülkeyi yıpratan yolsuzluk mirasını temizlemeye çalışmaktı. Ancak halk, İslamcıları yedi bitirdi; çünkü yolsuzluk ilk yüz gün içinde sona ermemişti.
Her iki durumda da karşı devrim, başlangıçta cesur ve samimi olan girişimcilerin sadakatini ve gayretini istismar etti. Onları halkın önüne çıkardı ve tanınmalarını sağladı. Misal olarak, “fakirlerin bakanı” lakabıyla anılan Bessam Ude gibi isimleri hedef aldı. Daha sonra onları saldırılara maruz bıraktı ve halktan, bu liderlerin sihirli bir değnekle ülkelerini uygarlıkta Endülüs’e, adalette ise Medine’ye dönüştürmesini istedi. Hatta Mursi’nin, Şam’da adaletle hükmeden Ömer bin Abdülaziz gibi olmasını talep etti.
Tunus’ta olduğu gibi, Müslüman Kardeşler’in iktidarı sona erdiğinde halk derin bir nefes aldı, devrim başarıyla sonuçlandı (!) ve şartlar üzerinde anlamlı bir değişiklik yapamayan bu “başarısızlar” ezildi. Onları öldürmek ve yakmak da mes’ele değildi. Böylece eski düzen, yani askeri yönetim, yeni bir yüzle geri döndü. Bu yeni yönetim, devlete sahte bir istikrar getirdi; ancak baskı, despotizm ve demir yumruğuyla birlikte… Yeni istibdat, şartları iyileştirmek bir yana, mevcut durumu bile koruyamadı; ülkeyi on yıllarca geriye götürdü.
….
Halep’te bugün, devrimi benimseyen taraflara yönelik, şehri koruma, yönetme, düzenleme ve adaleti sağlama çağrıları yapılmaya başlandı. Bu çağrılar duygusal bir yankı buldu ve herkes, Halep’in korunması, güvenliğinin sağlanması ve bakımı için yapılan bu talepleri yaymaya başladı. Öyle ki, Halep’e Tatarlar girmiş gibi bir hava oluştu; sanki bu şehir halkının değilmiş gibi…
Her şey bir somun ekmekle başladı. Halep’te hiçbir şekilde kuşatma, savaş, mültecilik, kamplar, sokağa çıkma yasağı ya da böyle bir taleple uyumlu herhangi bir durum yaşanmadığı hâlde, “Açız, bize ekmek getirin!” haykırışları yükselmeye başladı. Bu çağrılara devrimciler, son derece saf bir şekilde, “Biz buradayız! Ekmek size bedava gelecek!” diyerek cevap verdi. Sanki birkaç gün önce, rejim döneminde, bu insanlar ağaç yapraklarıyla besleniyormuş gibi…
İlk gün ekmek dağıtımı, ihtiyaçtan değil, kıtlık endişesinden de değil, sembolik bir iyi niyet göstergesi olarak yapıldı. Bu, Halep’i özgürleştirenlerin bu şehrin halkı olduğunu ve devrimin, istibdadın yerine intikamcı bir baskı getirmediğini, aksine herkes için iyilik getirdiğini göstermek içindi. Gönüllü girişimler başlangıçta hoş ve kabul edilebilirdi.
Ancak mesele, ekmekten ibaret değildi. Arkasından daha fazla talep gelecek ve bu talepler, coşkulu ama hesapsız devrimciler için ağır bir yüke dönüşecekti. Göğüslerini gere gere “Bu iş bizim işimiz!” diyenler, bir anda yükümlülüklerin altında ezilecekti. Halk, bir gecede ütopya talep etmeye başlayacak; bu heyecan ve plansızlık, karşı devrimin ve eski rejimin artıklarının iştahını kabartacaktı. Basit halkın artan talepleriyle yükler çoğalacak, hatalar birikecek ve sonunda mevcut devrimin başarısızlığı gerekçesiyle karşı devrim sahneye çıkacaktı.
Böylece eski düzenin kalıntıları tekrar ortaya çıkacak ve korkunç bir girdaba girilecekti. Bu girdap, ya eski rejimin bir askeri darbesiyle ya da Fransız Devrimi’ndeki gibi kaos ve yargılamalarla sonuçlanacaktı. Fransız Devrimi’nde, devrimcilerin kafaları, yolsuzların kafalarından önce düşmüştü. Bu kesin ve kaçınılmaz bir sonuçtur. Bu denklemi ne sayılar, ne kitleler ne de şartlar değiştirebilir.
Eğer Suriye, Mısır, Tunus, Libya ya da Yemen’den farklı olsaydı, en dürüst kişi Beşar Esad olurdu. Zira Tunus ve Mısır’daki devrimler sırasında, “Suriye farklıdır.” demişti.
Devrimci ifadeler ve gençlik heyecanı, karmaşık bir gerçeklik, belirsiz bir gelecek ve olağanüstü şartlar arasında dengeli ve uyumlu olmalıdır. Halk hareketleri yeniden ele alınmalı ve bu hareketlerin kontrolsüz bir akıma dönüşmesi engellenmelidir. Çünkü ne Beşar Esad’ız, ne de Ömer bin Abdülaziz.
Devrim, Suriye’yi İsviçre’ye çevirmeyecek ve Endülüs’ün şanlı geçmişini geri getirmeyecektir. Zaten devrimin amacı da bu değildir.
Toz pembe bir tablo ve ideal bir durum hayali, ağır bir bedel gerektirir. Tunus ve Mısır örneği bunun en açık delilidir. Devrim, zihinlere ve ruhlara ekilen bir fikir tohumudur. Bu fikir, uzun yıllar sonra şartları iyileştirecek bir nesil inşa eder. Devrim, ekmek kuyruklarını ortadan kaldırmak, para biriminin değerini artırmak ya da bedava ekmek dağıtmak için değildir. Devrimin değeri, bu tür hedeflerden çok daha büyüktür.
Bu makaleyi okuyup anlamak açıklamak ve yaymak çok önemlidir. Allah, işinde galiptir, ancak insanların çoğu bunu bilmezler.
Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu